| 
               
              
                | 
            
      
     
                | 
            
      
    |  
        
        DİKKAT ! 
        BU BİLGİ TELİF ESERİ OLUP YAZARI VE YAYINEVİMİZDEN  İZİN ALINMADAN 
        KULLANILMAMALIDIR | 
            
      
    | 
 
        Hazırlayan 
        
        Mahmut Selim GÜRSEL yazışma adresi  corumlu2000@gmail.com  | 
        
      
              | 
         
          
    
               | 
            
      
              | 
                
                | 
            
      
              | 
               
                   İÇİNDEKİLER
              
               | 
            
      
              
              
              Ahmet CANBABA ALLAHIN DEDİĞİ OLUR
                
              Ahmet CANBABA DÜŞÜNDÜRDÜN 
              Ahmet CANBABA AYDINLIK OLSUN 
               
              İsa 
              KAYACAN YAZILARIMIN YER ALDIĞI GAZETE VE DERGİLERDEN 
               
              
              Mahmut Selim GÜRSEL GÖZLER YALAN SÖYLEMEZ! 
              
              Mahmut Selim GÜRSEL YENİ YIL 
              
              Mahmut Selim GÜRSEL BAK DOSTUM 
              
              Mahmut Selim GÜRSEL BİZ SİZİ TANITIYORUZ, SİZ BURADAN BAŞKASINI 
              TANITMAYINIZ! 
              Mahmut Selim GÜRSEL KUR'AN-I KERİM GÖRE KURBAN VE KURBAN BAYRAMI 
               
              Mustafa Nevruz SINACI İNSANİ BOYUT VE ATATÜRK 
              Mustafa Nevruz SINACI KIRK ASIRLIK TÜRK YURDU : ANAYURT ANADOLU  
              Mustafa Nevruz SINACI “ET’LE TIRNAK GİBİ”
                
              Mustafa Nevruz SINACI AB YÖNTEMLERİNİ KULLANMAK GEREK 
              Mustafa Nevruz SINACI İNSAN HAKLARI ve TÜRKİYE 
              Mustafa Nevruz SINACI İNSAN HAKLARI ve ÜLKENİN GERÇEKLERİ
                
              Mustafa Nevruz SINACI İNSAN HAKLARI VE ADALET AHLAKI 
              Mustafa Nevruz SINACI ASİMETRİK SAVAŞ, İNSAN HAKLARI VE HUKUKUN 
              ÜSTÜNLÜĞÜ 
              Mustafa Nevruz SINACI DEVLETİ TESLİM ALMAYA CÜR’ET 
              Mustafa Nevruz SINACI GRİP VE ASRIN SOYGUNU 
              Mustafa Nevruz SINACI KURUMSAL GASP VE KUL HAKKI 
              Mustafa Nevruz SINACI MİLLİ DEVLET VE MİLLİ EĞİTİM 
               
              Sakin KARAKAŞ STAJYER ÖĞRETMEN ADAYLARI OSMANCIK’A HAYRAN 
              KALDILAR 
               
              
              Selma GÜRSEL KADAYIF 
               
              
              Üzeyir Lokman ÇAYCI GEÇTİKÇE BAHARLARIN KIYISINDAN 
              
              Üzeyir Lokman ÇAYCI DESENLER
                
                | 
            
      
          | 
      
      
      Çalışma TELİF ESERİDİR izin almadan 
      kullanmayınız! | 
            
      
          | 
          Hazırlayan Mahmut Selim 
          GÜRSEL | 
            
      
          | 
          
        
          corumlu2000@gmail.com 
           | 
            
      
          | 
          Sitemiz ve yazarlarımız;hukuka, yasalara, telif 
      haklarına ve kişilik haklarına saygılı olmayı amaç edinmiştir. | 
            
      
               | 
            
      
        | 
         | 
      
      
         | 
      
      
        | 
         | 
      
      
        | 
         | 
      
      
               | 
            
      
        | 
         | 
      
      
         | 
      
      
        | 
         | 
      
      
        | 
         | 
      
      
               | 
            
      
        | 
         | 
      
      
         | 
      
      
        | 
         | 
      
      
        | 
         | 
      
      
               | 
            
      
        | 
         | 
      
      
         | 
      
      
        | 
         | 
      
      
        | 
         | 
      
      
        | 
         | 
      
      
        | 
         | 
      
      
        | 
         | 
      
      
        | 
         | 
      
      
               | 
            
      
        | 
         | 
      
      
         | 
      
      
        | 
         | 
      
      
        | 
         | 
      
      
        | 
         | 
      
      
        | 
          01  | 
      
      
        | 
         
        
        KİTAP BAŞINA DÖNMEK İÇİN TIKLAYINIZ!  | 
      
      
        | 
         
        
        
        
        KİTAP ismi  Sayfaya 
        dönmek için tıklayınız  | 
      
      
        | 
         
        
        
        BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için 
        tıklayınız  | 
      
      
        | 
         
        
           | 
      
      
        | 
         
        
        Ahmet CANBABA  | 
      
      
        | 
         
        
        Ahmet CANBABA HAYAT HİKAYESİ  | 
      
      
        
              
                
                 - ALLAHIN DEDİĞİ OLUR
 
                
                -  
 
                
                 - Önceden bilen olsa da
 
                
                
                 - Allah’ın dediği olur
 
                
                
                 - Kazada ölen olsa da 
                 
 
                
                
                 - Allah’ın dediği olur
 
                
                
                 -  
 
                
                
                 - Şer zincirini kırsa da
 
                
                
                 - Hoş, iyi ,kötü varsa da
 
                
                
                 - Ahrette hesap sorsa da
 
                
                
                 - Allah’ın dediği olur
 
                
                
                 -  
 
                
                
                 - İstanbul da ,Muşta yazar
 
                
                
                 - Ankara da, Kaşta yazar
 
                
                
                 - Takside dolmuşta yazar
 
                
                
                 - Allah’ın dediği olur
 
                
                
                 -  
 
                
                
                 - Araştırıp soranda mı
 
                
                
                 - Tefsir edip soranda mı
 
                
                
                 - Tevrat ta mı, Kuranda mı
 
                
                
                 - Allah’ın dediği olur
 
                
                
                 -  
 
                
                
                 - Yağmur yağsa,şimşek çaksa
 
                
                
                 - Aşklar yürekleri yaksa
 
                
                
                 - Sonumuz kara topraksa
 
                
                
                 - Allah’ın dediği olur
 
                
                
                 -  
 
                
                
                 - Yanlış yoldan gidilse de
 
                
                
                 - Suçsuz idam edilse de
 
                
                
                 - Ölüm ona ödülse de
 
                
                
                 - Allah’ın dediği olur
 
                
                
                 -  
 
                
                
                 - Sular bassa afet olsa
 
                
                
                 - Ölümcül felaket olsa
 
                
                
                 - Tarumar olmuş kent olsa
 
                
                
                 - Allah’ın dediği olur
 
                
                -  
 
                
                 - Şans kapıyı çalsa haktan
 
                
                
                 - Beklediğin gelir yoktan
 
                
                
                 - Şer gelse de aça toktan
 
                
                
                 - Allah’ın dediği olur
 
                
                
                 -  
 
                
                
                 - Düşlerini yaptırsa da
 
                
                
                 - Arzulara taptırsa da
 
                
                
                 - Doğru yoldan saptırsa da
 
                
                
                 - Allah’ın dediği olur
 
                
                
                 -  
 
                
                
                 - Toplasa ümmeti dede
 
                
                
                 - Bilmez hakikat i  ve de
 
                
                
                 - Bilimi yanlış bilse de
 
                
                
                 - Allah’ın dediği olur
 
                
               
                
                  | 
      
      
        | 
                 | 
      
      
        | 
        DİKKAT ! BU BİLGİ TELİF ESERİ 
        OLUP YAZARI VE YAYINEVİMİZDEN  İZİN ALINMADAN KULLANILMAMALIDIR | 
      
      
        | 
         
        
        
        BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız  | 
      
      
        | 
         
        
        
        BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için 
        tıklayınız  | 
      
      
        | 
         | 
      
      
         | 
      
      
         | 
      
      
               | 
            
      
        | 
         | 
      
      
         | 
      
      
        | 
         | 
      
      
        | 
         | 
      
      
               | 
            
      
        | 
         | 
      
      
         | 
      
      
        | 
         | 
      
      
        | 
         | 
      
      
               | 
            
      
        | 
         | 
      
      
         | 
      
      
        | 
         | 
      
      
        | 
         | 
      
      
        | 
         | 
      
      
        | 
         | 
      
      
        | 
         | 
      
      
        | 
         | 
      
      
               | 
            
      
        | 
         | 
      
      
         | 
      
      
         | 
      
      
         | 
      
      
        | 
          02  | 
      
      
        | 
         
        
        KİTAP BAŞINA DÖNMEK İÇİN TIKLAYINIZ!  | 
      
      
        | 
         | 
      
      
        | 
         
        
        
        BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız  | 
      
      
        | 
         
        
        
        BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için 
        tıklayınız  | 
      
      
        | 
         
        
           | 
      
      
        | 
         
        
        Ahmet CANBABA  | 
      
      
        | 
         
        
        Ahmet CANBABA HAYAT HİKAYESİ  | 
      
      
        
              
                
                 - DÜŞÜNDÜRDÜN         
 
                
                -  
 
                
                 - Akıllara  sığmaz  sonsuz  kavramda
                 
 
                
                
                 - Olmayanı  düşündürdün  sen  bana
 
                
                
                 - Asık  yüzler  neden  dolmuş  çevremde
 
                
                
                 - Gülmeyeni  düşündürdün  sen  bana
 
                
                
                 -  
 
                
                
                 - Akıl  çekiç,  akıl  bilgi,  akıl  örs.
 
                
                
                 - Doğru  düşün  gitmesin  işlerin  ters.    
                 
 
                
                
                 - Hayatında  birçok  olaylardan  ders
                 
 
                
                
                 - Almayanı  düşündürdün  sen  bana
 
                
                
                 -  
 
                
                
                 - Sevmeyen,  gönülde  boylar  hapis i
 
                
                
                 - Sevgiyle  kurmadın  dünya  yapısı
 
                
                
                 - Her  zorlu  işlerde  çıkış  kapısı
                 
 
                
                
                 - Bulmayanı  düşündürdün  sen  bana
 
                
                
                 -  
 
                
                
                 - Çalıştırır  insanın  ahmağını
 
                
                
                 - Eksik  etmez  başından  tokmağını 
                 
 
                
                
                 - Komşusu  aç  yatarken  ekmeğini
 
                
                
                 - Bölmeyeni  düşündürdün  sen  bana
                 
 
                
                -  
 
               
                
          | 
      
      
        | 
        DİKKAT ! BU BİLGİ TELİF ESERİ 
        OLUP YAZARI VE YAYINEVİMİZDEN  İZİN ALINMADAN KULLANILMAMALIDIR | 
      
      
        | 
         
        
        
        BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız  | 
      
      
        | 
         
        
        
        BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için 
        tıklayınız  | 
      
      
         | 
      
      
         | 
      
      
               | 
            
      
        | 
         | 
      
      
         | 
      
      
        | 
         | 
      
      
        | 
         | 
      
      
               | 
            
      
        | 
         | 
      
      
         | 
      
      
        | 
         | 
      
      
        | 
         | 
      
      
               | 
            
      
        | 
         | 
      
      
         | 
      
      
        | 
         | 
      
      
        | 
         | 
      
      
        | 
         | 
      
      
        | 
         | 
      
      
        | 
         | 
      
      
        | 
         | 
      
      
               | 
            
      
        | 
         | 
      
      
         | 
      
      
        | 
         | 
      
      
        | 
         | 
      
      
        | 
          03  | 
      
      
        | 
         
        
        KİTAP BAŞINA DÖNMEK İÇİN TIKLAYINIZ!  | 
      
      
        | 
         
        
        
        BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız  | 
      
      
        | 
         
        
        
        BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için 
        tıklayınız  | 
      
      
        | 
         
        
           | 
      
      
        | 
         
        
        Ahmet CANBABA  | 
      
      
        | 
         
        
        Ahmet CANBABA HAYAT HİKAYESİ  | 
      
      
        
              
                
                 - AYDINLIK OLSUN
 
                
                -  
 
                
                 - Bir mum yakıp karanlığa ilk adım
 
                
                
                 - Atalım yolumuz aydınlık olsun
 
                
                
                 - Gücümüzü mutlu birlikteliğe
                 
 
                
                
                 - Katalım yolumuz aydınlık olsun.
 
                
                
                 -  
 
                
                
                 - Vatanımın hançer sokmuş bağrına
 
                
                
                 - Hesap soramamak gider ağrıma
 
                
                
                 - Neyimiz var neyimiz yok uğruna
 
                
                
                 - Satalım yolumuz aydınlık olsun
 
                
                
                 -  
 
                
                
                 - Hasret kalarak  özlenip  yeniden
 
                
                
                 - Tehlikelerden gizlenip yeniden
 
                
                
                 - Tohum gibi filizlenip yeniden
 
                
                
                 - Bitelim yolumuz aydınlık olsun.
 
                
                
                 -  
 
                
                
                 - Yurdumuzda askeriz bu seferde
 
                
                
                 - Çare bulacağız bilinen derde
 
                
                
                 - Fabrika bacası gibi her yerde
 
                
               
                
          | 
      
      
        | 
        DİKKAT ! BU BİLGİ TELİF ESERİ 
        OLUP YAZARI VE YAYINEVİMİZDEN  İZİN ALINMADAN KULLANILMAMALIDIR | 
      
      
        | 
         
        
        
        BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız  | 
      
      
        | 
         
        
        
        BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için 
        tıklayınız  | 
      
      
        | 
         | 
      
      
               | 
            
      
        | 
         | 
      
      
         | 
      
      
        | 
         | 
      
      
        | 
         | 
      
      
               | 
            
      
        | 
         | 
      
      
         | 
      
      
        | 
         | 
      
      
        | 
         | 
      
      
               | 
            
      
        | 
         | 
      
      
         | 
      
      
        | 
         | 
      
      
        | 
         | 
      
      
        | 
         | 
      
      
        | 
         | 
      
      
        | 
         | 
      
      
        | 
         | 
      
      
               | 
            
      
        | 
         | 
      
      
         | 
      
      
        | 
         | 
      
      
        | 
         | 
      
      
         | 
      
      
        | 
          04  | 
      
      
        | 
         
        
        KİTAP BAŞINA DÖNMEK İÇİN TIKLAYINIZ!  | 
      
      
        | 
         
        
        
        BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız  | 
      
      
        | 
         
        
        
        BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için 
        tıklayınız  | 
      
      
        | 
         
        
           | 
      
      
        | 
         
        
        İsa KAYACAN  | 
      
      
        | 
         
        
        İsa KAYACAN HAYAT HİKAYESİ  | 
      
      
        | 
           YAZILARIMIN YER 
          ALDIĞI GAZETE VE DERGİLERDEN YILLAR İTİBARİYLE ÖRNEKLEME SIRALAMASI
           
          
            - Her şeyin bir başlangıcı, devamı ve sonucu var. İsa 
            Kayacan’ında, basın-yayın hayatında yer almaya başlayışı, gazete ve 
            dergilerde imzasının görünmeye başlaması Nisan 1956’ya rastlıyor. 
            Daha doğrusu gazete sütunlarında ilk şiirinin görüldüğü tarih, İsa 
            Kayacan’ın yayın başlangıcıdır Nisan 1956. Sonra yıllar hızla 
            geçerken, İsa Kayacan’ın imzasının görüldüğü yayın organı sayısında 
            artışlar gözleniyor. Bunlardan bazılarının sıralanışı üzerine bir 
            göz atalım:  
 
            - 1956 – Tefenni, Yeşil Eşeler Gazetesi,
             
 
            - 1957 – Demokrat Burdur ve Tefenni Yeşil Eşeler Gazeteleri,
             
 
            - 1958 – Burdur’un Sesi ve Demokrat Burdur Gazeteleri,
             
 
            - 1959 – Burdur Lisesinin “Sesimiz” Gazetesi,
             
 
            - 1960 – Burdur Yeni Turan ve Andımız Gazeteleri,
             
 
            - 1961 – Bucak Işık, Burdur Son Çağ, Elbistan’ın Sesi Gazeteleri
 
            - 1962 – Serhad Artvin ve Bartın Gazeteleri,
             
 
            - 1963 – Serhad Artvin ve Elbistan’ın Sesi Gazeteleri,
             
 
            - 1964 – Burdur Yeni Turan, Bartın, Bilecik, Serhad Artvin 
            Gazeteleri,  
 
            - 1965 – Zümrüt Rize ve Serhad Artvin Gazeteleri,
             
 
            - 1966 – Bolu Sesimiz Gazetesi, Ankara Ece, Eskişehir Emre, Ferhat 
            Dergileri,  
 
            - 1967 – Bolu Sesimiz, Adapazarı Akşam Haberleri Gazeteleri, 
            Ankara Çele, Akın, Ulusca Uyanış, Şanlıurfa Nabi ve Balıklıgöl 
            Yozgat Bozok Dergileri,  
 
            - 1968 – Adapazarı Anadolu, Ankara Yeni Tanin, Seziş Şiir 
            Gazeteleri, Akın, Bakış, Bahçe, İstanbul Sanat Dünyası, Eskişehir 
            Emre Dergileri,  
 
            - 1969 – Ankara Yenigün, Adana Hürses, Düzce Ferman, Uşşak 
            Postası, Aydın Ses, Yeni Kastamonu Gazeteleri, Eskişehir Çağdaş, 
            Emre, İstanbul Evelek, Özlem Dergileri,  
 
            - 1970 – Ankara Tasvir, Yeni Tanin, Babaeski Postası, Çorum 
            Ekspres, Zonguldak Şafak, Hür Bartın, Tokat Topçam, Turhal, Yeni 
            Tokat, Bartın Devrim, Karabük Doğuş, Manisa Işık, Düzce Ferman, 
            Gaziantep Güney Postası, Zonguldak Haber, Menemen Haber, Van Sesi, 
            Bursa Yenişehir, Kdz. Ereğli Memleket, Şirin Ereğli, Gazeteleri, 
            Ankara Çocuk-Yuva, Adımlar, Eskişehir Emre, İstanbul Sanat Dünyası 
            Dergileri,  
 
            - 1971 – Bursa Yenişehir, Elazığ, Düzce Ferman Gazeteleri, Adana 
            Hürses Dergisi.
 
            - 1972 – Son Havadis, Başkent, Hür Anadolu ve Yeni Tanin 
            Gazeteleri,  
 
            - 1973 – Ankara Tasvir, Hür Anadolu, Adapazarı Son Haber, Bandırma 
            Ufuk, Kayseri Emel, Sivas Kızılırmak Gazeteleri,  
 
            - 1974 – Ankara Tasvir, Düzce Ferman Gazeteleri,
             
 
            - 1975 – Ankara Tasvir, Diyanet, Keşan Önder, Erzurum Milletin 
            Sesi, Gazeteleri, Ankara Ajans-Türk, Kemalist Ülkü, Hız, Mersin 
            Lider Dergileri,  
 
            - 1976 – Tercüman, Son Havadis, Tasvir, Gündem, Kayseri Hâkimiyet, 
            Trabzon Türksesi, Van Serhat, Samsun Medeniyet Gazeteleri, Ankara 
            Ajans-Türk, Kemalist Ülkü, İstanbul Türk Basın Birliği Dergileri.
 
            - 1977 – Ankara Zafer, Adalet, Tasvir, Gündem, İzmit Hürssöz 
            Gazeteleri,  
 
            - 1978 – Ankara Adalet, Zafer, Gündem, Tasvir, İstanbul Hergün, 
            Isparta Demokrat, İzmir Hüryol, Kozan Postası, Van iki Nisan, Bucak 
            Oğuzhan, Muğla Hamle, Bolu Sesimiz Gazeteleri, İstanbul Pos-Tel 
            Dergisi.  
 
            - 1979 – Ankara Adalet, İstanbul Ortadoğu, Erzurum Doğu Ekspres, 
            Muş Şark Telgraf, Bursa’nın Sesi, Mersin Savaş, Siirt, Trabzon 
            Hizmet, Isparta Demokrat, Devrek Postası, Demokrat Gümüşhane, 
            Niğde’nin Sesi, Ankara Kazan, Bitlis Birlik, İzmit Hürsöz, Antalya 
            Şelale, Yeni Alanya, Yeni Erbaa, Yeni Şarkışla Gazeteleri, Ankara 
            Hız Dergisi.
 
            - 1980 – Ankara Zafer, Bugün, Adalet, Kastamonu, Karamürsel 
            Ekspres, Erzurum Doğu Ekspes, Elazığ Nurhak, Bitlis Birlik, Acıpayam 
            Postası, İzmit Hürsöz, Bolu Sesimiz, Amasya Sabah, Isparta Demokrat, 
            Demokrat Gümüşhane, Eskişehir Milli İrade, Muğla Hamle, Gazeteleri, 
            İstanbul Bizim Güneş, Yozgat Bozok Dergileri,
 
            - 1981 – Ankara Zafer, Tasvir, 24 Saat, İpsala Mücadele, Keşan 
            Önder, Gazeteleri, Ankara Kooperatifçilik, Yeşil Türkiye, İstanbul 
            Bakış Dergileri,  
 
            - 1982 – Ankara Adalet, Tasvir, Adapazarı Anadolu, Keşan Önder, 
            Muğla Hamle, Yozgat, Tokat Tozanlı, Erzurum Doğu Ekspres, Van iki 
            Nisan, Giresun İleri, Lüleburgaz Hürfikir, İzmit Hürsöz Kdz. 
            Ereğli’nin Sesi, Tekirdağ Yeni inan, Erzincan Birlik, İstanbul Olay 
            Haber, Denizli Ticaret ve Ekonomi, Nazilli Batı, Devrek Postası 
            Gazeteleri, İstanbul Türkiye, Bakış, Köy Tarım ve Orman, Ankara 
            Gülpınar Dergileri.  
 
            - 1983 – Ankara Adalet 24 Saat, Kars Postası, Ankara Mesaj, Zile 
            Postası, Eskişehir İstiklal, İzmit Hürsöz Gazeteleri,  
 
            - 1984 – Ankara Adalet, 24 Saat, Aydın Yeni Kıroba, Samsun 
            Türkkanı, Devrek Postası Gazeteleri,  
 
            - 1985 – Tercüman, Adalet, Burdur, Ankara Ticaret, Bitlis Birlik, 
            Ankara 24 Saat, Keşan Önder, Serhad Artvin, Bingöl, Antalya Ekspres, 
            Konya Anadoluda Bugün Gazeteleri,  
 
            - 1986 – Son Havadis, Adalet, 24 Saat, Hüryurt, Haber, İzmir Ocak, 
            Sivas Anadolu, Konya Yeni Meram, Burdur Yenigün, Eskişehir Milli 
            İrade, Nazilli Anadolu, Antalya Ekspres Anadolunun Sesi, Türk Haber 
            Ankara, Burdur, İstanbul Olay Haber Gazeteleri, Tokat Birikim 
            Dergisi,  
 
            - 1987 – Tercüman, Son Havadis, Ankara Ticaret, Hüryurt, Türk-koop, 
            Tefenni’nin Sesi, Konya Yeni Meram, Balıkesir Yeni Haber, Elazığ 
            Fırat, Yeni Karabük, Yalova Haberci, İzmit Hürsöz, Bucak Oğuzhan, 
            Erzurum Milletin Sesi, Burdur, Mardin Öncü, Kayseri Ülker, Yeşil 
            Iğdır Gazeteleri.  
 
            - 1988 – Ankara Ticaret, Burdur, Yeşil Iğdır, Alaşehir Toptepe, 
            Malatya Gayret Gazeteleri.  
 
            - 1989 – Ankara Meydan, Burdur, Alaşehir Toptepe, Yozgat 
            Gazeteleri, Ankara Burdur’a Hasret, Eskişehir Çağdaş Dergileri.
 
            - 1990 – İstanbul Ortadoğu, Konya Yeni Meram, Yozgat, Muğla Hamle, 
            Burdur, Keşan Önder, İzmit Hürsöz Gazeteleri,  
 
            - 1991 – Ankara Ticaret, Keşan Önder, Konya Yeni Meram, Yozgat 
            Gazeteleri, Edirne Damla, Ankara Standard Dergileri,  
 
            - 1992 – Ankara Türkiye Bayram, İzmir Dobra, Van İki Nisan, Burdur 
            Gazeteleri. Ankara Standard Dergisi.  
 
            - 1993 – Antalya, Silifke, Yeni Adana, Yozgat, Tatvan Sesi, 
            Polatlı Postası, Batman Çağdaş, Denizli Ticaret ve Ekonomi, Elazığ 
            Uluova, Van Serhat Gazeteleri, Ankara Standard Dergisi,  
 
            - 1994 – Konya Yeni Meram, Burdur Gazeteleri. Ankara Gülpınar ve 
            Standard Dergileri,  
 
            - 1995 – Burdur, Van Postası Gazeteleri,  Ankara Gülpınar, 
            Standard Dergileri,  
 
            - 1996- Burdur, Burdur Yenigün, Türkiye, Yeni Meram Gazeteleri, 
            Ankara Karınca ve Standard Dergileri, MPM Bülteni.  
 
            - 1997 – Burdur, Van Postası, Burdur Yenigün Gazeteleri, Ankara 
            Gülpınar Dergisi.  
 
            - 1998 – Ankara Hergün, İzmit Hürsöz, Nazilli Şafak, Van Postası, 
            Burdur, Burdur Yenigün Gazetesi.
 
            - 1999- Gaziantep Olay, Keşan Önder, Zümrüt Rize, Van Postası, 
            Fethiye, İzmit Hürsöz Gazeteleri,  
 
            - 2000 – Ankara Vakit, Zümrüt Rize, Gaziantep Olay, Tekirdağ Yeni 
            İnan, Muğla Hamle, Keşan Önder, Fethiye, Bandırma Gerçek, Van 
            Postası, Silifke, Konya Yeni Meram, Yeni Söke, Yeşil Iğdır 
            Gazeteleri, Ankara Gülpınar Dergisi,
 
            - 2001 – Ankara MPM Anahtar, Burdur, Zümrüt Rize, Bandırma Gerçek, 
            Konya Yeni Meram Gazeteleri, İstanbul Gülşen ve Size Dergileri,
             
 
            - 2002 – Konya Yeni Meram, Burdur, Devrek Postası, Van Postası, 
            Ankara 24 Saat, Olay, Keşan Önder Gazeteleri, Ankara Gülpınar, 
            Çağrı, İstanbul Size Dergileri,  
 
            - 2003 – Ankara Anayurt, Olay, Devrek Postası, Konya Yeni Meram, 
            Vangölü Ekspres, Sorgun Postası, Zümrüt Rize Gazeteleri, Ankara Av 
            Doğa, Bulgaristan Tuna Boyu Dergileri.  
 
            - 2004 – Ankara Anayurt, Belde, Olay, Tasvir, Sonsöz, 24 Saat, 
            Tekirdağ Yeni İnan, Burdur Fethiye, Vangölü Ekspres, Van Postası, 
            Burdur Yenigün, Gaziantep’te Zafer, Denizli Meydan, Keşan Önder, 
            Saygın Malkara Gazeteleri, Ankara Çağrı, Gülpınar, İstanbul Size, 
            Antalya Güllük Dergileri,  
 
            - 2005 – Ankara Anayurt, Belde, Olay, Tasvir, 24 Saat, Sonsöz, 
            Mersin Tercüman, Burdur, Burdur Yenigün, Serhad Artvin, Devrek 
            Postası, Kilis Kent, Bucak Ses-15, Oğuzeli, Van Postası, Tekirdağ 
            Yeni inan, Gaziantep’te Zafer Gazeteleri, Ankara Çağrı, Gülpınar, 
            Salihli Sevgi Yolu, Kosova Bay, Azerbaycan Bayatı Dergileri.  
 
            - 2006 – Ankara Belde, Anayurt, Tasvir, Olay, Sonsöz, 24 Saat, 
            Zümrüt Rize, Lüleburgaz Hürfikir, Aydın Şafak, Burdur, Burdur 
            Yenigün, Saygın Malkara, Isparta İlke, Sorgun Postası, Serhad 
            Artvin, Gazeteleri, Ankara Gülpınar, Folklor-Edebiyat, Tokat Kümbet, 
            Mersin Maki Dergileri,  
 
            - 2007 – Ankara Anayurt, Belde, Tasvir, Olay, Gündem, Sonsöz, 24 
            Saat, Burdur, Burdurlu’nun Sesi, Burdur Yenigün, Tefenni’nin Sesi, 
            Kilis Kent, Gaziantep’te Zafer, Keşan Önder, Yeni Söke, Zümrüt Rize 
            Gazeteleri, Bulgaristan Tuna Boyu, Ankara Sürmelim Dergileri,  
 
            - 2008 – Ankara Anayurt, Belde, Tasvir, Olay, Sonsöz, Gündem, 24 
            Saat, Burdur, Burdur Yenigün, Bucak Ses-15, Gölhisar Pınar, 
            Tefenni’nin Sesi, Gümüşhane Kuşakkaya, Burdurlu’nun Sesi, Babaeski 
            Söz, Bayburt Çoruh’un Doğduğu Yer, Fethiye, İstanbul Özden, Yeni 
            Söke Gazeteleri, Niğde Akpınar, Söke Sarızeybek, Pamukkale Güneşi, 
            İstanbul Yeni Size Dergileri.
 
            - 2009 – Ankara Anayurt, Belde, Yarın, Olay, Sonsöz, Gündem, 24 
            Saat, Eğitim Dünyası, Burdur, Burdur Yenigün, Burdurlu’nun Sesi, 
            Tefenni’nin Sesi, Bucak Ses-15, Oğuzeli, Gölhisar Pınar, Zümrüt 
            Rize, Söke Ekspres, Yeni Söke, Sorgun Postası, Van Postası, Fethiye 
            Gazeteleri, Dikili Ekin, Ankara Çağrı Dergileri.  
 
            - Not: İsa Kayacan’ın yıllar itibariyle yazılarının yeraldığı 
            gazete ve dergiler sıralaması bir örnekleme olarak hazırlanmıştır.
            
            
 
           
        
          | 
      
      
        | 
        DİKKAT ! BU BİLGİ TELİF ESERİ 
        OLUP YAZARI VE YAYINEVİMİZDEN  İZİN ALINMADAN KULLANILMAMALIDIR | 
      
      
        | 
         
        
        
        BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız  | 
      
      
        | 
         
        
        
        BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için 
        tıklayınız  | 
      
      
         | 
      
      
               | 
            
      
        | 
         | 
      
      
         | 
      
      
        | 
         | 
      
      
        | 
         | 
      
      
               | 
            
      
        | 
         | 
      
      
         | 
      
      
        | 
         | 
      
      
        | 
         | 
      
      
               | 
            
      
        | 
         | 
      
      
         | 
      
      
        | 
         | 
      
      
        | 
         | 
      
      
        | 
         | 
      
      
        | 
         | 
      
      
        | 
         | 
      
      
        | 
         | 
      
      
               | 
            
      
        | 
         | 
      
      
         | 
      
      
        | 
         | 
      
      
        | 
         | 
      
      
        | 
         | 
      
      
        | 
          05  | 
      
      
        | 
         
        
        KİTAP BAŞINA DÖNMEK İÇİN TIKLAYINIZ!  | 
      
      
        | 
         
        
        
        BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız  | 
      
      
        | 
         
        
        
        BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için 
        tıklayınız  | 
      
      
        | 
         
        
           | 
      
      
        | 
         Mahmut Selim GÜRSEL 
          | 
      
      
        | 
        
        
        Mahmut Selim GÜRSEL HAYAT HİKAYESİ | 
      
      
        
          
            
             - 
            
            GÖZLER YALAN SÖYLEMEZ
 
            
            -  
 
            
             - "Gözler Yalan söylemez" derler!
 
            
            
             - İnanma!
 
            
            
             - Yalancı ise sahibi,
 
            
            
             - Değil onun gözleri;
 
            
            
             - Bütün onun bedeni;
 
            
            
             - Onun cismani hali;
 
            
            
             - Onun ruhani hali;
 
            
            
             - Kısaca her yeri,
 
            
            
             - Yalan söyler.
 
            
            
             - İnsanlıktan çıkartan
 
            
            
             - Dinleyeni çıldırtan
 
            
            
             - Yalanın o sahibi.
 
            
            
             - Bilmiyorum bilir misin?
 
            
            
             - Yalanı sende sever misin?
 
            
            
             - Ufak dediğin yalanların,
 
            
            
             - Ürediğini görmez misin?
 
            
            
             - Önce söylerken yalanını
 
            
            
             - Saklarsın karşındakinden gözlerini
 
            
            
             - Sonra artık alışır bütün bedenin
 
            
            
             - Sen yalanı gerçek,
 
            
            
             - Gerçeği salan bilirsin.
 
            
            
             - "Gözler Yalan söylemez" derler
 
            
            
             - Bunu diyenler ilk küçük yalanlar
 
            
            
             - İçin muhakkak söylemişler!
 
            
            
             - 18 Aralık 11,55 ÇORUM
 
            
           
            
          | 
      
      
        | 
        DİKKAT ! BU BİLGİ TELİF ESERİ 
        OLUP YAZARI VE YAYINEVİMİZDEN  İZİN ALINMADAN KULLANILMAMALIDIR | 
      
      
        | 
         
        
        
        BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız  | 
      
      
        | 
         
        
        
        BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için 
        tıklayınız  | 
      
      
         | 
      
      
         | 
      
      
        | 
         | 
      
      
        | 
         | 
      
      
               | 
            
      
        | 
         | 
      
      
         | 
      
      
        | 
         | 
      
      
        | 
         | 
      
      
               | 
            
      
        | 
         | 
      
      
         | 
      
      
        | 
         | 
      
      
        | 
         | 
      
      
               | 
            
      
        | 
         | 
      
      
         | 
      
      
        | 
         | 
      
      
        | 
         | 
      
      
        | 
         | 
      
      
        | 
         | 
      
      
        | 
         | 
      
      
        | 
         | 
      
      
               | 
            
      
        | 
         | 
      
      
         | 
      
      
        | 
         | 
      
      
        | 
          06  | 
      
      
        | 
         
        
        KİTAP BAŞINA DÖNMEK İÇİN TIKLAYINIZ!  | 
      
      
        | 
         
        
        
        BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız  | 
      
      
        | 
         
        
        
        BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için 
        tıklayınız  | 
      
      
        | 
         
        
           | 
      
      
        | 
         Mahmut Selim GÜRSEL 
          | 
      
      
        | 
        
        
        Mahmut Selim GÜRSEL HAYAT HİKAYESİ | 
      
      
        
          
              - YENİ YIL
 
            - Her yıl tekrarladığımız ve bir yıl 
            boyunca sizlere yazdığımız gibi onlarca yazarımız ve  şu an 56844 
            Fikir Dergisi Google grubu  üyesi 
            bulunmaktadır.
 
            - Her bayram bu grup ve yazarlarımızın 
            kutlamalar gönderdiğini düşünürsek her birimizin e-postaları 
            kilitlenir ve çalışmaz duruma düşeceği düşüncesi ile kutlamalarda 
            bulunmak isteyen arkadaşlarımız ve grup arkadaşlarımızın bize 
            yazmaları ve kutlamalarını kısaca bildirmeleri gerekmektedir.
 
            - Hepimiz bu sayfalara emek 
            vermekteyiz.  
 
            - Aşağıda bulunan tarihlerin altına 
            kutlamalarda bulunmak istiyorsanız 20 Aralık 2009 tarihine kadar 
            bana yazınız.
 
            - 
            Corumlu2000@gmail.com
 
            -  
 
            -  
 
            - 1 OCAK YILBAŞI
 
            - 25 ŞUBAT MEVLİT KANDİLİ
 
            - 23 NİSAN ULUSAL EGEMENLİK VE ÇOCUK BAYRAMI
 
            - 1 MAYIS EMEK VE DAYANIŞMA GÜNÜ
 
            - 19 MAYIS ATATÜRK’Ü ANMA VE GENÇLİK SPOR BAYRAMI
 
            - 17 HAZİRAN REGAİP KANDİLİ
 
            - 8 TEMMUZ BERAT KANDİLİ
 
            - 11 AĞUSTOS RAMAZANIN BAŞLANGICI
 
            - 30 AĞUSTOS ZAFER BAYRAMI
 
            - 5 EYLÜL KADİR GECESİ
 
            - 9 EYLÜL RAMAZAN BAYRAMI
 
            - 29 EKİM CUMHURİYET BAYRAMI
 
            - 16 KASIM KURBAN BAYRAMI
 
            - 7 ARALIK HİCRİ YILBAŞI
 
            - 16 ARALIK AŞURE GÜNÜ
 
           
            
          | 
      
      
        | 
        DİKKAT ! BU BİLGİ TELİF ESERİ 
        OLUP YAZARI VE YAYINEVİMİZDEN  İZİN ALINMADAN KULLANILMAMALIDIR | 
      
      
        | 
         
        
        
        BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız  | 
      
      
        | 
         
        
        
        BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için 
        tıklayınız  | 
      
      
               | 
            
      
        | 
         | 
      
      
         | 
      
      
        | 
         | 
      
      
        | 
         | 
      
      
               | 
            
      
        | 
         | 
      
      
         | 
      
      
        | 
         | 
      
      
        | 
         | 
      
      
               | 
            
      
        | 
         | 
      
      
         | 
      
      
        | 
         | 
      
      
        | 
         | 
      
      
        | 
         | 
      
      
        | 
         | 
      
      
        | 
         | 
      
      
        | 
         | 
      
      
               | 
            
      
        | 
         | 
      
      
         | 
      
      
        | 
         | 
      
      
        | 
         | 
      
      
        | 
         | 
      
      
        | 
         | 
      
      
        | 
          07  | 
      
      
        | 
         
        
        KİTAP BAŞINA DÖNMEK İÇİN TIKLAYINIZ!  | 
      
      
        | 
         
        
        
        
        BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız  | 
      
      
        | 
         
        
        
        
        BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız  | 
      
      
        | 
         
        
           | 
      
      
        | 
         Mahmut Selim GÜRSEL 
          | 
      
      
        | 
        
        
        Mahmut Selim GÜRSEL HAYAT HİKAYESİ | 
      
      
        
          
            
             - BAK DOSTUM!
 
            
            -  
 
            
             - Bak dostum!
 
            
            
             - Sana diyorum dinle sözümü
 
            
            
             - Dostum dediysem bir bildiğim var.
 
            
            
             - Sana söylediğim bu sözleri
 
            
            
             - Birkaç kişiye sende söyle
 
            
            
             - Bu dünya fani bir alan
 
            
            
             - Biraz da sen oyalan
 
            
            
             - Geçiyor ömür denen zaman
 
            
            
             - Bakmıyorsan arkana sen
 
            
            
             - Acırım haline ben.
 
            
            
             - Bakacaksın ki arkana geride kalan
 
            
            
             - Ayak izlerin silinmiş mi?
 
            
            
             - Bakacaksın ki sen izinden gelinmiş mi?
 
            
            
             - Günü gün etmek hüner değil bilirsin;
 
            
            
             - Yaratılmış otlarda günü gün eder inan
 
            
            
             - Sen ot değilsin geliştirmen gerek arkandaki günü
 
            
            
             - Kötülükleri bırakırsan ektiğini görürsün
 
            
            
             - İyiliklerle geldi isen sevinirsin.
 
            
            
             - Bak dostum!
 
            
            
             - Ben sana derim ki görmezsen ileriyi
 
            
            
             - Geriye bak görürsün ettiğini
 
            
            
             - Ona göre görmeye çalışırsın atini.
 
            
            
             - 15 Aralık 2009 Çorum 15,45
 
            
           
            
          | 
      
      
        | 
        DİKKAT ! BU BİLGİ TELİF ESERİ 
        OLUP YAZARI VE YAYINEVİMİZDEN  İZİN ALINMADAN KULLANILMAMALIDIR | 
      
      
        | 
         
        
        
        
        BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız  | 
      
      
        | 
         
        
        
        
        BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız  | 
      
      
        | 
         | 
      
      
        | 
         | 
      
      
        | 
         | 
      
      
               | 
            
      
        | 
         | 
      
      
         | 
      
      
        | 
         | 
      
      
        | 
         | 
      
      
               | 
            
      
        | 
         | 
      
      
         | 
      
      
        | 
         | 
      
      
        | 
         | 
      
      
               | 
            
      
        | 
         | 
      
      
         | 
      
      
        | 
         | 
      
      
        | 
         | 
      
      
        | 
         | 
      
      
        | 
         | 
      
      
        | 
         | 
      
      
        | 
         | 
      
      
               | 
            
      
        | 
         | 
      
      
         | 
      
      
        | 
         | 
      
      
        | 
          08  | 
      
      
        | 
         
        
        KİTAP BAŞINA DÖNMEK İÇİN TIKLAYINIZ!  | 
      
      
        | 
         
        
        
        BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız  | 
      
      
        | 
         | 
      
      
        | 
         
        
        
        BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için 
        tıklayınız  | 
      
      
        | 
         
        
           | 
      
      
        | 
         Mahmut Selim GÜRSEL 
          | 
      
      
        | 
        
        
        Mahmut Selim GÜRSEL HAYAT HİKAYESİ | 
      
      
        
          
              - BİZ SİZİ TANITIYORUZ, SİZ BURADAN BAŞKASINI 
              TANITMAYINIZ!
 
            -             Dergilerimizde sizlerin fikirleri ve yazıları ile 
            meydana gelen topluluğumuzda; sizlerin dergine inmeyen ve üçüncü 
            şahıslarla hem kendinizi hem de yayınevimizi karşı karşıya getirecek 
            fikri çalışmalarınızı elemek ve yazar ve yayınlayan için hukuki 
            girişimlerden kaçınılması için yazılarınızda kesme, kırpma, kısaltma 
            gibi kısaca (sansür) yaptığımın farkındasınızdır.
 
            -             Neden bunlara gerek duymaktayım?
 
            -             Bildiğiniz gibi Fikir Sanat Eserleri Kanunu yazarı 
            bağladığı gibi yayıncıyı da müteselsilsen (birlikte) 
            yargılamaktadır.
 
            -             Buraya yazanların ve ben yayıncı olarak birer 
            “Donkişotluk” yaparak fikirlerimizi dergilerimizden okutmaktayız. 
            Yaptığımız iş kurbağayı ürkütmesin ve bizleri mahkeme mahkeme 
            süründürmesin diyerekten sansür uygulamasını yapmaktayım.
 
            -             Neler yazılarımızda batar:
 
            -             1- Mahmut şöyle yazmış buna katılıyorum. Burada 
            Mahmut’un yazdığını kopyalayıp yapıştırmak ile Mahmut’a katıldığını 
            bildirme sizi Mahmut’un Fikiri çalışmasını sizin yayınlamanıza imkan 
            vermez. Mahmut yayınlayana da yazana da telif ücreti talebi ile 
            tazminat davası açabilir.
 
            -             2- Yazınızda Mahmut’un bir kitabını tanıtıyorsunuz. 
            Masum ve o yazara karşı yapılmış bir jest karşı taraf olan Mahmut’u 
            acaba memnun edecek mi? Belki etmeyecek. O zaman Mahmut fikri eseri 
            hakkında olumlu veya olumsuz çalışmasını yayınlayan ve yazan 
            hakkında tazminat ve eseri hakkında içinden alıntılardan dolayı da 
            telif hakkı isteyebilir.
 
            -             3- Yazınızda Mahmut’un dini görüşleri ile ilgili bir 
            yanlışlık gördünüz ve bunu yazınızda kopyalayarak yayınladınız 
            tenkit veya övgünüzü yaptınız. Yine yukarıdaki sakıncaları muhatap 
            olabilirsiniz.
 
            -             4- Bir partinin aleni yaptığı bir eylem, bir icraat 
            için partinin ismi veya o partinin vekili ile ilgili alıntılar da 
            yine telif eserleri kapsamına girmektedir.
 
            -             5- Sizin dini görüşünüz veya siyasi görüşünüze 
            Mahmut ile çakışırsa Mahmut sizin yazdığınıza fikir eserleri kanunu 
            gereği Tekzip hakkı doğar ki yazınızı tekrar tekzipli yayınlama 
            mecburiyeti de yayıncı olarak bana düşer.
 
            -             6- Falancanın çalışması çıkmıştır. Siz o çalışmaya 
            sahipsinizdir, satın almışınızdır. O çalışmayı tanıtmak için lütfen 
            bana yazı olarak göndermeyiniz. Be tanıttığını kitabı görmemişimdir, 
            sizin tanıttığınız bölümleri beğenmemişimdir. Kitabını veya 
            çalışması tanıtacak Fert bizzat dergilerimize kendisi yazsın. Biz 
            değerlendirelim değer bulursak yayınlayalım.
 
            -             7- Yanlış anlaşılan bir konuyu da buradan 
            tekrarlayayım. Bir firma tanıtımı için o firma ile yazarımız 
            mülakat, röportaj gibi çalışmalar yapabilir. Sanal dergilerimize 
            yazı veren yazarlarımıza telif veremiyorum. Bu açığı kapatmak 
            gerekçesi ile  belirttiğim 
            nemayı siz vermiş olarak kabul edilmektesiniz. Bu ortaklık çerçevesi 
            ile yapılacak tanıtımlardan alacağınız %33 dışındaki meblağı katkı 
            olarak yollamanız gerekmektedir. Bu bölümde yanlış anlamalara son 
            vermek için şunu da belirtiyi ki İLLA Kİ SİZDE PARALI röportaj yapma 
            mecburiyetiniz yoktur. Bu bir bakıma hepimizin eş, dost ve diğer 
            tanıdıkları yahu bizi de tanıtı ver dileklerine de bir nevi 
            sigortanız olarak sizlere bilgi verilmektedir.
 
            -             8-  iş arayan 
            okuyucularımız ve tanıtım firmaları için yapılan teklif olarak 
            sitemizde bulunmaktadır.
 
            -             Bu nedenler ve buna benzer nedenlerle gelen pek çok 
            yazıyı yayınlayamamaktayım. Tazminat parası ve mahkeme kapılarında 
            zaman kaybı benim çalışmalarıma zarar verir. Bu nedenler ışığı 
            altında sizlerinde çalışmalarınızda örneklemeye çalıştığım 
            gerekçeleri dikkate almanızı rica eder, kaleminiz (klavyeniz) e güç 
            ve kuvvet dilerim.
 
           
          
        
          | 
      
      
        | 
        DİKKAT ! BU BİLGİ TELİF ESERİ 
        OLUP YAZARI VE YAYINEVİMİZDEN  İZİN ALINMADAN KULLANILMAMALIDIR | 
      
      
        | 
         
        
        
        BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız  | 
      
      
        | 
         
        
        
        BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için 
        tıklayınız  | 
      
      
               | 
            
      
        | 
         | 
      
      
         | 
      
      
        | 
         | 
      
      
        | 
         | 
      
      
               | 
            
      
        | 
         | 
      
      
         | 
      
      
        | 
         | 
      
      
        | 
         | 
      
      
               | 
            
      
        | 
         | 
      
      
         | 
      
      
        | 
         | 
      
      
        | 
         | 
      
      
        | 
         | 
      
      
        | 
         | 
      
      
        | 
         | 
      
      
        | 
         | 
      
      
               | 
            
      
        | 
         | 
      
      
         | 
      
      
         | 
      
      
         | 
      
      
         | 
      
      
         | 
      
      
        | 
          09  | 
      
      
        | 
         
        
        KİTAP BAŞINA DÖNMEK İÇİN TIKLAYINIZ!  | 
      
      
        | 
         
        
        
        BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız  | 
      
      
        | 
         
        
        
        BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için 
        tıklayınız  | 
      
      
        | 
         
        
           | 
      
      
        | 
         Mahmut Selim GÜRSEL 
          | 
      
      
        | 
        
        
        Mahmut Selim GÜRSEL HAYAT HİKAYESİ | 
      
      
        | 
              KUR'AN-I KERİM GÖRE 
              KURBAN VE KURBAN BAYRAMI
                        Dini bayramlarımızdan olan “Kurban Bayramı” Zengin 
            Müslümanların olmazsa olmazlarında birisi ve sorumlu olduğu “Hac” 
            şartının yapıldığı bir kutsal ayda kutladığımız bayramdır.
                        Bilgilerimizi tazelemek açısından bu satırları 
            yazarken Yüce Kuran’ı Kerim’in mealinde:  
            Kurban Kesmenin esas amacından 
            birisi de Hac görevini tamamlayan bir vecibe olması ve Hac görevi 
            yapmayanlarında bu görevlerini belli ayda yapılması ve Hac:
            2:197. Hac, bilinen aylardadır. Kim o aylarda hacca niyet ederse 
            (ihramını giyerse), hac esnasında kadına yaklaşmak, günah sayılan 
            davranışlara yönelmek, kavga etmek yoktur. Ne hayır işlerseniz Allah 
            onu bilir. (Ey müminler! Ahiret için) azık edinin. Bilin ki azığın 
            en hayırlısı takvâdır. Ey akıl sahipleri! Benden (emirlerime 
            muhalefetten) sakının.
             
            108 Sure’de çok açık olarak Peygamber Efendimize “kurban Kes!” 
            diye emri bulunmaktadır.
            108-el-KEVSER  Bismillâhirrahmânirrahîm
             
            108:1. (Resûlum!) Kuşkusuz biz sana Kevser'i verdik.
             
            108:2. Şimdi sen Rabbine kulluk et ve kurban kes.
             
            108:3. Asıl sonu kesik olan, şüphesiz sana hınç besleyendir.
                        Yine: 108 Sure’de: Her ümmete Allah’ın adını 
            ansınlar diye kurban kesmeyi gerekli kıldık” demektedir.
            22:34. Biz, her ümmete -(Kurban kesmeye uygun) hayvan cinsinden 
            kendilerine rızık olarak verdiklerimiz üzerine Allah'ın adını 
            ansınlar diye- kurban kesmeyi gerekli kıldık. İmdi, İlâhınız, bir 
            tek İlah'tır. Öyle ise, O'na teslim olun. (Ey Muhammed!) O ihlâslı 
            ve mütevazi insanları müjdele!
            Yine: 6. Sure’de: Kesilmiş 
            olanlarına ancak Allah C.C. adı anılarak kesilenlerden yeyeyiz 
            emredilmektedir.
            6:118. Allah'ın âyetlerine inanıyorsanız, üzerine O'nun adı 
            anılarak kesilenlerden yeyin.
                        Allah C.C. adı anılarak kesilen hayvanlardan 
            yenmemesi emredilmektedir.
            6:121. Üzerine Allah'ın adı anılmadan kesilen hayvanlardan 
            yemeyin. Kuşkusuz bu büyük günahtır. Gerçekten şeytanlar dostlarına, 
            sizinle mücadele etmeleri için telkinde bulunurlar. Eğer onlara 
            uyarsanız şüphesiz siz de Allah'a ortak koşanlar olursunuz.
                        Kesilecek olan hayvanlardan da Yüce Kur’an-ı Kerimde 
            bahisler vardır.
            22:36. Biz, büyük baş hayvanları da sizin için Allah'ın 
            (dininin) işaretlerinden (kurban) kıldık. Onlarda sizin için hayır 
            vardır. Şu halde onlar, ayakları üzerine dururken üzerlerine 
            Allah'ın ismini anınız (ve kurban ediniz). Yan üstü yere 
            düştüklerinde ise, artık (canı çıktığında) onlardan hem kendiniz 
            yeyin, hem de ihtiyacını gizleyen-gizlemeyen fakirlere yedirin. İşte 
            bu hayvanları biz, şükredesiniz diye sizin istifadenize verdik.
             
                        22 Sure’de belli günlerde Allah’ı ansınlar diyerek 
            Kurban Bayramını işaret etmiş bulunmaktadır.
            22:28. Ta ki kendilerine ait bir takım yararları yakînen 
            görmeleri, Allah'ın kendilerine rızık olarak verdiği kurbanlık 
            hayvanlar üzerine belli günler de Allah'ın ismini ansanlar . Artık 
            ondan hem kendiniz yeyin, hem de yoksula, fakire yedirin.
            Kurban Bayramı Hac’ın bitiminden 
            sonra kutlanmaktadır. Yüce Kur’an’ı Kerim’e göre Hac için İbrahim 
            Aleyhi selam’a:
            22:27. İnsanlar arasında haccı ilân et ki,gerek yaya olarak, 
            gerekse nice uzak yoldan gelen argın develer üzerinde sana 
            gelsinler.
            22:28. Ta ki kendilerine ait bir takım yararları yakînen 
            görmeleri, Allah'ın kendilerine rızık olarak verdiği kurbanlık 
            hayvanlar üzerine belli günler de Allah'ın ismini ansanlar . Artık 
            ondan hem kendiniz yeyin,hem de yoksula, fakire yedirin.
            3:97. Orada apaçık nişâneler, (ayrıca) İbrahim'in makamı vardır. 
            Oraya giren emniyette olur. Yoluna gücü yetenlerin o evi haccetmesi, 
            Allah'ın insanlar üzerinde bir hakkıdır. Kim inkâr ederse bilmelidir 
            ki, Allah bütün âlemlerden müstağnîdir.  
            22:29. Sonra kirlerini gidersinler; adaklarını yerine 
            getirsinler ve o Eski Ev'i (Kâbe'yi) tavaf etsinler.
            Hepinizin Kurban Bayram’ını kutlar nicelerine ermenizi dilerim!
         
          | 
      
      
        | 
        DİKKAT ! BU BİLGİ TELİF ESERİ 
        OLUP YAZARI VE YAYINEVİMİZDEN  İZİN ALINMADAN KULLANILMAMALIDIR | 
      
      
        | 
         
        
        
        BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız  | 
      
      
        | 
         
        
        
        BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için 
        tıklayınız  | 
      
      
         | 
      
      
         | 
      
      
               | 
            
      
        | 
         | 
      
      
         | 
      
      
        | 
         | 
      
      
        | 
         | 
      
      
               | 
            
      
        | 
         | 
      
      
         | 
      
      
        | 
         | 
      
      
        | 
         | 
      
      
               | 
            
      
        | 
         | 
      
      
         | 
      
      
        | 
         | 
      
      
        | 
         | 
      
      
        | 
         | 
      
      
        | 
         | 
      
      
        | 
         | 
      
      
        | 
         | 
      
      
               | 
            
      
        | 
         | 
      
      
         | 
      
      
         | 
      
      
         | 
      
      
        | 
          10  | 
      
      
        | 
         
        
        KİTAP BAŞINA DÖNMEK İÇİN TIKLAYINIZ!  | 
      
      
        | 
         
        
        
        BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız  | 
      
      
        | 
         
        
        
        BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için 
        tıklayınız  | 
      
      
        
        
          | 
      
      
        | 
        Mustafa Nevruz SINACI 
         | 
      
      
        | 
        
        
        Mustafa Nevruz SINACI HAYAT HİKAYESİ | 
      
      
        
              İNSANİ BOYUT VE ATATÜRK
            O, Peygamberler hariç; dünyanın bu 
            güne kadar gördüğü, milletine en içten duygularla bağlı, 
            samimi-sadık, sevgili ve değerli, namuslu-dürüst, demokrat, onurlu 
            ve sorumlu, keza en mütevazı, masrafsız ve kalender devlet adamı 
            idi. Şüphesiz, O’nu dünya çapında liderlik ve “emperyalizm karşıtı” 
            insani boyut da önderlik derecesine yükselten buydu. “Hayatta en 
            hakiki mürşit ilim’dir, fen’dir” diyen Mustafa Kemal Atatürk’ün 
            kendi fani hayatını da; Fazilet anlamında Cumhuriyet; Özgür bilim, 
            insan hakları, adalet ve hukuk bağlamında Demokrasi ve “insan’a 
            hizmet, insan için devlet” idealine adamış olduğunu görürüz. 
             
            Bu, O’ndan sonra eşi, emsali, benzeri görülmeyen bir 
            yüksekliktir.  
            Örneğin, Cumhurbaşkanlığı süresince 
            Atatürk, yolluk ve harcırah almazdı, Her bakımdan devlete yük 
            olmaktan çekinir ve korkardı. Dünya da “bütün malını milletine 
            bırakan” tek lider O’dur.
            O’NUN EVRENİNDEN BİR ÖRNEK
                        Tam “insan hakları, adalet ve hukuk” konusunu 
            işlediğim bir gün (10 Aralık) ve sırada, çok sevgili ve değerli 
            dostum Süreyya Gökçeoğlu tarafından bana gönderilen ve Atatürk'ün 
            Yaveri Muzaffer Kılıç tarafından anlatılıp, nakledilen olayı 
            aktarıyorum:
                        “Atatürk’ün Yaveri Muzaffer Kılıç anlatıyor:
                        Bir gün Atatürk'le beraber Abidinpaşa'dan gelip 
            Samanpazarı yoluyla Ulus'a geçiyorduk. O zamanlar Samanpazarı'nda 
            bulunan üç beş dükkandan birisi Ali Efendi isimli kitapçıya aitti. 
            Kitapçı dükkânının kepenklerinde, nefis bir halı asılmış duruyordu.
            
            
            Harp yıllarının sonu olduğundan hiçbir yerde, hele Ankara da 
            böyle güzel bir şey görmek pek şaşırtıcı olduğu için bu halı 
            Atatürk'ün de dikkatini çekti. Hemen arabayı durdurup indik. 
            Beraberce dükkana yürüdük. Kitapçı, Ata'yı görünce, buyurun Paşam 
            diyerek heyecanla bir emri olup olmadığını sordu. Paşa da bu halıyı 
            çok güzel bulduklarını ifade ettiler.  
            Kitapçı; "Paşam, bu halı bir müşterimin. Paraya ihtiyacı olmuş, 
            satılması için bana bıraktılar. Benimle bir ilgisi yok" dedi.  
            Atatürk, böyle güzel bir halının çok kıymetli olduğunu, bunu halı 
            sahibinin nereden almış olabileceğini öğrenmek istediler.  
            Kitapçı ezile büzüle;- "Paşam, 
            emanet koyan isminin söylenmemesini özellikle rica ettiler, müsaade 
            ederseniz ismini söylemeyeyim" dedi. Bu sefer Atatürk daha çok merak 
            edip;- "Çocuk, belki halıyı almak isteyeceğiz. Kimin ve kaça 
            olduğunu öğrenmek isteriz" dediler.  Kitapçı; "Paşam 40 lira 
            istemişlerdi "  deyip yine halı sahibinin ismini vermedi. Atatürk 
            halı sahibini iyice merak edip ısrar edince de, kitapçı istemeyerek 
            ve sıkılarak;  
            - "Abdülhalim Çelebi Hazretlerinin 
            Paşam " dedi.  Abdülhalim Efendi, Mevlana sülalesinden gelmiş, Konya 
            milletvekili olarak Mecliste görev yapıyordu. Kapısı herkese daima 
            açık, cömert, gayet güzel konuşan, Mevlevi kalpağı ile gezen, 
            akıllı, sevimli, hoş sohbet, özü sözü doğru bir kişiydi. Atatürk, bu 
            cevabı alınca çok duygulandı ve bana dönerek dükkâna 40 lira 
            bırakmamı emretti. Hemen parayı bıraktım. Kitapçı halıyı koşarak 
            indirip paket yapmaya koyuldu. Bu arada Atatürk, Abdülhalim 
            Efendi'nin kişiliğinden övgüyle bahsederek;  
            - "Abdülhalim Efendi, evde halısını 
            satacak kadar parasız kalıyor ama, kapısını kimseye kapamıyor" 
            diyerek onu övdü. Sonra da kitapçıya dönerek;  
            - "Bana bak, halıyı biz alıyoruz. 
            Fakat halıyı Abdülhalim Efendi'nin evine yollayınız, biz oradan 
            aldırırız. Akşamüzeri de kendilerine bir kahve içmek için 
            geleceğimizi söyleyiniz."  dediler. Kitapçı bu davranışa şaşırmış 
            bize bakarken, arabaya binip uzaklaştık. Aynı akşam Abdülhalim 
            Efendi'nin evine gittik. Kendisi bizi avlu kapısında karşıladı. Eve 
            girince baktım halı, kapı arkasında paketli olarak duruyordu. 
            Mütevazı evinde minderlere oturuldu, kahveler içildi. Abdülhalim 
            Efendi:
            - "Paşam halıyı almışsınız. Fakat 
            halı evime geri geldi. Müsaade ederseniz, arabanıza koyduralım." 
            dedi. Atatürk de:
            - "Abdülhalim Efendi halı yine bizim 
            olsun. Biz arada sırada sana kahve içmeye geldikçe onun üzerinde 
            kahvemizi içeriz." diyerek halıyı açtırdılar ve odaya serdirdiler.
            
            
            Kahveler içildi ve sohbet edildi. Giderken Abdülhalim Efendi 
            yine bizi kapıya kadar uğurlayarak:
            - "Paşam eğer müsaadeniz olursa 
            halıyı…" derken  Atatürk sözünü keserek mütebessim:
            - "Abdülhalim Efendi, onu sana 
            emaneten bırakıyoruz. Her gelmemizde onu burada görmek ve üzerinde 
            oturmak isteriz." diyerek veda edip ayrıldılar. Böylece Atatürk, 
            Abdülhalim Çelebi Efendi'ye, kitapçıya bile belli etmemeye çalışarak 
            ihtiyacı olan yardımı yapmış, fakat halıyı almamışlardı. Bu ibret 
            verici anı; O büyük asker, devlet adamı ve devrimci liderin, en az 
            bu nitelikleri kadar büyük olan insanlığını anlatmasının yanı sıra, 
            onun, gerçek dindar ve üstelik bir tarikat mensubu olan Çelebiye 
            saygısını göstermesi bakımından da ayrı bir önem taşıyor.  
            Abdülhalim Efendi, o halıyı Konya 
            Mevlânâ Müzesi kurulunca oraya armağan etmiştir. Görülüyor ki, 
            Abdülhalim Efendi de bu asil davranışı kötüye kullanmamış ve halıyı 
            sahiplenmeyip, layık olduğu yere armağan etmiştir. (1922). Ayrıca; 
            Herkese açık sofrasını sürdürebilmek için halısını satan bir tarikat 
            ehlinin, dini siyasete  alet ederek para, mevki ve güce ulaşan, yurt 
            içinde ve dışında saf  ve eğitimsiz vatandaşları sömürerek 
            trilyonluk mal varlıklarının sahibi olup sefa süren, günümüz din ve 
            tarikat bezirganlarından farklılığını da ortaya koyuyor.  
            Tabii, anlayana ve anlamaktan yana 
            nasibi olanlara !”
            "Uluslar, egemenliklerini geçici 
            bile olsa, bırakacağı meclislere dahi gereğinden fazla inanmamalı ve 
            güvenmemelidir. Çünkü meclisler bile despotluk yapabilir ve bu 
            despotluk bireysel despotluktan daha tehlikeli olabilir. Meclislerin 
            öyle kararları olabilir ki, bu kararlar ulusun yaşamına giderilmesi 
            olanaklı olmayan zararlar verebilir."
            (Ankara, 1937, Mustafa Kemal Atatürk)
            e.POSTA        : gercek.demokrat@hotmail.com 
            WEB               : http://mustafanevruzsinaci.blogspot.com, 
            POSTA           : PK, 118 [ 06 442 ] Yenişehir/ANKARA 
            NOT               : Kaynak göstermek şartıyla yazılar yayına 
            izinlidir.
             
        
          | 
      
      
        | 
        DİKKAT ! BU BİLGİ TELİF ESERİ 
        OLUP YAZARI VE YAYINEVİMİZDEN  İZİN ALINMADAN KULLANILMAMALIDIR | 
      
      
        | 
         
        
        
        BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız  | 
      
      
        | 
         
        
        
        BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için 
        tıklayınız  | 
      
      
         | 
      
      
               | 
            
      
        | 
         | 
      
      
         | 
      
      
        | 
         | 
      
      
        | 
         | 
      
      
               | 
            
      
        | 
         | 
      
      
         | 
      
      
        | 
         | 
      
      
        | 
         | 
      
      
               | 
            
      
        | 
         | 
      
      
         | 
      
      
        | 
         | 
      
      
        | 
         | 
      
      
        | 
         | 
      
      
        | 
         | 
      
      
        | 
         | 
      
      
        | 
         | 
      
      
               | 
            
      
        | 
         | 
      
      
         | 
      
      
         | 
      
      
         | 
      
      
         | 
      
      
        | 
         11  | 
      
      
        | 
         
        
        KİTAP BAŞINA DÖNMEK İÇİN TIKLAYINIZ!  | 
      
      
        | 
         
        
        
        BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız  | 
      
      
        | 
         
        
        
        
        BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız  | 
      
      
        
        
          | 
      
      
        | 
        Mustafa Nevruz SINACI 
         | 
      
      
        | 
        
        
        Mustafa Nevruz SINACI HAYAT HİKAYESİ | 
      
      
        
                KIRK ASIRLIK TÜRK YURDU : ANAYURT ANADOLU
              10 Şubat 1947 tarihinde “Ege’de 
              bulunan On İki Adalar konusunda İtalya ile sulh görüşmeleri resmen 
              başladı. Toplantıya Çin, Fransa, İngiltere, Somali, İrlanda, 
              Sovyetler Birliği, Avustralya, Belçika, Yeni Zelanda, Brezilya, 
              Habeşistan, Yunanistan, Hindistan, Kanada, Polonya ve Türkiye 
              “TARAF ÜLKE” olarak davet edildi. Fakat Türkiye, hukuken ve tarihi 
              hakları itibarıyla taraf ülke olduğu ve katılma hakkı bulunduğu 
              halde İnönü ve Recep Peker hükümetinin aldığı bir kararla; 
              Görüşmelere ve muahedeye katılmak istemediğinden bütün haklarından 
              feragat etmiş oldu. Hal böyle olunca, antlaşmanın 14. maddesi 
              uyarınca “flebisit” yapılmasına gerek görülmedi ve bütün adalar 
              (Türkiye’nin taraf olmaması ve talepte bulunmaması nedeniyle) 
              yegâne istekli Yunanistan’a verildi.
              Tarihi bir fırsat, bilerek ve 
              isteyerek kaçırıldı.  Peki, bu sıra (aynı gün) İnönü–Peker 
              hükümeti ile TBMM ne iş yapıyordu?  “ABD ile 06 Aralık 1946 günü 
              (Abraham Lincoln’ün Minnesota’da Kızılderili/Türk katliam ve 
              soykırımı konusunda kesin emir verdiği tarihte) yapılan (Türkiye 
              aleyhine vaki çok vahim, alçaltıcı ve milli menfaatlere en aykırı) 
              ikili anlaşmayı, 5002 Sayılı Kanunla uygun görüp, onaylamak 
              suretiyle “çok ivedi kaydıyla” aynı gün yürürlüğe koymakla 
              meşguldü. Zira bu anlaşma, 12 adalardan vazgeçmenin anlamını en 
              açık biçimde ortaya koymakta ve âtide  ANADOLU’ dan feragatin 
              yollarını resmen açmakta idi. Anlaşma gereği: ABD’nin Türkiye 
              topraklarında ihtiyacı olan ve olacak bütün (askeri üs, alan, 
              depo, antrepo, okul, mesken v.d..) arsa, arazi, alan ve gayri 
              menkullerin edinim, ABD’ye tevzii ve teslimi hususunda bizzat Türk 
              hükümetlerini resen yükümlü kılan, tedarik, temin ve satın almada 
              kural olarak cari “İHALE MEVZUATI”  ise yok sayan, devre dışı 
              bırakan ve re’sen hareket etme serbestliği tanıyan tam bir 
              müstemleke yasası idi.  
              12 Adalardan feragat ve ABD’nin 
              Anadolu’ya yerleşmesini sağlayacak olan ve ric’at ve hicret 
              anlamına gelen bu iki büyük olay hangi tarihi günde yapıldı 
              dersiniz? “Hicri Yılbaşı” gününde. İşte batı, bu kadar ölçülü, 
              sabırlı, hesaplı ve haince hareket eder ve  Türk Milleti’ni 
              Anadolu’dan hicret ettirmek için böyle sinsi, menfur ve alçakça 
              tuzaklar kurar.
              OYSA: Lozan Antlaşmasından dokuz 
              yıl sonra 1933’de General Mac Arthur’a “Allah nasip eder, ömrüm 
              vefa ederse Musul, Kerkük, Kıbrıs ve 12 Adaları geri alacağım. 
              Selânik’te dahil olmak üzere, Batı Trakya’yı TÜRKİYE hudutları 
              içine katacağım” diyordu, Mustafa Kemal ATATÜRK  
              O, Misak-ı Milli sınırlarını 
              tamamlama, bütünleme ve geleceğe sınırlarla ilgili bir sorun 
              bırakmama konusundaki azimli ve kararlı idi. Hatay meselesi 
              olgunlaştıktan sonra 12 Adalar, Kıbrıs ve Batı Trakya ve diğer 
              Türk Yurtları konusunda fırsat kollamağa başlamıştı.
              Ömrü vefa etmedi. (Allah rahmet eylesin nur ve huzur içinde 
              yatsın)  Buna rağmen, 12 Adalardan feragat eden, en yakın silâh 
              arkadaşı, CHP Genel Başkanı ve (fiilen gerçekleşen duruma göre) 
              siyasi varisi Cumhurbaşkanı İsmet İnönü idi.  
              Ne kadar acı, üzücü ve ‘hicabı 
              mucip’ bir gerçek değil mi?  
              Musul-Kerkük konusunda da zuhur 
              eden hiçbir fırsat değerlendirilmedi. Batı Trakya ve Selânik 
              konusunda ‘niyetler bile’ dile getirilmedi.
              Lozan Antlaşmasına rağmen Londra, Zürich ve Garanti 
              antlaşmaları ile tekrar ‘Milli Dava’ haline dönen ve anavatana 
              katılma umudu beliren Kıbrıs konusu, 1974’de yarım bırakıldı. 
              Gümrük Birliği Antlaşması ile alenen peşkeş çekildi. Şimdi, başta 
              Kıbrıs olmak üzere; Musul-Kerkük ve Batı Trakya tasallut altında! 
              Tecrit edilmiş. Abluka altına alınmış. İzole edilmiş. Zulüm ve 
              işkence sürüp gitmekte!  Buna mukabil, düşmanın gözü ANADOLU’ ya 
              dikilmiş. 1963’de şekil değiştirerek; Ekonomik bir işbirliğinden 
              (AET) siyasal entegrasyon ve emperyalist işgal yoluna giren (AB) 
              sürecinde Anadolu elden gidiyor. Sinsi ve Sistematik bir işgal, 
              bölme-parçalama plânı, asli unsur Türklere karşı ahlâken çökertme, 
              siyaseten yozlaştırma ve tedrici olarak (adım-adım) Anadolu’yu 
              “müstakbel yaşam alanı” olarak işgal edip, sömürme çabaları son 
              evresine doğru yaklaşıyor.
              1938’den bu yana, sinsice başlayan 
              ve giderek yükselen bir sesle “Anadolu Türk yurdu değildir !, siz 
              buraya 1071 yılında geldiniz. İşgalcisiniz, yerli değilsiniz” 
              deniliyor.   
              ACABA ÖYLE Mİ?  
              Klâsik tarih anlayışının alışılmış 
              bir ifadesi olarak Namık Kemal, Hürriyet Kasidesi’ nde: Yeni 
              Türkiye Cumhuriyet için “Cihangirâne bir devlet çıkardık bir 
              aşiretten” diyordu.  
              Atatürk ise, “bir aşiretten asla cihangirâne bir devlet’in 
              çıkmasının mümkün olmadığını”, böyle bir devleti kurmayı başaran 
              Türk Milletînin tarihîn “büyük-yüksek, medenî vasfı unutulmuş bir 
              büyük milleti” olduğunu düşünüyor ve her vesile ile bu tespit, 
              fikir ve düşüncesini açıkça ‘bütün dünyaya’ ilân ediyordu.  
              Cumhuriyetle birlikte bu gerçeği 
              Milletine ısrarla açıklayan Atatürk; yeni Türk tarih tezi üzerinde 
              tekrar düşünülmesi gerektiğini, Osmanlı’dan sonra ilk defa, 
              kendini asil-soylu milletine, Türk kimlik ve kişiliğine (harsına) 
              adamış, ciddi-ilmi bir birikim, araştırma ve çalışma ile ortaya 
              koymuş ve tarihimizin derinliklerine doğru yaptığı incelemelerle 
              günümüzü aydınlatan ve geleceğe ışık tutan çalışmalar yapmış, 
              yaptırmış ve bu yolda inançla yürünmesi gerektiğini işaret/vasiyet 
              etmiştir. Bu, çok değerli çalışma ve araştırmalar (emperyalizmin 
              yeniden Türkiye üzerindeki tarihi emellerini hayata geçirdiği bir 
              süreçte) kimi zaman art-kötü niyetli, kimi zaman da yetersiz ve 
              dar bakış açılı, cahil, maksatlı, günümüz (sözde resmi) 
              tarihçiliğinin temellerini sarsmaya başlamıştır. Özellikle AB 
              sürecinde yoğunlaşan Atatürk (Kemalizm) ve Türk karşıtı cereyanlar 
              ile Ana Yurt Anadolu’dan Türklerin çıkartılması (kovulması veya 
              asimile edilmesi) girişimleri karşısında; Gerçek-samimi Türk 
              münevverleri, Alperenleri ve Kanaat Önderleri tarafından “Türk 
              Tarih Sentezi” tekrar gündeme taşınmış, bu yolda dünyanın dört bir 
              yanından yağan somut bilgi belge ve kanıtlarla “gerçek ANADOLU ve 
              yaklaşık on bin yılları aşan bir Türk tarihi ortaya çıkarılmış, 
              bilenler tarafından sinsice gizlenmeye ve yok edilmeye çalışılan 
              bilmeyenlerce ise ya gaflet ve hıyanet nedeniyle reddedilen veya 
              cehalet nedeniyle bîhaber olunan ve “çok dar bir kesite 
              sığdırılmaya çalışılan” bambaşka bir tarih öznesi ortaya konulmaya 
              kalkışılmıştır.
              Oysa gerçek, bu dahili bedhahların 
              öne sürüm ve iddialarının aksinedir.  Ortada, tıpkı “Gizlenen 
              Rejim Kemalizm” gibi, bir de “Gizlenen Tarih”, daha açık bir ifade 
              ile “Gizli Bir Tarih” vardır.
              Bu, Anadolu’nun ve Türk’lerin 
              hakiki tarihidir. Çok daha açıkçası: Tarihi gerçekler ve 
              Atatürk’ün Türk tarih tezidir. Özellikle, 16 Mart 1923, 27 Haziran 
              1933 ve en son 19 Kasım 1937 tarihlerinde Atatürk, Adana’da 
              yaptığı konuşmalarda; Önce, Anadolu’nun 4000 yıllık Türk yurdu 
              olduğunu söylemiş,  ikinci gidişinde 7000 yıldır Türklerin burada 
              meskun olduğunu beyan ederek; Son Adana konuşmasında ise, Fransız 
              işgali altındaki Hatay’ın durumuna atfen, “Kırk asırlık Türk Yurdu 
              asla düşmana terk edilemez” demiştir.  
              Atatürk tarafından yapılan bu konuşmalar çok derin çalışmalar 
              ve araştırmaların ürünüdür. Asla tesadüfi değildir.  Türk Tarih 
              Kurumu’nun kuruluş nedeni de budur. Şöyle ki: Atatürk’ün tarih 
              araştırmalarına büyük önem vermesi ve Türk Tarih Kurumu’nu 
              kurdurması iki esas-ana gayeye yöneliktir:  
              1-Türk milletinin başlangıçtan 
              itibaren millî, medenî, bilimsel ve kültürel varlığı 
              araştırılarak, insanlık tarihine katkıları ve evrensel değeri 
              ortaya konacaktır.  
              Böylece, Osmanlı’nın son 100-150 yıllık döneminde husule gelen 
              milli, manevi ve kültürel kopukluk ve erozyon tamir ve telâfi 
              edilecek; Hem de, Türklerin şerefli tarihi bütün dünya tarafından 
              görülecek, bilinecek, yeni nesil olarak yetişen Türk çocukları 
              atalarının büyüklüğünü öğrenecek, onlarla öğünecek ve sistematik 
              bir biçimde içine sürüklendikleri aşağılık duygusundan 
              kurtulacaklardır.
              Diğer taraftan milli tarih şuuru 
              millî bilinci kuvvetlendirecek ve muasır medeniyet seviyesine 
              ulaşmada büyük ilham kaynağı, kuvvet kaynağı olacak; Türk, 
              Türklüğünden asla utanmayacak, aksine bilinçli bir şekilde ataları 
              ve tarihi ile gurur duyacak. İftihar edecek.  
              Tarih çalışmalarının asıl gayesi, beklenen ve hedeflenen 
              sonucu budur.
              2-Türklere daima, az gelişmiş 
              barbarlar gözüyle bakan, her fırsatta karalayan ve yüzyıllar boyu 
              mesnetsiz iddia, itham ve iftiralar atarak (şimdi Papanın yaptığı 
              gibi) ısrarlı gayretlerle (Türkleri) Anadolu’dan atmaya çalışan 
              Avrupalılara cevap vermek. Zira o sıralarda Haçlı ruhunun bir 
              işareti olan “Türkler Anadolu’ya sonradan gelen bir Millettir, 
              geldikleri yere dönmelidirler” fikri (bu gün olduğu gibi) oldukça 
              yaygındı.(01) Bu nedenle, Türk Milletinin eski, büyük, medenî ve 
              güçlü, kuvvetli ve kudretli bir millet (ve devletçilikte en büyük 
              geleneğin sahibi) olduğuna âdeta iman etmiş olan Atatürk, bu 
              inancının sağlam belgelerle ortaya konulmasını istiyordu. Ancak bu 
              yapılabildiği takdirde ki, “Türklüğün unutulmuş medenî vasfı” 
              ortaya çıkacak, ve Avrupalıların iddiaları kökünden çürütülecekti. 
              Böylece Türklük Dünya milletleri arasındaki şerefli (mutlak 
              surette lâyık olduğu) yerini alacak, Türk gençleri, Avrupa’nın 
              üstünlüğü karşısında aşağılık duygusuna kapılmaktan 
              kurtulacaklardı.  
              Atatürk’ün bu fikirleri şu 
              cümlelerde ifadesini bulmuştur: “Büyük devletler kuran ecdadımız 
              büyük ve şümullü medeniyetlere de sahip olmuştur. Bunu aramak, 
              tetkik etmek, Türklüğe ve cihana bildirmek bizler için bir 
              borçtur. Türk çocuğu ecdadını tanıdıkça daha büyük işler yapmak 
              için kendinde kuvvet bulacaktır.” Gerçekten, tarih milletlerin 
              hafızası ve ilham kaynağıdır. Millî şuuru uyandırmanın yolu dil ve 
              tarih şuurunu uyandırmaktır. Çünkü “milletler ancak tarihlerini 
              bilmek suretiyle, millî şuura sahip olurlar. Bir millete mensup 
              olmak onu bilmek demek değildir. Millî şuur adı üstünde “şuur” 
              demektir. Şuur ise, bilmek, farkına varmak manasına gelir. 
              Milletinin tarihini bîlmeyen, kelimenin gerçek manası ile “millî 
              şuur”a sahip olamaz. Mensup oldukları milletlerinin tarihini 
              bilmeyen nesiller, içlerinde milletlerine karşı canlı bir ilgi, 
              saygı ve sorumluluk duygusu da hissetmezler. Böylelerinin yabancı 
              akım ve menfi tesirlere kapılması ve yabancılara köle olması çok 
              kolaydır.(02)
              Atatürk, “MİLLİ DEVLET” fikrine sahip, hakiki ve samimi bir 
              Türk milliyetçisi olarak kendisinin sahip olduğu “millî şuur” un 
              bütün millete mal olması için, büyük bir azim, irade ve 
              kararlılıkla çalışıyordu.  
              O, bütün ömrünü bu ideale 
              adamıştı. Çünkü ona göre: “Türk kabiliyet ve kudretinin tarihteki 
              başarıları meydana çıktıkça, bütün Türk çocukları kendileri için 
              lâzım gelen hamle (atılım) kaynağını o tarihte bulabilecektir. Bu 
              tarihten Türk çocukları istiklâl fîkrini kazanacaklar, o büyük 
              başarıları düşünecekler, harikalar yaratan adamları (atalarını) 
              öğrenecekler, kendilerinin aynı kandan olduklarını düşünecekler ve 
              bu kabiliyetle kimseye boyun eğmeyeceklerdir.” (03)   
              Afet İnan, onun tarih ve 
              tarihçilerden ne beklediğini, neler düşündüğünü ve neler yapmaları 
              gerektiğini şöyle anlatıyor: “Bilhassa eski çağlara kadar 
              gidebilen yeni tarih ufuklarının bizim kavmimiz için de açılmış 
              olması lâzımdır. Tarihî devirlerde çeşitli coğrafi bölgelerde bir 
              varlık göstermiş olan Türk kavimlerinin daha eski devirlere giden 
              köklerinin olmaması imkânsız görülüyor. Bugün millet mefhumu 
              altında teşekkül etmiş bir Türk varlığının, kavim olarak yaşadığı 
              devirler elbette olmuştur. İşte, Atatürk, bu devirlerdeki Türk 
              kavminin tarihî çağlarda olduğu gibi, ana yurttan yayılma izlerini 
              belgelere dayanarak tarihçilerin incelemesini istedi. (04) Yine 
              Türk Tarihi Tetkik Cemiyeti (Türk Tarih Kurumu) kurulduğu zaman 
              onun başına getirilen ünlü Türkçülerden Yusuf Akçura da 1. Türk 
              Tarih Kongresi’nde yaptığı konuşmada şunları söylüyor:  “Türk 
              Tarihi Tetkik Cemiyeti’nin önüne konmuş büyük problem, umumî 
              tarihe Avrupalıların rüyet zaviyelerinden bakmayıp, onu sırf 
              hakikat nokta-i nazarından görmek ve -bu görüş sayesinde Türk 
              kavminin tarihte hakikî mevkiini tayin etmek, yani Türklerin beşer 
              tarihinde oynadıkları ve fakat hasımlarının gizlemeye çalıştıkları 
              büyük rolü meydana çıkarmak ve bu suretle Türk kavimlerine tarihî 
              hakkını vermektir.” (05)
              Eski (son dönem Osmanlı) tarih 
              anlayışının bir ifadesi olarak Namık Kemal, Hürriyet Kasidesi’nde: 
              “Cihangirâne bir devlet çıkardık bir aşiretten” diyordu. Atatürk 
              ise, “bir aşiretten cihangirâne bir devlet’in çıkmasının mümkün 
              olmadığını, böyle bir devleti kurmayı başaran Türk Milletinin 
              tarihin derinliklerinden gelen ve muhteşem bir mazisi olan “büyük 
              ve medenî vasfı unutulmuş bir millet” olduğunu düşünüyordu ve 
              elbette bu tezinde doğru ve haklı idi.  Bu fikrini belgelerle 
              doğrulamayı da tarih ilmine ve tarihçilere bırakıyordu: “Türkler 
              bir aşiret olarak Anadolu’da imparatorluk kuramaz. Bunun başka 
              türlü bir izahı olmak lâzımdır. Tarih ilmî bunu meydana 
              çıkarmalıdır.(06)
              Atatürk’ün tarih çalışmalarının 
              esas gaye ve ana hedefinin, Türk tarihinin bütün devirlerinin 
              aydınlatılmasına yönelik olduğunu; İkinci amaç ve hedefin ise: 
              Özellikle, Avrupalıların haksız ve asılsız iddialarına karşı 
              bilimsel veriler ve belgelerle cevap vermek maksadına matuf 
              bulunduğunu (dayandığını) daha önce ifade etmiş ve açıklamıştık.
              
              
              Ancak, Atatürk, bu ikinci 
              derecedeki gaye için bir tarih tezi geliştirmeyi düşündü. 
              Düşündüğü bu teze göre: “Türk ırkı Anadolu’da ilk devlet kuran bir 
              millettir. Bu ırkın kültür yurdu, ilk zamanlarda iklimi müsait 
              Orta Asya idi. İklimi daha sonra değişti. Yüksek bir ziraat 
              hayatına geçen, madenlerin kullanılmasını bulan bir topluluk göç 
              etmek zorunda kaldı; Orta Asya’dan doğuya, güneye, batıda Hazar 
              Denizinin kuzey ve güneyinde olmak üzere yayıldı; gittikleri 
              yerlere yerleşerek bildiklerini oralara yaydılar ve geliştirdiler; 
              bazı yerlerde yerli halk ile karıştılar. Irak, Anadolu, Mısır ve 
              Ege medeniyetlerinin ilk kurucuları Orta Asyalı brakisefal ırkın 
              temsilcileridir. Biz bugünkü Türkler de onların çocuklarıyız.” 
              (07)  
                            Cumhuriyetin ilk yıllarında yeni geliştirilen bu 
              tezi, Afet İnan da şöyle özetliyor: “Dünyada yüksek kültürün ilk 
              beşiği Orta Asya’daki Türk anayurtlarıdır. O kültürü kuranlar ve 
              bütün dünyaya yayanlar da Türklerdir. (08) Anadolu, kültür ve 
              medeniyetin bütün dünyaya yayıldığı yerdir. Bütün dünya bu konuda 
              hemfikirdir. Art niyetli batılılar tarafından ısrarla ihtilâf 
              konusu yapılan mesele ise; Bütün medeniyetlere beşiklik, ve hattâ 
              “ANALIK” etmiş olan ve adını bu vasıftan alan, yer yüzünün tek (en 
              değerli) toprak parçası ‘Anadolu’ medeniyetinin; Türklerle değil, 
              başkaca ırk, soy ve milletlerle başladığı iddiasıdır.  
              Bu iddialar en az ‘bülbül dağı’ masalı kadar yalan ve 
              uydurmadır.  
              Buraya kadar yapılan izahlardan da 
              anlaşılacağı üzere, Atatürk, Orta Asya’dan Anadolu’ ya uzanan Türk 
              tarihini bir bütün olarak düşünmüş, dolaylı olarak da Anadolu’nun 
              eski tarihi ile ilgilendirip irtibatlamıştır. Onun tarih 
              çalışmalarının gayesi, Anadolu’nun Türk vatanı oluşundan önceki 
              tarihini araştırmak değil, Türk tarihini bütün veçheleriyle 
              araştırıp ortaya koymak; Buna bağlı olarak da son müstakil Türk 
              devleti olan Türkiye Cumhuriyeti’ni üzerinde kurduğu Anadolu’da 
              bulunmamızı haklı gösterecek delilleri bulmaktır.
              Başta Sümerler, Hitit-Etiler, Aka 
              ve Akatlar olmak üzere Anadolu’da kurulan eski kültür ve 
              medeniyetlere, yani Avrasya-Anadolu’nun gerçek sahip ve tarihi 
              sakinlerine “Türklere” karşı; Daha erken-yakın dönem batılı göçmen 
              ve işgalcileri Rum-Romalı, Pontus, adalı ve Makedonlara dayanarak, 
              mesnetsiz hak iddia edenlere karşı manevî bir savunma silâhı 
              hazırlaması bunun içindir.  
              DAHASI: Tekrarlamakta yarar 
              var.Lozan Antlaşmasından dokuz yıl sonra 1933’de General Mac 
              Arthur’a “Allah nasip eder, ömrüm vefa ederse Musul, Kerkük, 
              Kıbrıs ve 12 Adaları geri alacağım. Selânik’te dahil olmak üzere, 
              Batı Trakya’yı TÜRKİYE hudutları içine katacağım” (09) demesi, 
              ‘Misak-ı Milli sınırlarını tamamlama, bütünleme ve geleceğe 
              sınırlarla ilgili bir sorun bırakmama” konusundaki azim, irade ve 
              kararlılığından dolayıdır.  
              Bu kararlılık, aynı zamanda gelecek nesillere bir vasiyet, ifa 
              ve icrası zorunlu bir kutsal vazife, güvenlik stratejisi, 
              kısa-yakın dönem ideali, Anadolu Türk ülküsü ve “Ordular ilk 
              hedefiniz Akdeniz’dir. İleri..” ve/veya “Muasır medeniyet 
              seviyesini aşmak” gibi, alınması ve varılması zorunlu bir “HEDEF” 
              tir. Bazılarının zannettiği ve art niyetle-kasıtla iddia ettiği 
              gibi Atatürk, Orta Asya Türk tarihine (BÜYÜK ATA YURDUNA) göz 
              yumarak, Türklüğün tarihini Anadolu’nun eski kavimlerine 
              (Sümerler, Hititler, Etiler vs. gibi) bilinçsiz ve dayanaksız 
              teorilerle bağlamaya çalışmamıştır. Aksine, objektif ve gerçekçi 
              bir yaklaşımla Anadolu’nun eski medeniyetleri ile Türk tarihini 
              birleştirme esasına dayanan yeni, doğru ve gerçekçi ‘orijinal 
              tarih tezini’ de; Bütün Türk bilim adamları ve kanaat önderlerinin 
              üzerinde mutabık kaldığı “orijinal bir sentez” olarak Orta Asya 
              Türklüğüne, Ata Yurda bağlamıştır. Bilindiği gibi onun dil 
              ırkçılarına karşı geliştirdiği “Güneş Dil Teorisi” de Orta Asya 
              kaynağına dayanmakta idi.  
              Atatürk’ün Dil ve Tarih tezleri, 
              sentezleri hep aynı anlayışın eseridir. Ancak ve maalesef, 1938 
              tarihli ‘karşıdevrim’ ve Kemalizm’in ‘gizlenen rejim” haline 
              getirilmesi nedeniyle ikisi de tarihî birer “sakıncalı hâtıra” 
              olarak kalmıştır. Yani, her şeyin açık seçik, net anlaşılır 
              biçimde ortada, görünür-bilinir olmasına rağmen, aklın, ilmin ve 
              sağ duyunun; “Milli Tarih Şuurunun” hâkim olamadığı Türkiye’de pek 
              çok konu gibi, Atatürk’ ün tarih, dil ve din (lâiklik) kuramları 
              ve anlayışı da gayesinden saptırılmaya çalışılmıştır. Üstelik adı, 
              hayatının muhtelif evreleri, sonradan uydurulmuş sözde hatıraları 
              ve “bir bütünün içinden cımbızla seçilip ayrılan ve özel bir 
              maharetle amaca uydurulan” vecizeleri kullanılmak ve menfur 
              amaçlara alet edilmek sureti ile şöyle ki; Büyük Ata, Türk 
              İnkılâbının önderi ve Cumhuriyetin kurucusu Mustafa Kemal 
              Atatürk’ün aramızdan ayrılarak ebedi istirahatgâhına çekildiği 
              günün hemen ertesinde “karşıdevrim” başlatarak, ezeli Türk 
              düşmanları Lord Kingros ve Lloyd George’un yoluna giren 
              kadrocular, aydınlıkçılar, dahili-harici bedhahlar, sabetay, 
              dönme, devşirme, ateist ve paganlar (batı uşakları, Türk ve İslâm 
              düşmanları) tarafından; 11.Kasım.1938’den itibaren, Türk Milletine 
              şânlı geçmişini unutturmak, milli şuur ve köklü medeniyetinden 
              koparmak; Özellikle ve bilhassa ATATÜRK’ ü ebediyen hafızalardan 
              silmek için uygulanan menfur, sinsi emperyalist psiko-harp planına 
              göre: TÜRK ün Anadolu’ ya gelişi inatla-ısrarla; 26.Ağustos 1071 
              Malazgirt Zaferine dayandırılmaya çalışılmıştır.
              Bu bir Grek (Yunan-Rum), Sanskrit 
              ve Lâtin tezidir. Maksatlı ve yalandır. Ancak, Gaflet ve 
              dalaletle, ısrarla devam ettirilen AB sürecinde bu ve benzeri 
              beyin yıkama, bölme-parçalama taktikleri sistematik bir bütün 
              olarak devam ettirilmektedir.  Başta Milli Eğitim Bakanlığı 
              müfredatında yer alan bütün (resmi) ders kitapları olmak üzere, 
              piyasada satılan ve özellikle 1938-1950, 1960-2005 arasında 
              basılan kitapların tamamında bu bilgi böyle verilmekte, yalan 
              söylenmekte, tarih tahrif edilmekte ve körpe beyinler “bilinçle” 
              yıkanmaktadır. İlgili, yetkili ve sorumlular gaflet ve dalâlet 
              içindedir. Komşu Yunan Anadolu’ya İyonya derken ve Anadolu 
              halkının kahir ekseriyeti’ nin Türkleştirilmiş ve İslâmlaştırılmış 
              Rum-Yunanlı olduğunu iddia ederken; Bu aymazlık, utanmazlık, 
              ilgisizlik ve kayıtsızlık hicap vericidir. Üstelik İngiliz, 
              Fransız, Amerikan ve Alman kayıt ve kaynakları da bu saçma sapan, 
              asılsız ve mesnetsiz iddiaları tasdik eder ve doğrular nitelikte 
              olup, bu muharref, sahte, uydurma, hayâl mahsulü belge ve bilgiler 
              pekalâ Yunan-Rum ve Ermeni soykırımı gibi, daha büyük ve alçakça 
              bir yalanın, iftiranın sözde ispatı için kullanılmaya 
              kalkışılmaktadır. Bütün bu milletlerin ders kitaplarında koyu bir 
              Türk düşmanlığı işlenmektedir. Buna mukabil, bizim ders 
              kitaplarımızda Ermeni mezalimi, Rum-Yunan, İngiliz, Fransız, Alman 
              ve Amerikan zulmüne ilişkin tek bir satır bile yoktur. Oysa, bu 
              milletler 312 yılından bu yana Anadolu’da asimilâsyon, soykırım, 
              haçlı seferi, gasp, irtikap, katliam ve soykırım yapmakla; 
              Misyoner okulları açmakla ve Anadolu Türk medeniyetini yok etmeye 
              teşebbüsle malul ve mahkum milletlerdir. Çoğu tarih kitabı 
              yazarının Ermeni, Rum, dönme ve devşirme orijinli olduğu göz ardı 
              edilerek, onların kitaplarına itibar edilmekte, ilgili ülkelerin 
              ders programlarında yer alan aleni “TÜRK DÜŞMANLIĞI” na rağmen 
              Türk çocukları adeta “Düşmanlarımıza Dost” bir ruh hali 
              (psikoloji) içinde yetiştirilmeye çalışılmaktadır. Dünyada eşi 
              benzeri görülmemiş bir şey de, “MİLLİ” vasfını haiz iki 
              bakanlıktan biri ve, kat’i surette yabancıların görev almaması 
              gereken bir yerde ‘Milli Eğitim Bakanlığı’ nda yabancı uzmanların 
              çalıştırılması ve hem de söylendiğine göre: Talim Terbiye 
              Kurulun’nda görev yapmalarına müsaade olunmasıdır. Böyle bir vakıa 
              gerçekse; Türk milletinin yapısında, çatısında, kimlik ve 
              kişiliğinde meydana gelen yozlaşma, çürüme, ahlâki ve milli 
              erozyonun suçlusu ve sorumlusu, bizzat, bu hale rıza göstererek 
              görev yapan Milli Eğitim Bakanlarıdır. Bu bakanları atayan 
              kabineler adına Başbakanlar ve onay mercii olan 
              cumhurbaşkanlarıdır. Daha sonra tekrar değinmek üzere, şimdi devam 
              edelim: Yukarda açıklanan menfur süreçte: “Anadolu’da kurulmuş 
              bütün eski medeniyetlerde Türklüğün hakkı vardır. Çünkü bütün 
              yüksek kültürler, medeniyetler Orta Asya’dan çıkmıştır. Orta 
              Asya’nın yerli kavmi de Türklerdir” anlayışı, fikir-tez ve gerçeği 
              tersine çevrilerek çok garip, fanatik batıcı ve Türk düşmanlığı 
              ile malul bir mantıkla âdeta: “Türklerin ataları eski Anadolu 
              kavimleridir; Orta Asya ile bir ilgileri yoktur. Varsa bile 
              Anadolu’ya geldikten sonra, melez (karma-karışık, orijini 
              kaybolmuş) bir millet ortaya çıkmıştır. Biz onların devamıyız” 
              gibi, hiçbir bilimsel yanı ve dayanağı olmayan ve sadece Türk 
              düşmanlarının ekmeğine yağ süren ‘bilim ve gerçek dışı bir iddia” 
              şekline getirilmiştir. Maalesef itibar edilen de budur.
              Bu görüşü ısrarla savunanlardan 
              birisi olan Melih Cevdet Anday, bir yazısında şöyle diyor: “Bugün 
              bilimsel tarihin kaynakları çok daha gerilere götürülmüş ve 
              yorumlar çok değişik biçimler almaya başlamıştır.(...) Bugün bile 
              çocuklarımızın ilkokul kitaplarında Orta Asya’dan -anayurdumuz- 
              diye söz edilmektedir. Buna üzülmek azdır. Çıldırmalıyız. Bizim 
              ana yurdumuz Orta Asya ise, Anadolu nemiz oluyor? Bu soruya 
              karşılık bir Yunanlı çıkıp da “o da bizim ana yurdumuz” derse 
              hoşlanacağımızı pek sanmıyorum. Oysa biz Atatürk’le birlikte bu 
              toprağın uygarlıklarını benimseme yolunu tutmuşuzdur.”(10) Böyle 
              saçma bir yorum ve anlayışla, Atatürkçülüğü ve onun tarih anlayışı 
              ile tarihi gerçekleri bağdaştırmak mümkün değildir. Zira Türklüğün 
              anayurdunun Orta Asya olduğu tarihî belgelerle sabittir.  
              Ayrıca Atatürk devrinde ve onun emirleri ile iki defa 
              yayınlanan “Türk Tarihinin Ana Hatları” adlı kitabın ilk cümlesi 
              “Türklerin ana yurdu Orta Asya’dır” şeklindedir. (10) Atatürk, 
              Türklüğü ve Türk tarihini mutlak bir bütün olarak düşünmüş ve 
              haklı olarak öyle değerlendirmiştir. Doğru olan da budur. Ona göre 
              Türklük ve Türk tarihinin kaynağı Orta Asya’dır. Bütün Türkler, 
              Orta Asya’dan dünyanın diğer bölgelerine yayılmışlardır.  Bu 
              konudaki fikirlerini şöyle ifade etmiştir: “Bizim Türk milletimiz 
              eski ve şerefli bir millettir. Zaten Orta Asya’nın Altay 
              yaylasında yetiştiği için kartalın meziyetlerini daha gençliğinde 
              kazanmıştır. Tâ uzakları görüşü ve hızlı bir uçuşu vardır. Ve bu 
              ruhu barındıracak kadar kuvvetli bir beden sahibidir. Zaten maddî 
              olsun, dimağı (akli) olsun hiçbir sıkıcı kudret içinde durmaz. Bu 
              yaratılışta olduğundan yüksek ana yurdunun dünyadan uzak 
              vaziyetine karşı isyan etmiştir. İşte o zaman bu ilk Türkler 
              başlarını alarak, dünyanın hem doğusuna hem batısına 
              yayıldılar.”(11)   
              Atatürk’ün Türklüğün kaynağını 
              Orta Asya’ya bağlayan ve bugün ilmî bir gerçek olan Türk tarihi 
              anlayışını bir tarafa bırakıp, Türkiye Türklüğüne başka atalar 
              aramak Türk tarihini saptırmaya çalışmaktır. Atatürk, bilim ve 
              gerçek dışı bir şekilde, Anadolu Türklüğünün kaynağını eski 
              Anadolu kavimlerine bağlamaya veya onlarla karışarak yeni bir 
              melez millet meydana getirdiği fikrini yaymaya asla çalışmamıştır. 
              Ancak, silâhla müdafaa ettiği Anadolu’yu tarih ve kültür yoluyla 
              da müdafaa etmek için çalışmıştır. Bugün “millî şuur” sahibi 
              olamamış bazı okumuşlarımız, Orta Asya’dan devam edip gelen Türk 
              tarihi anlayışı yerine durmadan “Anadolu Medeniyeti”, “Anadolu 
              Uygarlıkları”, “Anadolu halkları”, “Anadolu insanı” v.s. gibi 
              gariplikler icat etmektedirler. Anadolu’nun, bugünkü insanları da 
              bütün halkı da Türk’tür. Türk milletinin en az 4000 yıllık yurdu 
              ve mutlak bir parçasıdır Anadolu. “Anadolu halkı” nın, “Anadolu 
              insanı” nın kültürü, gelenekleri, medeniyeti diye bir şey yok; 
              Türk milletinin medeniyeti, kültürü, gelenekleri v.s. vardır. İşte 
              bu nokta-i nazardan hareketle Büyük Önder ATATÜRK, yeni nesillere 
              şöyle bir vasiyet, emanet ve “UYARIDA” bulunmuştur:
              ATATÜRK’ten UYARI (Gazi Mustafa K. 
              ATATÜRK; Yersiz, gereksiz, sebepsiz ve anlamsız değil bir söz, tek 
              bir sözcük bile söylememiştir. Peki, aşağıdaki sözleriyle Atatürk 
              kimlere karşı Türk milletini uyarmak istemiştir? Düşünün ve 
              konuyla ilgisini kurun bakalım!) “Tarihimizi inceleyiniz. Türk’ün 
              çektiği bütün felaketler, karşılaştığı tehlikeler ve kötülükler 
              hep kendi öz benliğini, milli varlığını ihmal ederek, nereden 
              geldiklerini ve ne oldukları, hangi nesle ait bulundukları 
              belirsiz birtakım kimseleri kendilerine yönetici tanıyarak onların 
              bilinçsiz bir aracı olmak durumuna düşmüş olmasıdır.” Mustafa K. 
              Atatürk.
              Şimdi söyleyin bakalım: Atatürk’ün 
              bu uyarısı, günümüz için de geçerli midir? Fakat, elbette, Türk 
              milleti Anadolu’yu yurt-vatan edinmeden önce burada bazı kavimler, 
              milletler ve medeniyetler bulunmuş olabilir. Fakat bunlarla 
              Türklüğün ve Türk Medeniyetinin aynı topraklar üzerinde 
              bulunmaktan başka bir bağı yoktur.(12) Bunu kimse iddia edemez.
              
              
              Anılan topluluklar, olsa olsa, Türk milletinin yüksek 
              medeniyeti, temel bir değer olan insan sevgisi, adaletle himaye ve 
              engin hoşgörüsüne dayanan ‘devlet geleneği’ dahilinde varlıklarını 
              sürdürmüş gruplar biçiminde düşünülebilir. Anadolu’da yaşamış eski 
              kavimlere ait medeniyet kalıntılarını, devletimizin sınırları 
              içinde kaldığı için insanlık adına korumak, onlardan turizm aracı 
              olarak istifade etmek başka şey; onlarla hissî, millî bağ kurmaya 
              çalışmak başka şeydir. Bu iki ayrı konuyu birbirine karıştırmamak 
              lâzımdır. Kaldı ki “eski Anadolu medeniyetleri, kültür ve inanç 
              bakımından bize çok uzaktır. Sanat eserleri vasıtasıyla bile 
              onlarla hissî bir bağlantı kurabilmek bir hayli güçtür. Bunun 
              sebebi, bizim bin yıldan beri onlardan çok farklı bir kültür 
              iklimi içinde yaşamamızdır.”(13) 
              
              Oysa, tarihi eserlere karşı 
              Atatürk ve Türk Milleti’nin gösterdiği himaye, sahiplik, saygı ve 
              koruma, başta Batı medeniyetleri (!) olmak üzere hiçbir devlet ve 
              millet tarafından düşünülmemekte, tam aksine Osmanlı, Türk ve 
              İslâm eserleri tam bir haset, kıskançlık ve amansız bir kindarlık 
              ve nefretle yok edilmektedir. İslâm medeniyetini, özgün eserleri, 
              bilim ve kültüre derin katkıları, yüksek değerleri ve insani yaşam 
              biçimi bakımından başta  Endülüs örneği olmak üzere bütün Avrupa 
              da kazıyan papalık, Portekiz ve İspanyadır. Osmanlı-Müslüman-Türk 
              eserleri yönünden ise Batıda Po ovasından (İtalya) tutun, eski 
              Yugoslavya, Arnavutluk, Yunanistan, Bulgaristan, Macaristan ve 
              Romanya en kötü örnekler durumundadır. Üstelik vahşi batı bu 
              tahribatı örgütlü ve plânlı bir biçimde yapmaktadır.  
              Bu amaçla Sırp-Çetnik, Schwaba (Alman-Fransız-İtalyan) 
              ağırlıklı olarak (1364) kurulan, Çrna Ruka diye anılan ve 
              Osmanlı’ya çok büyük hasar, maddi-manevi zarar veren ve büyük 
              tahribatların mesulü olan “kara el” çetesi bu devletler tarafından 
              sevk, idare ve organize edilmiş olup;  Kara El’ in birinci 
              vazifesi Türk ve Müslümanları, ikinci vazifesi ise: Türk ve 
              Müslüman eserlerini yok etmek, Türk ve Müslümanların Musevi, İsevi 
              ve diğer dünya halklarına vaki himmet ve hizmetlerini unutturarak 
              tarihten silmek, üçüncü ve son (muhtelif namlar altında güncel) 
              vazifesi de: Türk, Osmanlı ve İslâm kaynaklarını tahrif ederek, 
              günümüz AB stratejilerinin gerçekleşmesine zemin hazırlamaktır. 
              Hariçte daima ve her fırsatta bu yıkım, tarumar, tahribat, 
              tarihten ve tabiattan silme eylemini sürdüren bu menfur örgüt (CR/daha 
              sonra CFR) vasıtasıyla 16 Eylül 1863’de Amerikalı misyoner 
              Christopher Robert, dönemin en yüksek dereceli mason, misyoner 
              casus ve Yahudilerinden, İstanbul’ da yerleşik, tebaadan bir 
              tüccar Cyrus Hamlin ile papalık ve patrikhane tarafından kurulan 
              Robert Kolej; Osmanlının parçalanması ile Türk’lerin Öz Yurdu 
              Anadolu’nun maddi ve manevi tahribatını üstlenecek ve fiilen 
              yürütecek kadroların oluşturulması görevini üstlenmiş ve 
              yürütmüştür. 1900’lerden itibaren her derece ve düzeyde devlette 
              yerleşik (kadrolaşmış hale gelen) resmen görev, yetki ve 
              sorumluluk alan Robert Kolej mezunları; Harici bedhahlara büyük 
              destek sağlamış ve dahili bedhahlar sıfatıyla yetiştirildikleri ve 
              kirli amaca uyum sağladıkları için en büyük ihanetlerini 
              Osmanlı’ya karşı tezgâhlayarak, art arda ihanet ve bizzat 
              hazırlanan felâketlerle koskoca devleti bitirmişlerdir. Daha 
              bitmedi. Bu sistemli ajitasyon, cebri işgal, faşist yönetim, 
              jenosit-soykırım, şer ve şeytani zihniyet tarafından 12 Adalar, 
              Girit ve Rodos’ta tek bir Türk eseri kalmamış; Şimdilerde Güney 
              Kıbrıs çete devleti dahi Türk-İslâm eserlerini mezarlık ve tarihi 
              evler, türbe, han ve hamamlar dahil yer yüzünden silmeye ve yok 
              etmeye koyulmuştur. İşte ‘batı medeniyeti’ dediğimiz kefere bu 
              kadar cahil, cani ve ruh dengesi bozuk bir katiller güruhudur.
              
              
              Bulgaristan’dan öte, Romanya’dan 
              itibaren Azerbaycan’a kadar olan coğrafyada da aynı eser-tarih 
              katliamını görmek mümkündür. Osmanlı-Türk, İslâm eserlerine karşı 
              en büyük katliamı ise İslâm düşmanı ve din tüccarı Vahhabi Suud 
              ailesi yapmıştır ve halâda yapmaktadır. Aslen Beni Kaynuka 
              soyundan asaleten Yahudi (dönme) olan Suud’lar ve Faysal’lar; 
              Kafadan ABD, gönülden İsrail ve mideden İngiltere ve Fransa’ya 
              bağlı, lâkin dünyanın bir numaralı Atatürk ve Türk düşmanıdırlar. 
              Nihai vukuatları ise, Mekke’de kalan son Osmanlı kalesini de yerle 
              bir etmek ve yıkılan kalenin yerine bir otel yapmak olmuştur. 
              Hatırlayınız. Dahildeki Robert Kolej orijinli yöneticiler ile El 
              Ezher çıkışlı din tüccarları Arap’a çanak tutmuş ve muhtemelen 
              bazı kirli çıkarlar ve esasen taptıkları para uğruna kutsal şehir 
              Mekke-i Mükerreme de kalan son ecdat eserine sahip 
              çıkamamışlardır. Bu “tek tanrıları PARA olan” fakat yanı sıra 
              İsrail-AB-ABD’ye de tapan Robert Kolej, Şam veya El Ezher orijinli 
              Anadolu düşmanları, dönme, devşirme ve sabetaylar; TC dışında yer 
              alan nadir Türk ve İslâm eserlerinin tahribine (mahsus) seyirci 
              kaldıklarından başka, 1963 yılından itibaren AB destekli projeler 
              ihdas ederek; Sözde “Dinler Arası Diyalog”, “Haç Turizmini 
              Teşvik”, “Anadolu Kültür ve Medeniyetlerini Yaşatma” adı altında 
              “Anadolu Türk (Sümer, Eti/Hitit, Selçuklu, Osmanlı ve diğer) 
              eserlerini yok etme ve tamamı putperestlere ait sapık tapınak, 
              meyhane, Pazar, panayır ve tiyatrolardan ibaret “eski Roma” 
              eserlerini, tarihi dekor, adet, gelenek ve görenekleri dahil ihya 
              etme kalkışmalarına çanak tutmaktadırlar. Oysa, bütün bu eserler 
              Türk’ün iyi niyetli koruması, sahiplenmesi, engin hoşgörü ve 
              müsamahası sayesinde bu günlere ulaşabilmiş değil midir? Bütün bu 
              kin, nefret, cürüm işlemek için insanları, devlet ve milletleri 
              tahrik, örgütlü güçleri teşvik ve yegâne eğilim, amaç ve varlık 
              sebebi Türk milletini Anadolu’ dan tahliye olan papa (BABA)‘nın 
              son mesajı:  
              “ÜLKENİZİ (Anadolu’yu) VE DİNİZİ 
              (İslâm’ı) BIRAKIN” değil mi ! (*)
              Fazla uzatmayalım. İşte, bu ve 
              benzer binlerce nedenle, dünyanın en medeni milleti Türklerdir. 
              Geri kalmışlık sadece ekonomi ve teknoloji alanındadır. O’ da 
              “Madde ve Manâda Bütünlük” konulu makalemizde (14) bütün 
              safhalarıyla arz ve izah ettiğimiz şekilde; Gaflet ve dalâlete 
              düşen son Osmanlılar, İttihat ve Terakki partisi mensupları ile 
              bunların himayesinden yararlanarak vatanı tahrip eden dahili ve 
              harici bedhahların ABD ve AB ülkeleriyle müşterek marifetidir. 
              Ancak, hangi maksatla olursa olsun, Türkiye tarihini Türk 
              tarihinden kopararak “Anadolu tarihi” ve “Anadolu medeniyetleri” 
              içinde mütalaa etmek isteyenlerin artık gaflet ve dalâlet-ihanet 
              uykusundan uyanmaları gerekir. Çünkü böyle bir anlayış Türklüğü 
              bölmekten, Türkiye Türklüğünü dünya Türklerinden koparmaktan başka 
              bir işe yaramaz.  
              Bu istikamette faaliyet gösteren gafil ve hainler hakkında 
              Atatürk; “Türk birliği’ ne inanıyorum, çünkü onu görüyorum” 
              diyerek işaret etmiş, Türk Birliğini nihai hedef olarak göstermiş 
              ve kat’i irşâdını bu şekilde bildirmiştir. (15) Ulu önder 
              Atatürk’ün bu istikametteki kararlılığının bir başka delili de; 
              “Bugün Sovyetler Birliği dostumuzdur. Komşumuzdur. 
              Müttefikimizdir. Bu dostluğa ihtiyacımız vardır. Fakat, yarın ne 
              olacağını kimse bu günden kestiremez. Tıpkı Osmanlı gibi, tıpkı 
              Avusturya-Macaristan gibi parçalanabilir. Ufalanabilir. Bugün 
              elinde sımsıkı tuttuğu milletler avuçlarından kaçabilirler. Dünya 
              yeni bir dengeye ulaşabilir. İşte o zaman Türkiye ne yapacağını 
              bilmelidir. Bizim bir dostumuzun idaresinde; Dili bir, inancı bir, 
              özü bir kardeşlerimiz vardır. Onlara sahip çıkmaya hazır 
              olmalıyız. Hazır olmak, yalnızca o günü susup beklemek değildir. 
              Hazırlanmak lâzımdır. Millet buna nasıl hazırlanır? Manevi 
              köprüleri sağlam tutarak.. Dil bir köprüdür. İnanç bir köprüdür. 
              Milletimize inmeli ve olayları böldüğü tarihimiz içinde 
              bütünleşmeliyiz. Onların, (Türkiye dışındaki Türklerin) bize 
              yaklaşmasını bekleyemeyiz. Bizim onlara yaklaşmamız gerekli.” (16) 
               Burada verilmek istenen çok açık bir masaj var. O’ da, “Önce ve 
              mutlaka Misak-ı Milli sınırlarını korumak, tahkim etmek ve 
              tamamlamak gerekir. Tamamlamak nedir ? Milli yeminin icabı olan 
              Kıbrıs, 12 Adalar, Selânik dahil Batı Trakya, Musul-Kerkük ve 
              Nahçivan’ı geri alarak ülkemiz sınırlarına katmak, Azerbaycan 
              sınırlarına dayanmak suretiyle Türk Birliği’ne giden yolu 
              açmaktır.” Alınması gereken mesaj ve anlaşılması-yapılması gereken 
              budur. Bu da, önce ANADOLU’ da sağlamlaşmak ve ebedileşmek ile 
              mümkündür.  
              Önce, Anadolu üzerindeki kara bulutlar dağıtılmak ve Avrasya 
              sağlama alınmak, milli hakimiyet, hürriyet-bağımsızlık ve 
              hükümranlık garanti altına alınmak zorundadır. Büyük nutkunda Gazi 
              Mustafa Kemal şöyle diyordu: “Dünyanın bize saygı göstermesini 
              istiyorsak, önce bizim kendi benliğimize ve milliyetimize bu 
              saygıyı hissi, fikri ve fiili olarak bütün davranış ve 
              hareketlerimizle gösterelim. Bilelim ki, milli benliğini bulamayan 
              milletler başka milletlerin avı olurlar. Milli varlığımıza düşman 
              olanlarla dost olmayalım. Böylelerine karşı bir Türk şairinin 
              dediği gibi;
               “Türküm ve düşmanım sana, kalsam 
              da bir kişi” diyelim.  
              Düşmanlarımıza bu gerçeği anlattığımız gün, fikrimize, 
              idealimize, geleceğimize yan bakan her kişiyi düşman kabul 
              ettiğimiz gün, milli benliğe uzanacak her eli şiddetle kırdığımız, 
              milletin önüne dikilecek her engeli derhal devirdiğimiz gün, 
              gerçek kurtuluşa ulaşacağız. Ve, sizler gibi aydın, azimli, imanlı 
              gençler sayesinde bu kurtuluşa ulaşacağımıza emin olabilirsiniz..” 
              (17) Ayrıca; “Türk milleti kurtuluş savaşından beri, hattâ bu 
              savaşa atılırken bile, mahkûm milletlerin hürriyet ve bağımsızlık 
              davalarıyla ilgilenmeyi, o davalara yardım etmeyi benimsemiştir. 
              Böyle olunca, kendi soydaşlarının hürriyet ve bağımsızlıklarına 
              ilgisiz davranılması elbette uygun görülemez.  
              Fakat, milliyet davası şuursuz ve 
              ölçüsüz bir dava şeklinde düşünülmemeli ve savunulmalıdır. 
              Milliyet davası siyasi bir mücadele konusu olmadan önce şuurlu bir 
              ideal meselesidir. Şuurlu bir ideal demek pozitif bilimlere ve 
              bilimsel yöntemlere dayandırılmış bir hedef ve gaye demektir. O 
              halde, propagandalarda denenmiş yöntemlere müracaat etmek şarttır. 
              Türkiye dışında kalmış olan Türkler, önce kültür meseleleriyle 
              ilgilenmelidirler. Nitekim biz, Türklük davasını böyle uygun bir 
              ölçüde ele almış bulunuyoruz. Büyük Türk tarihine, Türk dilinin 
              kaynaklarına, zengin lehçelerine, eski Türk eserlerine önem 
              veriyoruz. Baykal ötesindeki Yakut Türkleri’nin dil ve 
              kültürlerini bile ihmal etmiyoruz.” (18) Dahası; “Türk eli 
              büyüktür ve yeryüzünde yalnız o büyüktür. Her yeri dolduran 
              Türk’tür ve her yanı aydınlatan Türk’ün yüzüdür. Diyarbakırlı, 
              Vanlı, Erzurumlu, Trabzonlu, İstanbullu, Trakyalı ve Makedonyalı 
              hep bir ırkın evlâtları, hep aynı cevherin damarlarıdır. Bizim 
              yeni işimiz budur. Bu damarlar birbirini tanısın. Bu dediğim şey 
              olduğu zaman, başka bir alem görülecek ve alem dünyaya hayret 
              verecektir. Türk’ün varlığı bu köhne âleme yeni ufuklar açacak 
              güneş ne demek, o zaman görülecek. Bu karmaşık işlerin içinden 
              yükselebilmek için bize dirilik gerekir. Birlik onunla beraber 
              yürür. Diri yalnız Türk milletidir. Birliği ortaya koyan da 
              Türktür, dilediğine ne olduğunu anlatan da Türk’tür, 
              çalışalım”(19) Bu ayrıntıları, bilhassa 1938’den itibaren 
              yürürlüğe konulan içine kapanma, Türk dünyasından uzaklaşma ve 
              Batının tefessüh etmiş kültürüne entegre olma eğilimlerinin, başta 
              Atatürk olmak üzere ‘kurucu unsurun” kahir ekseriyeti tarafından 
              tasvip edilmediğini açıklamak ve ispatlamak maksadı ile konuya 
              eklemiş bulunuyorum.  
              Şimdi tekrar ayrıntılara 
              daldığımız yere dönelim:
              Yine dilimizi “Özleştirme” adı arkasında da aynı oyunların 
              oynandığı düşünülürse, izah etmeye çalıştığımız “Anadolucu tarih 
              ve siyaset anlayışının”, “Anadolu medeniyetleri” sevdalılarının 
              eliyle dünya Türklüğünün merkezi ve öncüsü olmaya çalışan Türkiye 
              Türklüğü üzerinde oynanan. oyunları kolayca anlaşılır. Hele 
              bunları Atatürkçülük adına yapmak büyük bir Türk milliyetçisi, 
              Türklüğün 20.yüzyıldaki büyük öncüsü Atatürk’e karşı gaflet içinde 
              değil ihanet içinde olmak demektir. “Tarih yazmak, tarih yapmak 
              kadar önemlidir. Eğer yazan, yapana sadık kalmaz ise, değişmiş 
              olan hakikat şüpheli bir şekil alır ki, beşeriyetin yolunu 
              değiştirir. Biz daima hakikati arayan ve onu buldukça ve 
              bulduğumuza kani oldukça söylemeye cesaret gösteren insanlar 
              olmalıyız. Tarih bir milletin kanını, hakkını, varlığını, hiçbir 
              zaman inkâr etmez, edemez.” (21) Anadolu (AVRASYA) ile bu 
              coğrafyayı bütünleyip tamamlayan Suriye, Lübnan ve Kudüs 
              interlandı, yıllar önce batının ‘müstakbel yaşam alanı’ olarak 
              seçilmiş ve belirlenmiş, dünyanın en önemli, değerli, iklimi ideal 
              ve zengin topraklarıdır.  
              Oldum olası batının gözü 
              buradadır.  
              Bu batı için bir idealdir. 
              Sevdadır.
              Bu sevdadan kolay kolayda 
              vazgeçmeleri mümkün değildir.
              Bu nedenle, büyük önder Atatürk’ün 
              yukarda açıklanan ve ‘ezel-ebed düşman batının’ menfur emellerine 
              dikkat çeken söz, nasihat ve vasiyetleri, bütün Anadolu, dünya  ve 
              uzay Türklüğü tarafından bilinmeli, çok dikkatli, tedbirli ve 
              akıllı olunmalıdır.  
              Aslında bu, 1500 yıldır inatla, 
              ısrarla sürdürülen menfur bir de’zinformasyon ve psikolojik harp’ 
              in ürünüdür. Bu taktikle Selçuklu öncesi Anadolu kana bulanmış, 
              Selçuklu parçalanmış, Anadolu Beyliklerine ihanet ve fesat 
              tohumları saçılmış ve Osmanlı’nın yeni bir Türk Devleti olarak 
              kurulmasını önlemek için her türlü gayret sarf edilmiştir. Osmanlı 
              kurulduktan sonra ise, İsevi din adamları, Yahudiler, Hahamlar, 
              Kilise, PAPA ve Papazlar kullanılarak çok sinsi ve alçakça bir 
              faaliyetle 1923’e kadar bu menfur faaliyetlerini ısrarla 
              sürdürmüşlerdir.
              Öyle ki, Osmanlı’yı yıkan ve 
              parçalayan, ırkçılığı körükleyen ve bölücülük yapan bütün din ve 
              devlet adamları (çete başları) milli sınırlar içinde faaliyet 
              gösteren misyoner okulları ve yabancı misyon kolejlerinden 
              mezundur.  
              Bu hain, menfur plânın ikinci 
              aşama, son evresi olan ve Osmanlı Coğrafyasını taksim etmek, 
              parçalamak ve bölmek amacını matuf Birinci Dünya Savaşı’nın 
              Anadolu’da vaki hareket ve faaliyetlerini şöyle bir gözden 
              geçirelim bakalım: Tıpkı bugün olduğu gibi o zaman da yabancılar 
              toprak alıyorlardı. Başta Ege, Akdeniz, Hatay, Van ve civarı ile 
              Kars, Rize (Potamya-Güneysu) dolaylarında bu arazi ve emlâk 
              alımları yoğunlaşmıştı. Özellikle, Merzifon'da, Amerikalı 
              misyonerler bazı arazi ve tarlaları satın almışlardı. Merzifon, 
              Pontus faaliyetinin bölgedeki önemli merkezlerinden biri olmuştu. 
              "1884 tarihinde Amerikan misyonerlerinin teşebbüsüyle şehrin 
              kuzeyinde bir kısım arazi ve tarlalar satın alınmıştı. Buralarda 
              inşaata başlanarak kısa zamanda ev, okul, aşhane, kütüphane, 
              marangozhane, eczane, hastane gibi birçok müesseseler meydana 
              getirilmişti. Öksüzler ve dilsizler mektebi de bulunduğu gibi, o 
              zamanlara göre ilk, orta, lise derecesinde tahsil gösterilen her 
              derece ve düzeyde okul ve Kolejlerde lisan olarak İngilizce, 
              Fransızca, Rumca ve Ermenice okutuluyor ve konuşuluyordu. Kısmen 
              Arapça, Farsça, Türkçe dersleri de vardı." Atatürk bir yandan 
              Milli Mücadeleyi örgütlüyor, bir yandan da yabancıların dört bir 
              yanda yürüttüğü ihanet faaliyetlerini tespit etmeye, izlemeye ve 
              önlemeye çalışıyordu. Zira, bütün Misyoner okulları Kurtuluş 
              Savası'na karsı emperyalist işgalci güç ve ülkelerin savaş aygıtı 
              konumunda ve durumunda idiler.  
              Asi ve işgalci düşmanla, casusluk, 
              tahkim, iaşe, ibade ve insan gücü temin-takviye dahil tam bir 
              işbirliği içinde hareket etmekte ve faaliyet göstermekte idiler. 
              Atatürk ve arkadaşları tarafından yürütülen milli mücadeleye karşı 
              çok hain ve mukavim bir güç durumuna gelmişlerdi. Bu yolda 
              Amerikalıların yardımı ve yönetiminde, Merzifon Amerikan Koleji'ne 
              Amerikan malı silahlar getirilmiş, Rum gençleri örgütlenmiş, 
              okulda ayrılıkçı kulüpler kurulmuştu. Büyük Millet Meclisi 
              hükümetinin kararıyla büyük bir soruşturma başlatıldı ve okul 
              kapatıldı. Bunu diğer il ve bölgelerdeki misyoner okullarının 
              kapatılması takip etti. Atatürk'ün masonlar ve misyonerliğe karşı 
              nefreti büyük ve tavrı net idi. Örneğin, ağır işgal koşullarında, 
              Amerikanın Yakındoğu Heyeti'nin yetimhane, çiftlik ve okul açmak 
              için izin istemesine karşı aldığı tutum son derece sertti. 
              Atatürk, 3 Ocak 1921'de İçişleri Bakanlığına gönderdiği müstacel 
              (acil ve zaruri) bir yazıda: "Amerikalılar tarafından numune 
              çiftliği ve sair benzeri müesseseler husule getirilip buralarda 
              kendi tebaamızdan olan binlerce çocuğun Türk hükümeti ve milletine 
              karsı dostane ve sadıkane olmayan hissiyatla donanmış olarak 
              yetişmelerine asla müsaade ve müsamaha edemeyiz" denmekte ve 
              hükümetleri vatan topraklarını yabancılara satmaktan men 
              etmektedir. İktisadi, sınai (endüstriyel) amaçlar ile bu amaçların 
              tahakkuku ile mukayyet muvakkat satışa izin veren ve fakat bunun 
              haricindeki satışlara kesinlikle ve asla izin vermeyen “Köy 
              Kanunundaki düzenlemeler” Atatürk tarafından yapılmıştır. Köy 
              Kanununda yer alan “Yabancılara gayrimenkul satışına ilişkin” 
              yasakları kaldırarak, yasada amir usul ve esasları değiştiren 
              hükümetlerin ne denli Türk, ATATÜRK ve ANADOLU düşmanı olduklarını 
              varın siz taktir edin. Üstelik, mütekabiliyet ilkesinin tabii bir 
              gereği olan “milli değerleme” norm, ilke ve kriterlerinin satış 
              şarlarına dahil edilmemiş olması, mezkür eylemin (1974 yılı 
              itibarıyla yargı ve Anayasa Mahkemesi kararları mucibi) tam bir 
              “vatana ihanet” suçunu oluşturduğu ayan beyan malûmdur.  
              Oysa, ANADOLU, tefessüh etmiş Avrupa’nın gelecekteki “en ideal 
              yaşam alanı” olarak seçtiği ve asırlardır ele geçirmeyi hayâl 
              ettiği “efsanevi” bir coğrafya, mucizevi bir toprak parçası ve yer 
              yüzünün en mükemmel iklim ve yaşam koşullarına sahip alanıdır. Yer 
              yüzünde ANADOLU kadar değerli başkaca bir toprak parçası yoktur. 
              Merhum, adı  Anadolu ile müsemma ve müstesna büyük ATA 
              bakınız Anadolu’yu nasıl algılıyor, ne kadar veciz, edebi, 
              duygusal ve eşsiz, harikulâde bir lisan ile anlatıyor:
               ANADOLU ve VATAN SEVGİSİ
              Bu bölüm içinde Atatürk’ün, (muhtemelen) yıllardır gizlenen ve 
              gün ışığına çıkartılmayan “ANADOLU ve VATAN SEVGİSİ” üzerine çok 
              veciz bir söylemini, belki de  ilk defa olmak üzere sizlerle 
              paylaşmak istiyorum:  "Aziz ülke, Büyüklüğün ve iyiliğin ezeli 
              perestijkarı (sevdalısı) olan Anadolu evlatları, Son hayat ve 
              istiklal cenginde, beşeriyetin yaratamayacağı varlıkları imanlı 
              kalplerinden taşan bir kuvvetle vücuda getirirlerken, onun içinde 
              bulunmayanlar, o mukaddes heyecanı yaşamayanlar, kim bilir, o 
              büyük kuvvetin ilhamını milletimizin hangi membadan aldığını 
              tasavvur ve tahayyül ederler; Ve kim bilir bu büyük işi ne yanlış 
              bir muhakeme ile tahlil ve tetkik ederler. Anadolu'yu dışından ve 
              içinden sezmeyenler, yeşil, sık ormanlarının dallarını yararak, 
              bereketli ve sonsuz ovalarına inmeyenler; tufanların yardığı 
              keskin kayalarıyla semayı delen dağların demir ve bakır sinesinden 
              aşarak büyük ovalar içinden gürültüler, kıyametler koparıp 
              çağlayan ırmakların soğuk sularından içmeyenler; Ve yanık 
              sesleriyle hasret türküsü çağıran memleket kızlarını, dertli 
              kavalına uzun ve eski hatıraları üfleyen engin ruhlu Anadolu 
              çobanlarını karşısına alıp dertleşmeyenler, o kudret ve kuvveti 
              bir türlü anlayamazlar. Anadolu! Ey gönülleri hicran ve hasret 
              dolu anaların evlatlarını göğsünde barındıran sevimli ve tarihi 
              yurt! Ey büyük kahramanların her bucağında at oynattığı aziz ülke. 
              Sen o kadar esrarlı ve tılsımlı güzelliklerin, yüksekliklerin 
              içtimagâhısın ki: Fırtınalardan ilham alan şairlerin kalemi ancak 
              senin bir ağacının dalı ve tabiatının güzelliğinden levha yaratan 
              ressamların eseri, senin güzelliğin yanında nihayet bin bir renk 
              ve manzaranın bir parçasıdır. Anadolu'da sönmeye mahkûm aşklar, 
              bülbüllerin candan gelen ve cana tesir eden sesiyle, sönmek üzere 
              bulunan hayatlar taze çam ağaçlarının keskin ve zevk-aver 
              kokularıyla, hasretten eriyen gönüllerde saz şairlerinin ruhtan 
              ruha ateşli bir sel halinde süzülen feryatlarla verilir. Korkunç 
              ölüm, bu diyarın üzerinden korkarak geçer. Ölmeyecek milletin bu 
              ebedi mekanı üzerinde baykuş feryadını bülbül sesi boğar, hasta, 
              alil ihtiyarların son iniltilerini cenk havası içinde bir kasırga 
              gürültüsü koparan genç Anadolu çocukları dindirir.  
              Burada her dermansız;  kahramanlar 
              karargahına kurþ’un ve gülle taşımak için yerinden kımıldanır ve 
              gökten inen bir ses, bütün ruhlara hayat ve hareketi emrettiği 
              zaman, Anadolu'da boş duran bir tek Türk'e rast gelmiş bir çift 
              göz bulunamaz. İstiklal ve zafer uğrunda dökülen kanlarla sinesini 
              süsleyen Anadolu'da renksiz ve soluk bir manzara yok gibidir. 
              Orada her şey ateşli rengiyle gözleri yakar. Bu diyarda yaşayanlar 
              dünden bugüne ve bugünden yarına kahramanlık, şeref ve fedakarlık 
              taşımaya memur edilmiş, ümit ve iman telkinine gönderilmiş manevi 
              birer heyet gibidir. Her evin içinde dünün şerefini yaşatmak için 
              bugününü feda edenlerin isimleri, her mübarek günde en derin 
              hürmetlerle anılır.  
              Ekseri çocukların gözlerinde daima iki damla yaş ve göz 
              bebeklerinde titreyen solgun bir hayal görürsünüz. Bu çocuklar 
              meçhul kahramanların yadigarlarıdır. Yurdun her bucağından esip 
              gelen rüzgarları, büyük şehidlerin kahramanlık hislerini 
              küçüklerin kalbine bırakır. Onun içindir ki her evde yaşayan küçük 
              kalplerin içinde büyükler vardır ve her Anadolu evi kimsesizlere 
              kapısını şefkat ve hürmetle açan birer yuvadır. Anadolu'yu 
              gezenler, gördükleri şekle bakarak hükümlerini vermeye kalkarlarsa 
              aldanırlar. Tabaka tabaka onu saran tarihi yaprakları birer birer 
              çevirmedikten tetkik etmedikten sonra, Anadolu için rey vermek 
              doğru olamaz. Anadolu'da saf ruhların bağlı kaldığı ölümsüz 
              hatıralar vardır. Mübarek günlerde ziyaret edilmesi, miras gibi, 
              ecdattan intikal etmiş öyle mezarlar vardır ki, bunlarda çok uzak 
              zamanlara ait gazaların kahramanları yatar.
              Anadolu köylüsü bu ziyareti ifada 
              kusur etmeyi en büyük günah bilir ve bu ziyaret her gün; ölen ve 
              yaşayan kahramanların gurur veren destanlarını yad ve tekrar ile 
              eda edilir. Anadolu yavrusunun süzgün ve kayıtsız gibi görünen 
              bakışlarının altındaki vefakar ve asil nurunu görmek ve anlamak 
              için ruhunu bilmek lazımdır. Anadolu evladı, bulutlar içindeki 
              yıldızlara benzer: Küçük bir heyette gizlenmiş koca bir âlem. 
              Yabancılara açılmayan kalbinin ifadesini yalnız gözleri ifşa eder.
              Onlar büyük tahammüllerin 
              timsalidirler.
              İhtiyar tarih, hiçbir vakit bu 
              kadar sabur (sabırlı) bir millete tesadüf etmemiştir. Anadolu 
              evladı, bugüne kadar gözü kapalı girdiği muharebelerden bin bir 
              zaferle dönmüştür. Bugün ise gözleri açık olarak atıldığı 
              mücadeleden, mutlaka istiklaline sahip bir devlet vücuda getirerek 
              çıkacaktır.
              Çünkü Anadolu evladının mukadderi 
              bu!
              Bizim yolumuzu çizen, içinde 
              yaşadığımız yurt, bağrından çıktığımız Türk Milleti ve özümüzden 
              aldığımız güç ve güvendir." Gazi Mustafa Kemal ATATÜRK.
              Şimdi tekrar günümüze dönelim. ABD-Papa destekli AB kisve ve 
              maskesi ardında uygulanan menfur projenin son aşamasına bakalım: 
              Yukardan itibaren anılan ve açıklanan bu, kapitalist-emperyalist 
              psikolojik harp planına göre 1071 tarihinin (bazı gafil iç 
              unsurlar ve hattâ çok milliyetçi geçinen kesimler dahil olmak 
              üzere) inatla tekrarlanıp durulmasının altında; Özellikle ve 
              bilhassa vahşi, hırsız, yolsuz ve emperyalist batının ezeli ‘şark 
              meselesi’, Vatikan’ın ‘hilâli-salip” çatışması, dinler arası (!) 
              diyalog konsepti; Büyük Britanya İmparatorluğu’nun (İngiltere’nin) 
              21 Temmuz 1923’de Lord CURZON önderliğindeki İngiliz delegasyonu 
              ile genç Türkiye Cumhuriyeti’nin Lozan heyeti adına İsmet İNÖNÜ 
              tarafından (Türkiye ile İngiltere arasında) imzalanan “Türkiye 
              Cumhuriyeti Devleti’nin ÖZERK ancak, sonuç olarak İngiliz 
              Milletler Topluluğu üyesi olduğunu kabul eden anlaşma”; ve dahi, 
              1939 ile 1950 arasında Türkiye ile başta ABD olmak üzere 
              Yunanistan, İngiltere, Almanya ve diğer ülkeler arasında (Türkiye 
              ve Türk-İslâm halkı aleyhine) akitli “GİZLİ ANLAŞMALAR” 
              kullanılarak Anadolu’ya el koyma niyetleri ile bu amaç ve 
              istikamette 1945’li yıllarda ABD’nin planladığı "Yeşil Kuşak 
              projesi” ürünü: ‘günümüz söylem biçimi’ ile bir nevi ‘ılımlı 
              İslâm’ tarzında tanımlanan “tarihi anlam, önem, dini değer ve 
              içeriğinden soyutlanmış, içi boşaltılmış” Türk-İslam sentezi” 
              yatmaktadır. Yani, emperyalizme karşı verilen efsanevi bir red, 
              direniş ve başkaldırı sonucu Mustafa Kemal ATATÜRK ve arkadaşları 
              tarafından kurulan milli-laik, özgür, hâkim ve hükümran, tam 
              bağımsız ve bağlantısız Türkiye Cumhuriyeti yerine; 1750–1900 “Bir 
              İmparatorluğun Yağması” yıllarını yaşayan “Batıya kul-köle, 
              dinini, diyanetini, milliyetini, milli, ilmi ve kültürel 
              değerlerini unutmuş, AB ve ABD’ye açık Pazar olmuş, yüksek değer 
              ve tarihi devlet geleneğinden arınmış "Ilımlı İslam" veya 
              ‘dejenere bir yeni Osmanlı’ (!) sistemi... Yahut da, evanjelist 
              sahte peygamberlerin insani yönden mutasyona uğramış  din 
              tüccarları için yazıp hazırladıkları “gerçek furkan” ve buna 
              dayalı olarak BOP ve BİP, Hiçbir dini, ilmi ve İslâm’ i hükmü 
              (değer ve gerekliliği) haiz olmayan halifeliğin ihyası v.s.. Bu ne 
              enteresan ve ham bir hayâldir. Lâkin, son Osmanlı halifesi dahil, 
              pek çok Osmanlı din adamı (!) ile vükelâsının mason, misyoner, 
              dönme, devşirme yahut sabetay olmasından cesaret alınarak 
              geliştirilmiş bir ‘menfur’ plân. Yani ütopya.  Aslında Proje, 
              Batılı Hıristiyanlar tarafından, yaklaşık 2000 yıl önce Anadolu’ya 
              gelerek yerleşmiş Türklere karşı bir tedbir olarak ilk kez 19 
              Haziran 325 tarihli İznik Konsüller toplantısında ele alınmış ve 
              yürürlüğe konulmuştur. 625 yılında tekrarlanan toplantıda; Bu 
              menfur projenin pekiştirilmesi yanında, 2533 İncil arasından 4’ü 
              seçilip, Barnaba İncili aforoz edilmek suretiyle “kapitalizm ve 
              emperyalizm” İncil’le bütünleştirildi. Engizisyon mahkemelerinin kurulmasına karar verildi. Hızla 
              ilerleyen ve genellikle Hun, Ak Hun, Avar, Bulgar, Çuvaş ve 
              Peçeneklerin itibar ettikleri Bogomile mezhebine karşı en vahşi 
              önlemlerin alınmasında mutabık kalındı. Mevcut İnciller her türlü 
              İslâm’ i mesaj, ima-imaj, Kur’an la uyuşan ve örtüşen söz, söylem 
              ve son peygamberin adı ile Müslümanların yaşam biçimlerini 
              anımsatan kelime ve kavramlarından ayıklandı. Barnaba İncil’i ise 
              “Muhammet veya Ahmet isminde bir peygamberin ‘son peygamber’ 
              olarak geleceğini ve bütün İsevilerin Muhammed’e intisap etmesi 
              gerektiğini müteakip yerlerinde ‘açık birer ayet olarak’ ihtiva 
              ettiği (Kur’an da yazılı olduğu biçimde haber verdiği) ve çoğu 
              yerinde Müslümanların kitabı ile uyuşup örtüştüğü için dışlandı. 
              Bütün dünyada toplatıldı, Yakıldı ve yok edildi.  
              Bu kararlar doğrultusunda, 1071 öncesi asırlardı Anadolu’da 
              mukim ve fakat Müslüman Türkleri asimile etmek ve sonrasında ardı 
              arkası kesilmeyen Türk ilerleyişini durdurmak, Kudüs ve 
              Hıristiyanların diğer kutsal saydıkları yerleri geri almak için 
              1096-1270 yılları arasında toplam sekiz Haçlı Seferi ve bir dizi 
              küçük sefer düzenlendi. Netice alınamadığı görülünce bu defa 
              Papalar, Haçlı Seferleri boyunca ve sonrasında "Anadolu ve 
              Rumeli'yi istila etmekte (kurtarmakta) olan Türklere karsı Avrupa 
              milletlerini ayaklandırmak için bütün teşkilatlarıyla harekete 
              geçtiler" ve buna rağmen Haçlı Seferlerinin sonuç vermediği 
              görülünce 1208 yılında fiilen misyonerliğe (içten bölme 
              hareketine) başladılar. 1312 yılında yeniden İznik Konsüllerini 
              topladılar. Bu defa özellikle Anadolu Türklüğüne karşı 19 Haziran 
              1312’de çok kapsamlı ve ayrıntılı bazı kararlar aldılar. Bu tarih, 
              Türk-Müslümanlara karşı verilen fiili, fikri (psikolojik) ve 
              sosyal-kültürel savaşta derin bir taktik ve strateji değişikliğini 
              ifade eder. Bu toplantıda: “Osmanlı Devleti’nin büyümeden, 
              gelişmeden ve her ne pahasına olursa olsun Anadolu’ da tekrar Türk 
              birliği sağlanmadan yıkılıp yok edilerek; Yeni bir Türk devletinin 
              mutlaka ve behemahal önüne geçilmesi. 1299’da başlayan devlet olma 
              ve devlet kurma eğiliminin yok olması ve temelli çökertilmesi için 
              bilumum fiili tedbir ve tedhişe ek olarak; Başta Türk ve 
              Müslümanların aile yapısı olmak üzere, askeri düzen dahil ‘itaat, 
              sadakat ve inanç’ sistemlerinin zamanla bertaraf olmasını (işlemez 
              hale gelmesini) sağlayacak strateji ve metot (de’jenerasyon) 
              psikolojik harp kararları alındı.
              Ayrıca, Müslüman Türklerin (Arap, 
              Acem, Suriyeli ve diğer Türk asıllı olmayan halklar üzerinde bu 
              tarih itibarıyla plânlanan bozulum-yozlaşma sağlanmış ve beklenir 
              dejenerasyon tezahür ederek sonuçlarını vermiş idi) genel ve 
              güncel yaşamları ile iktisadi, siyasi, dini, ilmi, sosyal ve 
              kültürel hayatlarının (yaşam boyutundaki) uygulama yönünden zayıf 
              (geri) tarafları tespit edilerek, casus ve misyonerler için bir 
              dizi strateji, propaganda ve çalışma programları hazırlandı.” 
              Dahası, Haclı seferleri sırasında Cluny papazı Peter, birçok 
              kaynakta adı Robert Keton olarak geçen "Ketton'lu Robert'ten 
              Kur’an-ı Kerimi Latince'ye çevirmesini istedi. "Ketton'lunun 
              tercümesinde Kur'an-ı Kerim 'Zındıklığın (dinsizliğin) kaynağı, 
              Hıristiyan (İsevi) kilisesinin varlığını tehdit eden yıkıcı 
              hareketlerin sebebi' olarak gösteriliyor, cihat bir saldırı ve 
              vahşet unsuru olarak ile sürülüyor ve 'Eğer Kur'an'ın verdiği 
              zararlar dirayetli bir karşı mücadele ile bertaraf edilmek 
              isteniyorsa, onu mutlaka öğrenmek gerekir'" deniliyordu. 1311'de 
              Papa' nın emriyle "Şark Dilleri Kürsüsü" kuruldu. 1312'de Viyana 
              Konsulü' nde, Avrupa'nın Oksford, Paris, Roma gibi ünlü 
              üniversitelerinde Arapça’nın da okutulması kararlaştırıldı. Bütün 
              papaz okullarında ise Kur’an eğitimine geçildi.
              Anadolu'da 1208’den sonra "en 
              teçhizatlı misyonerlerin" faaliyeti esas olarak bu karar, tedbir 
              ve teşebbüslerden itibaren başlar. Önce Katolikler, daha sonra 
              Protestan (Amerikalı, İngiliz, Fransız ve Alman) misyonerler 
              Osmanlı İmparatorluğu'ndaki etnik unsur ve gayrimüslimleri 
              kullanarak, kışkırtarak, milli bilinç çalışmaları yaparak ve 
              bölerek merkezi otoriteye karşı çıkmaya yönelttiler. İsyan 
              edenleri teşvik ve himaye ettiler. Onlara ırk, din, ahlâk, dil ve 
              tarih konusunda ayrılıkçı-bölücü bir misyon ve motivasyon 
              aşıladılar. Okullarla, yurtlarla, yuvalarla, kilise ve havralarla 
              tahkim ve en ileri, modern silâhlarla teçhiz ettiler.  
              Bu tarihten itibaren Yahudi ırkı (Musevi) ve İsevi millet, 
              mensup (mansıp) ve mezheplerine ait ne kadar Kilise, Havra ve dini 
              kurum görüntüsü altında faaliyet gösteren bina, tesis ve mütemmim 
              cüzü varsa tamamı adeta bir askeri üs, ihanet şebekeleri (hain) 
              eğitim merkezi, silâh-mühimmat sevk, intikal, destek ve tahkim 
              (istihkâm) merkezi olarak faaliyet gösterdi.
              Osmanlı'nın, 1535'te, gücünün ve 
              özgüveninin zirvesinde iken Kanuni Sultan Süleyman Hân zamanında 
              Fransızlara tanıdığı kapitülasyonlar sayesindedir ki, ilk kez bir 
              Hıristiyan kral, Osmanlı Devleti nazarında padişahla ‘eşit taraf’ 
              muamelesi gördü. 1583, Sultan Üçüncü Murad döneminde ise; Fransız 
              elçisi ve Papa' nın temsilcisinin isteği kabul edilerek, egemenlik 
              haklarını ortadan kaldıran bir karar daha alındı: Böylece, kendi 
              halkının bir başka devletin göndereceği öğretmenler tarafından 
              eğitilmesi kabul edilmiş oldu. İşte, bu (dönem itibarıyla son 
              derece masum, makul, iyi niyetli ve insani amaçlarla vaki ilişki 
              ve anlaşmaların yapıldığı) tarihten itibaren Osmanlı coğrafyasında 
              yüzlerce misyoner okulu, kilisesi, yetimhane vb. merkez açıldı. 
              Güçlü ve hakim devlet dönemi için bunlar bir tehlike olarak 
              görülmedi. Verilen haklar bir lütuf, inayet ve iyi niyet 
              göstergesi olarak kabul edilmekte idi. Ama, gelecekte nelerin 
              olabileceği (ve muhatap tarafın bu anlaşmaları kötü niyetler, 
              menfur-sinsi amaçlarla kullanabileceği ve olabildiğince istismar 
              ve suistimal edeceği) hiç kimsenin aklına bile gelmedi. Umuru 
              devlet tarafından hesap edilemedi. Sonradan gelenler de maalesef 
              gereken beka ve basireti göstererek tedbir alamadı, veya batının 
              etkisi altında kalarak alınamadı.  
              Kapitülâsyonlar ve müteakip 
              anlaşmalar ile devam eden süreci bakın, Ermeni araştırmacı Levon 
              Panos Dabagyan, misyonerlerin verdiği zararı nasıl izah ve ifade 
              ediyor: “Ermenilerin Milli Kilisesi ile birlikte, milli bütünlüğü 
              bölünmüş ve böylece Türkiye Ermenileri, kapitalist-Emperyalist 
              Devletlerin adeta oyuncağı durumuna düşerek çok büyük kayıplara 
              uğramışlardır".
              TARİHİ GERÇEK
              Gerçekte Türkler, kutsal kitaplar 
              ve başta ‘Dedem Korkut” olmak üzere pek çok efsanede açıklandığı, 
              anlatıldığı ve Kur’an-ı Kerim ile İslâm’ i kaynaklarda kayıtlı 
              olduğu üzere; Hazreti Nuh’un oğlu Yasef (YUSUF)’in soyundan 
              gelmektedirler. Hazreti Nuh zamanında yıllarca ikamet ettikleri 
              yurtları Mezopotamya (Sümerler), doğu ve güneydoğu Anadolu  
              havalisi (dahil) olduğu halde, tufandan sonraki ilk yerleşim 
              yerleri Ağrı Dağı ve Anadolu’nun doğu ve yine güneydoğu 
              çevresidir. (20) Bu tarihi gerçekten hareketle, batı kaynaklarında 
              Orta Asya dahil Anadolu Trakya hariç bütün bölümleri “TÜRKİYE” 
              olarak adlandırılır ve eski haritalarda böylece gösterilir.  
              Ancak, Hazreti Nuh belirli bir 
              aradan sonra Yasef/Yusuf ailesi ve ahvadını Orta Asya taraflarına 
              göndermiş, (M.Ö. 4500 yıllarında) gidenler de, bu günkü Tanrı 
              Dağları ile Amuderya ve Siri Derya nehirlerini içine alan iklimi 
              müsait ve çok verimli bir coğrafyada yerleşmişlerdir. Orta 
              Asya’da, Atamız Yusuf’un sülâlesi genişleyip büyüdükçe etrafına 
              sığmaz olmuş, bir bölümü orada kalmaya devam ederken, sülâleden 
              bir kısım Türkler, tekrar Ana Vatan Anadolu taraflarına göç ederek 
              Hazreti Nuh’dan sonra ilk defa M.Ö. 3500 yıllarında, yani bu 
              günden 5500 yıl önce gelip Anadolu’ya yerleşmişlerdir. (21) 
              Dahası,  aynı dönemlerde Hazar Denizi (adını Hazar Türklerinden 
              almıştır) Volga, Dinyeper ve Dinyester’i geçerek bu günkü Romanya 
              steplerini aşan Türklerin büyük bir bölümü Balkanlar ve Anadolu’ya 
              yerleşmişlerdir. İleriki yıllarda oluşan Bogomile (Bojnak) Mezhebi 
              tarihi incelendiğinde bazı gerçekler çok daha açık ve net bir 
              biçimde  ortaya çıkmaktadır. O dönemde Kıt’a Avrupa’sında yaşayan 
              kavimlerin ne kadar zalim, adi, alçak, insanlık düşmanı, hain, 
              ilkel ve vahşi olduklarını anlamak bakımında da bu kesitin 
              incelenmesinde fayda ve zaruret vardır.  
              TÜRKLER, İSLÂMİYET VE ŞAMANLIK
              Kur-an’ı kerimde açıkça sabit ve 
              inancın (Amentü) temel ilkesi olması nedeniyle kabul etmek gerekir 
              ki; Hazreti Nuh (bütün peygamberler gibi) Müslüman’dı. Dolayısıyla 
              Türklerin atası Yasef/Yusuf’ da sadık, samimi ve muttaki, iyi bir 
              Müslüman idi ve İslâm’ın döneme raci akaidine-ilkelerine sadık 
              kaldığı ve Hazreti Nuh’un şeriatını özenle yaşattığı anlaşılmak 
              gerekir. Oğuz Kağan Destanına göre, Oğuz Han’da Müslüman olarak 
              doğmuş, üç gün süreyle annesinin memesini ağzına almamış, Annesi 
              büyük bir endişe ve üzüntüyle yalvarınca ise üç günlük çocuk 
              “Anne, ben Müslüman’ım, sen değilsin. Eğer Müslüman olmazsan 
              sütünü içemem” demiştir. Hazreti İbrahim’in de baba tarafından 
              Türk olduğu ve Peygamberimiz Efendimizin de bu cihetle Türk soyuna 
              dayandığı söylenir.  
              Türklerin tarih boyunca 
              sergilediği yüksek medeni vasıf, insan odaklı kültür,  saygı, 
              sevgi, hoşgörü ve yüksek toleransın temelinde ola ki bu manevi 
              gerçek vardır. Bu nedenle, sonraki bin yıllar içinde oldukça 
              değişen ve (zaman zaman, yer yer) Şamanlığa dönüşen inanç ve 
              ibadet biçiminin temelinde İslâm inancı (Müslümanlık) vardır. 
              Diğer bir anlamda, bütün milletler gibi Türkler de, Müslüman 
              olarak hayata başlamış ve fakat, diğer milletlerden (kavimlerden) 
              farklı olarak inançlarının özünü-esasını muhafaza ederek tarih 
              sahnesinde yürümüşlerdir.  
              Türklerin MS 760 – 800 yıllarından 
              itibaren geniş kitleler halinde İslâm’ı kabul etmelerinin ana 
              sebeplerinde biri: Şamanlık ile İslâmiyet arasında, bin yıllar 
              boyunca değişen çok az unsur hariç büyük bir örtüşme ve benzeşme 
              olmasıdır. Nitekim, bu anlamda Türkler akın akın İslâm’a 
              katıldıktan sonradır ki, daha büyük devletler ve yüksek 
              medeniyetler kurmuşlar ve dönem itibarıyla bilimin, kültürün ve 
              bilincin gelişmesine çok büyük katkılarda bulunmuşlardır.  Tam 
              yeri gelmişken burada, Büyük İslâm Peygamberi’nin Türkler hakkında 
              ne buyurduğunu bilhassa hatırlatmak isterim. O Yüce Peygamberimiz, 
              bize bahşedilen ‘Türk’ ismi için: “BEN ALLAHI’IN YARATICI AŞKIYLA 
              CİLÂLANMIŞ TERTEMİZ, SAF BİR AYNA’ YIM. BU YÜZDENDİR Kİ; BANA 
              BAKANLAR, BU MÜCELLÂ AYNADA KENDİ YÜZLERİNİ VE YÜREKLERİNİ TEMAŞÂ 
              EDERLER. TÜRK GİBİ GÜZEL VE AYDINLIK OLANLAR, BU NUR’DAN IŞIKTAN 
              OLAN AYNADA, KENDİ GÜZELLİKLERİNİ GÖRÜRLER” buyurmuşlardır. İşte 
              TÜRK budur. Bu, (böyle) olmak durumunda ve zorundadır. (22) Peki, 
              bu muhteşem, istisnai övgüye ve muazzam mazhariyete sebep ne ? 
              Cevabı bizzat Kur’an-ı Kerim vermektedir. Okuyunuz: "Ey iman 
              edenler! Sizden kim dininden dönerse, Allah onların yerine öyle 
              bir kavim getirir ki, Allah onları sever, onlar da Allah'ı sever. 
              Onlar müminlere karşı alçakgönüllü, kâfirlere karşı izzet 
              sahibidirler. Allah yolunda cihad ederler ve dil uzatanların 
              kınamasından da korkmazlar" (Mâide: 54)  
              Size çok önemli bir Hadisi Şerif daha nakledeyim: "Fitne, 
              fesat çoğaldığında ve kan gövdeyi götürdüğünde Allah bu ümmete 
              mevaliden (Efendiler. Mevleviyyet pâyesine ulaşmış sarıklı 
              alimlerden) bir ordu gönderecektir (TÜRKLER); Onlar ata binmede 
              Araplardan çok daha üstün ve silah kullanmada onlardan daha çok 
              mahirdirler. İşte Allah (C.C.) bu dini onlarla yeniden bir kere 
              daha güçlendirecektir." Hz. Muhammed (S.A.V.) Aynı Nûr’ un devamı 
              olan gönüller sultanı Hz. Mevlâna’ mız ise; “ŞU SONSUZ DERYÂDA 
              AKIP GİDEN GEMİNİN MANÂSINA-KAPTANINA TÜRK DENİLİR, TÜRK ! 
              ELBETTEKİ SÛRETA YAŞAYANLARA DENİLEMEZ. O, YÜCE MANÂNIN GERÇEĞİNİ 
              İDRAK EDEREK YAŞAYANLARA SADECE TÜRK DENİLİR !” (23) diyerek; 
              Türk’ün gerçek anlamda olgunluğun, kemalâtın ifadesi olduğunu 
              belirtmiştir. Bu kemalât, yüce dağların, göklerin ziynetleri olan 
              yıldızların, ayın, güneşin anlamlarına kadar ululanmıştır.  
              Son olarak, Yunus Emre Hazretleri de şöyle der:
               
              "BİLMEYEN NE BİLSİN BİZİ, 
              BİLENLERE SELAM OLSUN" Yer, yer (dünya) olalı hiçbir 
              kavim/millet/halk/topluluk bu kadar övülmemiş ve yüceltilmemiştir. 
              Bütün Türk alemi bu hakikatleri bilmeli ve ona göre motive 
              olmalıdır. MESELE DİN’SE EĞER! ve insanlık adına batı, ABD ve 
              diğerleri; Sözde insan hakları, demokrasi, adalet gibi (samimi 
              olmayan) iddia ve kavramlar ileri sürerek; 11 Eylül (ikiz kuleler) 
              gibi oyun, iftira ve senaryolar düzerek, Türk-İslâm alemini tehdit 
              ve Anadolu’yu tasallut-tarumar edip, aslında ‘yüceltmek-kutsamak, 
              mümin ve muteber kullar olmak için’ tanrıyı (Allah’ı) arıyorlarsa 
              eğer; Önce Türk tarihine bakmalıdırlar. Tanrı (Allah) orada. 
              Gerçek İslam oradadır. Gerçek kültür, medeniyet, saf, temiz, 
              berrak, namuslu, dürüst, ilkeli, onurlu, sevgili, saygılı, 
              hoşgörülü ve değerli “İNSAN”, insanca yaşam biçimi orada. Makro ve 
              mikro bazda kozmik, sosyolojik, sosyometrik, epistomolojik 
              bakımdan “elektik”(gerçek insan formu) ontolojik ve tarihi 
              diyalektik sırlar ile kâinat/evren, Türk aleminin, on bin yıllık 
              “gizlenen tarihinin” ve İslâmiyet sonrası tasavvuf güncesinin 
              tertemiz, pırıl-pırıl sinesinde gizlidir. Okusun okumasını 
              bilenler ve araştırsınlar.  
              MEDENİYETLER BEŞİĞİ ANADOLU Hiç 
              düşündünüz mü ? Niçin medeniyetler beşiği Anadolu’dur ? ve 5700 
              yıllık Yahudi inancına göre “her milenyumda (bin yılda bir) 
              Anadolu’dan büyük bir medeniyet zuhur eder (çıkar) ?  Çünkü, 
              Anadolu barışsever atalarımızın insan sevgisi, barış, anlayış, 
              adaletle yönetim, eşitlikle himaye, tolerans ve hoşgörüsü 
              nedeniyle; Yunanlı İskender, Haçlı taarruzları, Aksak Timur (!) ve 
              yine vahşi batının tahriki sonucu vuku bulan din savaşları ve 
              kardeş kavgaları dışında ciddi bir tahribat ve yıkıma maruz 
              kalmamış, bu sayede, başta Türk kültür ve medeniyeti olmak üzere, 
              çok farklı kültür ve medeniyetler burada gelişme imkânı 
              bulmuşlardır. Dünyanın hiçbir coğrafyasında, ülke veya devletinde 
              bu himaye, sahiplenme ve hoşgörü yoktur. Örneğin IX asıdan XI. 
              asrın sonlarına kadar Sicilya İslâm Devleti’nden günümüze intikal 
              bir eser var mıdır ? Ya, Amerika’da Kristof Kolomb’dan 25 yıl önce 
              Osmanlı himayesinde kurulduğu yenilerde açıklanan ve varlığı ileri 
              sürülen devletten !.. Tekrarlamakta fayda var. Endülüs 
              medeniyetine ne oldu. Ya, Hun, Avar, Türk-Bulgar ve Peçenek 
              eserlerine ne oldu. Tarihi ve kültürel eserler bir yana; Neden 
              Avrupa 1760 yıllarında başlattığı Avrupa’ nın Müslüman ve Türk 
              soykırımları ile Türklerin tam bir vahşetle tahliyesinden (tarihin 
              en büyük tehcirinden) bahsetmez!
              Aslında, Türk tarihinin 
              derinliklerinde, gün yüzüne kasıtlı olarak çıkarılmayan, 
              Cumhuriyet hükümetlerinin de yeterince sahip çıkmadığı gerçekler, 
              bu günün sorularının hepsine cevap verecek derecede, kapsam ve 
              nitelikte büyük bilgiler içermektedir. Tıpkı, bütünüyle yalan ve 
              iftiradan ibaret Ermeni soykırım iddiaları gibi, mevcut ve 
              muhtemel pek çok iddia ve iftiranın yolu böylece kesilebilir. 
              Günümüzde tefessüh etmiş sözde Avrupa  medeniyeti geçmişinden 
              korkmakta utanç ve hicap duymaktadır. Bu nedenle tarihi 
              karartmakta kendince haklıdır. Ama bizim korkacak neyimiz var?
              
              
              Türkler bilgeliklerini İslam’la 
              kazanmadılar, bilakis İslâm’la ivme kazandılar. Ama ne zaman ki, 
              arı-duru, saf ve gerçek İslâm’ı sulandırmaya kalktılar, işte o 
              zaman kaybettiler. Bu sözüm yanlış anlaşılmasın. İslam’ın içindeki 
              bilgelik ve kemâl derecesi / olgunluk saklı sırlar yine Türklerin 
              bilgeliğiyle insanlık alemine çok farklı ufuklar açmıştır. Daha 
              sonraları hurafelerle yozlaştırılan, din tüccarlığına ve siyaset 
              simsarlığına alet edilen ve başkalaştırılan İslam yüzeysel ve 
              taklidi hale gelince yani, iktidarı yobazlar ele geçirince 
              Türkistan'da doğan bilgelik de şimdilerde yeraltına indi. Hala o 
              yobazların çelişkili ilmihalleriyle insanımız, bu bilgelikten, 
              olgunluktan ve safiyetten mahrum kaldı. Şimdilerde kadınların 
              saçalarıyla, başlarıyla, yazma ve baş örtüleriyle uğrasan bizler o 
              zamanlar evrenin sırlarıyla ilgileniyorduk. Ne oldu da İslam bugün 
              ki haline geldi? Neden bazı adetlerimiz, gelenek ve törelerimiz 
              batıl inanç olarak bir kenara itildi, atıldı ve Şamanizmden gelen 
              derin kültür ve bilgelik birikimimiz İslam’ı doğru yorumlarken 
              birden necis (pis) Arapların; Tıpkı Museviler ve İseviler gibi 
              tahrif ve tahrip ettikleri suni ve sapık (sözde) dine inanmaya 
              başladık ? (sapık din derken asla gerçek İslam’ı kastetmiyorum) 
              İste çözülmesi ve çözümlenmesi, aşılması gereken soru ve sorun bu.
              
              
              TEKRAR HATIRLATALIM
              Orta Asya’dan göç edip gelen 
              Türklerin İlk yerleştikleri yerler Güney Doğu Anadolu’da bu günkü 
              Diyarbakır, Cizre, Mardin, Musul, Kerkük ve Zagoros Dağları’nın 
              batı etekleri olup; Yaklaşık 500 sene buralarda hüküm sürdükten 
              sonra bir bölümü Orta Asya’ya tekrar geri dönmüş, kalanları ise 
              Anadolu içlerine doğru ilerlemiş, buralarda uygarlıklar kurarak, 
              çoğalıp çeşitli kabileler, boy ve soylara bölünerek muhtelif 
              devletler kura gelmişlerdir. Nuh Tufanı efsanelerinde bu hususta 
              çeşitli bilgilere rastlanmaktadır. Önemine binaen tekrarlamakta 
              fayda var. İslamiyet gelmeden çok önceleri de TÜRK vardı. Dahası, 
              zaten Türkler evvelinde de Müslüman idi. Yukarda da değindiğimiz 
              üzere, Şamanlık, orijini NUH şeriatı olan; Hazreti Muhammedi (SAV) 
              in vesile olduğu “EKMEL DİN” in belki de sadece bir alt versiyonu 
              idi. Şamanizmi incelediğimizde bunu açıkça anlamak, taktir etmek 
              ve görmek mümkündür. Ahmet Yesevi’den intikal ve Yahudi asıllı 
              bozguncu Abdullah Bin Sebe (sebailik) ile hiçbir ilgi ve alâkası 
              olmayan, bütünüyle ‘nev-i şahsına münhasır’ Şii-Batıni 
              karakterinde uzak, saf İslâm ve ‘ehli Sünnet ve’l Cemaat’ esasını 
              baz alan Hacı Bektaş-ı Veli Aleviliğini incelediğimiz taktirde de 
              aynı izlere ulaşırız. Zira, Şamanizm ile İslâm arasında kayda 
              değer ciddi çelişkiler yumağı yoktur. Bu tarihi süreçte “orijinal 
              İslâm, adeta bir Türk İslâm’ı” biçiminde şekillenmiştir.  Şüphesiz 
              ATATÜRK’ de bunu anlamış ve görmüştür. (24)
              Bütün bu tarihi ve tabii-doğal gerçekleri inkâr eder ve 
              yaklaşık 4000 yıldır bu toprakların TÜRK olduğunu görmezden 
              gelirsek, o zamanda düşman/batı derki sana "mademki Anadolu’ya 
              yeni geldiğini kabul ediyorsun, o halde çek git" buradan. Ya terk 
              et Anadolu’yu, ya da benim dayattıklarımı kabul et. 1500 yıldır 
              özellikle Türklere, 1400 yıldır da bütün insanlık ve İslâm alemine 
              Papalıkça oynanan oyun bu değil mi? Ak-at Kralı Naram-Şin’in (M.Ö 
              2200) Anadolu seferlerini anlatan "Şartamhari" beyannamesinin (kil 
              tabletler) 15. maddesinde şöyle yazılıdır. “Türki kralı İlsu-Nail” 
              Yine Ak-at tabletlerinde; Mardin merkez olmak üzere, güney Anadolu 
              ve Musul,Kerkük dolaylarında yerleşik Hurriler de Türk kavmidir. 
              Hurri dilinin filolojik kökeni ve özelliği Türkçe’ dir. 
              Hurriler’in torunları Urartular da Hurri dili özelliği taşıyan 
              dile sahiptir. Hurriler proto-Türk kavimleridir. Tıpkı Sümerler 
              gibi. Anadolu Türk ün ikinci Vatanı değil, Orta Asya ile birlikte 
              en eski Yurtlarından biridir. Anadolu ya (MÖ 700) Kafkaslardan 
              gelen İskitler (Sakalar) Türk kavmidir. Urartular’a devamlı 
              saldıran Asurları tarih sahnesinden silen İskitlerdir. Urartu 
              başkenti Tuşpa (Van) da Şamran suyu diye bilinen su kanalları 
              Urartu mühendisliğinin şaheseridir. Bugün Orta Asya da (Doğu 
              Türkistan, Sincan) Şamran suyundan çok daha ileri teknikte 4500 
              yıllık (yer üstü ve yer altı) Karız ve Jinhan kanalları vardır. 
              Karız ve Jinhan kanalları, bu gün Çin sınırları dahilinde yer alan 
              üç mimarı harikadan biri olarak kabul edilmektedir. Büyük göçe 
              neden olan bölgesel kuraklık sırasında Tanrı Dağlarındaki suyu 
              buharlaşmaması için 60 kilometre mesafeye taşıyan Karız 
              kanallarının toplam uzunluğu 5100 kilometreyi bulmaktadır. 
              Uzunlukları 4 ile 60 km. arasında değişen Karızların sayısı 1800 
              civarındadır. Bu muazzam kanallar ve su yolları, en az Mısır 
              piramitleri veya Aztek / İnka tapınakları kadar, hattâ onlardan 
              çok daha önemli, gerekli, değerli ve insani amaçlarla inşa edilmiş 
              olup; Aynı dönemde demir ve bakırı işleyen ve modern tarım 
              yöntemlerini büyük bir başarıyla uygulayan (25) Atalarımızın 
              eseridirler. Bu eserler ve benzerleri, bu günkü Tanrı Dağı ve 
              civarından, Mezopotamya ve Anadolu dahil çok geniş bir coğrafyada 
              net bir biçimde görülür.  
              Dikkat edilirse, atalarımızın tarih boyunca inşa ettiği bütün 
              eserler insanlık yararına, üretim ve hizmete yöneliktir. Hepsinde 
              “kamu yararı” baz alınmıştır. Çok önemli bir kültürel değer ve 
              eser olan ve Türk tarihine ışık tutan “Orhun Kitabeleri” ise, son 
              derece mütevazi boyutlarda inşa edilmiştir. Bunda ibret alınacak 
              dersler vardır.  
              Evet, şimdi Nuh Tufanını ve 
              Sümerleri baz alırsak bu topraklar, gerçekten de Atatürk’ün dediği 
              gibi yaklaşık 7000 yıllık; (*) Orta Asya’dan ilk göç dikkate 
              alındığında ise, en azından  kırk asırlık (4000 yıllık) Türk 
              Yurdudur. Doğu Roma tarihi ayrıntılı bir biçimde incelenirse eğer, 
              günümüz için sürpriz sayılacak çok enteresan bilgilere de ulaşmak 
              mümkün görülmektedir. Dış düşmanlar ve iç işbirlikçileri, bunun 
              içindir ki; TÜRK’ e tekrar "yüksek, asil ırkını, nadir 
              harsını-kimliğini, kişiliğini, nadir kültür ve medeniyetini 
              öğreten” ATATÜRK e düşmandırlar.  
              Burada Atatürk tarafından ortaya 
              atılan “Güneş Dil” teorisini de çok iyi anlamak ve bu bağlamda 
              inceleyip-irdelemek gerekir. Ancak, bu tez-teori Atatürk zamanında 
              her nedense fazla işlenmemiş, bir şekilde göz ardı edilmiş ve 
              1938’den itibaren tarihi bir sır gibi saklanması cihetine 
              gidilmiştir. 1960’dan sonra ise kamusal ve kurumsal alandan 
              bütünüyle çıkartılmış bir teoridir. Ne yazık ki, hiçbir Üniversite 
              konuyla ilgilenmemektedir !
              Mezkür çarpık zihniyetin fanatik 
              ve dış bağlantılı, işbirlikçi taraftarları işte 1938’ den bu yana, 
              bazen açıkça çoğunlukla da gizlice-sinsice ATATÜRK İlke ve 
              inkılâplarını, yani ‘KEMALİZMİ” menfur bir ‘grek orijinli’ 
              karşıdevrimle yok ederek, planlı bir şekilde rejimi ne olduğu 
              belirsiz (dejenere) ve ABD tarafından tam bir haçlı zihniyeti ile 
              yazılan GERÇEK FURKAN doğrultusunda "ılımlı İslam" modeline 
              çevirmek için var güçleriyle çalıştılar, çalışıyorlar, 
              çalışmaktalar.  
              Atatürk’ün cumhuriyetin geleceğini 
              emanet ettiği saf ve masum Türk gençleri ve çocuklarına, 
              emperyalist işbirliğiyle hazırlanan Atatürk sonrası Tarih 
              kitaplarına inatla "sen Anadolu’ya 1071 de geldin, medeni 
              değilsin, vahşisin, göçebesin, 1071 öncesinde Anadolu’da sen 
              yoktun” anlamına gelen ifade ve ilhamlarla, hattâ açıkça-alenen 
              yazıp, çizerek, niteliği henüz netleşmemiş ve orijini 
              tanımlanmamış “Türk-İslam sentezi” adı altında, namazsız, 
              niyazsız, imansız, şuursuz, takva dışı uyduruk bir “takiyye” (din, 
              inanç tüccarlığı) aşılamak için ellerinden geleni yaptılar. 
              Yapmaktalar. Bu günde: "Türk sen azınlıksın Anadolu zaten 
              mozaiktir, sen geleli 1000 yıl bile olmadı, senden önce burada 
              halklar vardı" tezini işliyorlar. Alt kimlik, üst kimlik gibi, 
              milli devletle örtüşmeyen saçma sapan görüşler ileri sürüyorlar. 
              Her biri asli-esas kurucu unsurlar konum ve durumunda bulunan ve 
              aralarında insani, medeni ve yasal (vatandaş) hakları bakımından 
              en küçük bir ayrılık-gayrılık olmayan insanlar arasına fitne-fesat 
              ve tefrika tohumları ekmeye çalışıyorlar. Atatürk’ün 
              Anayasası’ndan (1928) bu nedenle ve bu art niyetle, bilinçli 
              olarak “MİLLİ” sözcüğü kaldırılmış (1961) ve parçalardan biri veya 
              ‘bir kümenin elemanı/birim’  anlamına gelen ve bu anlama yol 
              açarak ‘ırkçılığı çağrıştıran, ayrımcılığı teşvik ve tahrik eden’ 
              milliyetçilik deyimleri konulmuştur. Bu nedenle: “Cumhuriyetin en 
              büyük ihanet ve kırılma hareketi” 27 Mayıs 1960 başkaldırısı 
              (ihanet hareketi) dir.    
              Şimdi tüm bu gerçekler apaçık 
              ortadayken; TÜRK ü inadına "sen 1071 de geldin" diye kandırmaya 
              çalışanlar kime hizmet etmektedirler acaba? 1800’lü yıllarda bir 
              keşişin gördüğü rüyayı öne sürerek, ‘Meryem Ana bu topraklarda 
              yaşadı ve burada öldü’ diye Bülbül dağını haç yeri ilân edenleri 
              mi !.. (26) Cümle alem biliyor ki, bu hayal mahsulüdür. Papalığın 
              gerçekleşmesi yolunda adım-adım ilerlediği en büyük rüyasıdır.  
              
              
              Hani, İskit kralı İdandir, Pers 
              kralı Darius a; özbe öz TÜRK karakteri taşıyan şu metni 
              göndermişti. “Ama siz ille de savaşmak istiyorsanız, bizim 
              atalarımızın orada (Anadolu’da) mezarları var. Onları bulun, 
              onlara el kaldırın, o zaman görürsünüz. Mezarlarımız için 
              savaşıyor muyuz, yoksa savaşmıyor muyuz. Ama daha önce keyfimiz 
              istemediği sürece sizinle savaşmayacağız". Sen, Ata mezarları için 
              savaşan Atalarını TÜRK’ e öğretme. Ama, Türkiye’ye gelen Suudi 
              Kralı "geleneklerimizde mezar ve mezar ziyareti yoktur" diyerek 
              TÜRK ün ATA’ sının mezarı ANITKABİR e gitmeme saygısızlığın 
              görmezlikten gel. Ondan sonrada TÜRK çocuğuna inatla "sen 1071 de 
              Anadolu’ ya geldin" de. Vahhabi Kral, kendi ağzıyla "benim Ata 
              mezarım yoktur" diyor. Ama sen işbirlikçiliğine inadına devam et.
              
              
              "Türk’ ü, bugün BOP ve BİP adını alan ve evveli 1800 yıllarına 
              kadar dayanan keferenin yeşil kuşak projesi" içinde boğmaya çalış. 
              Vahşi batının “Şark Meselesine” teslim ol. Milli devletini, milli 
              kimliğini ve on bin yıllık Türk kültür ve medeniyetini unut. 
              İnsanlığı ve efendiliği terk et. Kul ve köle olmaya bak! Öyle mi ? 
              Dahası var. MS.395 yıllarında Basık ve Kursık yönetimindeki Hun 
              ordusu, tekrar Antakya ve Ankara ya geldiler. Diğer Hun kolu da 
              başlarında, Balamir’ in torunu Uldız (Yıldız) ın komutasında 
              Avrupa’nın ortalarına kadar indiler. 26 ağustos 1071 de Malazgirt 
              Zaferini kazanan büyük TÜRK Komutanı ALP ASLAN; tapusu dedelerinin 
              olan kırk asırlık TÜRK Yurdu Anadolu’ya, yani, dede topraklarına 
              yeniden gelmiştir. Alp Aslan’ın ordusuna karşı duran Romen Diyojen 
              askerlerinin büyük kısmının “ALLAH-ALLAH” diye tekbir getirdiğini 
              ve tıpkı Birinci Kosova Zaferinde olduğu gibi, bir anlık hayret ve 
              şaşkınlıktan sonra derhal kendilerine gelerek Türk tarafına 
              geçtiğini duydun mu sen hiç! İşte, Alpaslan bu muhteşem buluşma ve 
              kucaklaşma (vuslat) ile geldiği dede topraklarında da zaten var 
              olan TÜRK kimliği; Alpaslan’ı başarılı kılmıştır. Kaldı ki Türk 
              unsurunun rastlanabilecek “en az karışık” bir millet olduğu 
              sarahaten bilinmektedir.  
              SONUÇ: Cumhuriyetin kurucusu 
              Mustafa Kemal Atatürk’ün Anadolu’nun Türk dünyası için ifade 
              ettiği anlam konusunda muhteşem bir basiret (ileri görüş/öngörü) 
              ifade eden ve adeta günümüz Türkiye’ sinin vizyonunu açıklayan bir 
              vecizesi var. Aynen şöyle:   
              “ANADOLU; Anadolu, her türlü sataşmalara, taarruzlara karşı 
              bütün varlığıyla nefsini savunmaktadır ve bunda başarı 
              kazanacağından emindir. Anadolu bu savunmasıyla yalnız kendi 
              hayatına ait vazifeyi yerine getirmiyor,belki bütün doğuya yönelik 
              hücumlara bir set çekiyor. Bu hücumlar elbette kırılacaktır, bütün 
              bu sataşmalar mutlaka nihayet bulacaktır. İşte ancak o zaman 
              batıda, bütün dünyada gerçek huzur, gerçek refah ve insaniyet 
              hüküm sürebilecektir.” M.Kemal ATATÜRK, (1921 Atatürk’ün S.D.II, 
              S.21)
              Türkler, öz be öz anayurtları 
              Anadolu’ya her adım attıklarında Batının ve batı kökenli  
              unsurların soykırımcı, vahşi, acımasız, topyekün ve (içten ve 
              dıştan) sürekli olarak saldırılarına maruz kalmış bir millettir. 
              Bugün de bu menfur saldırılar aynı acımasızlıkla devam 
              ettirilmektedir. Batı için “şark meselesi” bitmemiştir. Asırlarca 
              adeta genetik bir nitelik olarak kuşaktan kuşağa aktarmış olan 
              batılı, Türkiye kuşatmasını bu ülke kayıtsız şartsız 
              denetlenebilir bir “bölge” haline getirilinceye kadar da 
              sürdürecektir. ABD ve sadık partneri AB (Batı), Türkiye’yi zaafa 
              uğratmak amacıyla kendi elleri, imkân ve kaynaklarıyla kurmuş 
              olduğu PKK ile PKK’nın yanında irtica, irticanın da yanında, 
              marjinal siyaset, sultacılık, diktatörlük ve diktatörlüğün çifte 
              standartlı, orijinal olmaktan uzak, sahte-yapmacık, mason-sabetay 
              orijinli ve yalancı, bir tür ‘manda tipi’ demokrasi versiyonunu 50 
              yıldır uygulamaya koymuştur. Bu süreçte Türkiye’nin gerek “milli” 
              bir kültür politikasının bulunmayışı, gerekse eğitimin 
              yetersizliği nedenleriyle millet ne Türk ne de Türklük hakkında 
              gerekli, zorunlu ve yeterli bilgi sahibi olamamakta ve sürekli 
              bilinç kaybına uğramaktadır. Bu kaybın mutlaka ve behemahal telâfi 
              edilmesi şarttır. Aksi taktirde kırk asırlık Türk Yurdu 
              ayaklarımızın altından süratle kayacak, kaydırılacaktır. Şimdi, 
              Büyük Türk komutanlarından ATA Alpaslan ve ATA-TÜRK’ ün bu gün 
              Türk Milletine zorla dayatılan “sen Anadolu ya 1071 de geldin" 
              tezinden ve buna mukabil uygulanan pasif ve palyatif 
              politikalardan ötürü kemikleri sızlıyordur.  
              Büyük ruhun şâd olsun ATAM Alparslan ve ATAM “ATATÜRK”; 
              Anadolu mazide de Türk’tü, atide de Türk olacak ve ilelebet TÜRK 
              kalacaktır. Ey Türk Milleti, üstte gök çökmedikçe, altta yer 
              delinmedikçe ‘sana yok olmak’ yoktur. İlini ve töreni bozmaya 
              kalkışanlar elbet bir gün helâk ve BATI zail olacak, Allah 
              belâlarını verecek ve “Türkiye Cumhuriyeti’nin temelinde var olan 
              ‘Türk Kahramanlığı’ ve ‘yüksek Türk kültürü’ mutlaka galip 
              gelecek; Ve, “Türklüğün medeni vasfı âtinin ufkunda bir güneş gibi 
              parlayacaktır”    
              ANADOLU KIRK ASIRLIK TÜRK YURDUDUR BİLİNE!
               
              ATATÜRK’ ün Türk Ordusu’na hitabı 
              :  
                             “Ordularımız ve Ordularımızı meydana getiren 
              milletimiz güçlüdür. Bu güçlerin üstünde üzerinde bir gücümüz daha 
              vardır ki; oda, kabul edip elimizde bulundurduğumuz ve 
              bulunduracağımızı kanıtladığımız Ulusal Egemenliğimizdir. Ulusal 
              Egemenliğimiz için tehlike yoktur ve olamaz. Çünkü milletimiz; 
              Yüzyılların acı yumruğunu yemiş, bunlardan ve yıkıntılardan ders 
              almıştır. Bu Milleti gericiliğe sürüklemenin imkanı kalmamıştır. 
              Bütün millet; Emin ve kaygusuz olsun ki; Bu İNKILÂBI yapanlar, bu 
              gibi olumsuz dayatma ve girişimleri yok edecek kudret ve 
              yetenektedir. Aynı zamanda önlemlerini de almıştır. Sizlere 
              kesinlikle diyebilirim ki; MİLLETİN EGEMENLİĞİ EBEDİDİR. NE MUTLU 
              TÜRKÜM DİYENE”  
              ATATÜRK’ÜN TÜRK ORDUSU’NA VASİYETİ
              “Utkuları (birçok emek ve 
              tehlikeli uğraşmalar pahasına erişilen mutlu sonuç, yengi, zafer) 
              ve geçmişi insanlık tarihi ile başlayan,her zaman utkuları ile 
              birlikte uygarlık nurlarını taşıyan Kahraman TÜRK ORDUSU; 
              Vatanımızı ve Ulusumuzu,en sıkıntılı ve en güç zamanlarında nasıl 
              ki, zulümden, yıkıntıdan, tutsaklıktan ve kötülüklerden ve düşman 
              işgallerinden korumuş ve kurtarmış isen, Cumhuriyetin bugün kü 
              güçlü döneminde de,askerlik tekniğinin bütün modern silah ve 
              araçları ile donanmış olduğun halde,görevini gelecekte de aynı 
              bağlılıkta yapacağından hiç kuşkum yoktur.  
                          Bugün Cumhuriyet in on beşinci yılını,durmadan 
              artan büyük gönenç ve kudret içinde karşılayan büyük Türk Ulusunun 
              önünde,Kahraman Ordu;sana yürekten şükranlarımı açıklar ve 
              bildirirken büyük Türk Ulusunun övünç gurur duygularına tercüman 
              oluyorum.  
                          Türk Vatanının ve Türk toplumunun şan ve 
              onuruna,iç ve dış her türlü tehlikelere karşı korumaktan ibaret 
              olan görevini,her an yerine getirmeye hazır ve emrinde 
              olduğun,benim ve büyük Ulusumuzun ordu ya verdiği en son sistem 
              fabrikalar ve silahlar ile bir kat daha güçlenerek,büyük bir 
              özveri ve yaşamını hiçe sayarak her türlü görevi başarmaya hazır 
              olduğundan eminim. Bu güvenim ve inancım ile; Kara, Deniz ve Hava 
              Ordularımızın kahraman ve yetenekli komutanları ile subay ve 
              erlerini selamlar,takdirlerimi bütün Türk Ulusunun önünde beyan 
              ederim.. ( 29.Ekim 1938, Gazi Mustafa Kemal Atatürk Cumhurbaşkanı)
              Batılılar tarafından yüzyıllardır 
              bütün dünya halkları, Türk ve İslâm alemine yapılan sinsi  
              propaganda ile; Türkler’ in barbar, vahşî, uygarlıktan uzak, 
              yalnızca savaşan ve uluslaşamamış göçebe bir topluluk olduğu ileri 
              sürülmüştür.
                          Oysa; Türk’üm, Doğruyum, Çalışkanım demenin, 
              ulus-devlet-ülkü, medeniyet, yurt ve millet kavramlarının çağdışı 
              olup olmadığı; Türklerin göçebe mi medeni-uygarmı olduğu; bu 
              çalışmanın ışığında Türk aydınına düşen görevler, sekülerizm ve 
              Oryantalizm’in olumsuz etkileri eminim bundan böyle daha iyi 
              anlaşılacak ve gelecek nesillere aktarılacaktır.  
                          Sözü, konu ile doğrudan ilgili Atamız Oğuz 
              Kağan’ın Duası ile tamamlıyorum:   
              OĞUZ KAĞAN'IN DUASI
                          ULU TANRI ! GÜZEL TANRI ! GÖK TANRI ! Sen TÜRK'ü 
              TÜRK yurtlarını koru !
              Düşman şerrinden sakla ! TÜRK'ü yiğitlikte daim et ! TÜRK'ü 
              erlik davasıyla yaşat ! TÜRK'ü gerçekçi yap ! TÜRK'ün gönlüne 
              herşeyden önce, hatta kursağına ekmek koymadan evvel TÜRK'lük 
              sevgisini koy ! TÜRK'ü ideal ile yaşat ve ideali hakikat yapmaya 
              çalışsınlar ! Törelerini canları gibi saklat ! TÜRK'e zevk ve 
              rahat verme ! Bilakis zahmete alıştır ! Zahmetle yürekleri, 
              bedenleri demir olsun ! Bu sayede onlara yüksek çalışma kudreti 
              verirsin ! TÜRK'ü faal, cevval edersin. TÜRK'e değişmez bir seciye 
              ver ! Zamanla seciyesi değişmesin, sade tekemmülle tadilat görsün 
              !  
              ULU TANRI ! Milli kuvvet, namus, 
              ahlak, azim , sebat, ideal, TÜRKÇÜLÜK ruhu, yurtseverlik, ilim, 
              sanat teşkilatı, intizam, beden kuvveti ve zenginlik ile hasıl 
              olduğundan; TÜRK'e bunları ver ! TÜRK'ten hırsız, namuzsuz türerse 
              hemen kahret ! TÜRK'e benlik, hem de yüksek bir benlik ver ! TÜRK 
              nefsine itimat sahibi olsun ! TÜRK'ü muhakemeli, ciddi adam olarak 
              yarat ! Hissiyatına kapılıp, öfke ile ayaklanmasın ! Birden barut 
              gibi parlamasın ! Daima soğuk kanlı olsun ! TÜRK'ü her milletten 
              cesur yarat ! Öç almayı TÜRK asla unutmasın !   
              ULU TANRI !
               
                          Namuzsuz bir tek TÜRK yaratacağına, dünyayı yık 
              daha iyi ! Ne kadar korkak TÜRK varsa hepsini helak et ! TÜRK 
              herşeyi mukayese etsin ! Yalnız akıl ve mantık denen şeylere 
              bırakma onu ! Sabırlı, derde dayanıklı olsun ! İradesi çelik gibi 
              olsun ! Dönek TÜRK yaratma ! TÜRK'leri maymun iştahlı yapma ! TÜRK 
              daima ihtiyatla adım atsın ! Kimsenin tatlı diline inanmasın ! 
              Kimseye emniyet olmasın ! Çalışma zekâdan üstün bir kıymet 
              olduğundan, TANRI, sen TÜRK'ü çalışkan et ! TÜRK'ün ömrü çalışma 
              ile geçsin ! Ona daima çalışma aşkı ver ! Hele elbirliği ile 
              çalışmayı alet etsin ! Tembel TÜRK'ü hemen öldür ! TÜRK'e her 
              milletinkinden üstün zeka ver ! Zeka ve çalışma ; ikisi bir arada 
              olunca TÜRK'ün önünde durulmaz ! Milli büyüklüğün tek şartı yüksek 
              ideal, buna alışmak için de yüksek ahlak, fedakarlık ve sebat 
              lazım olduğundan TÜRK'leri ahlaklı, sebatlı ve fedai kıl ! TANRI , 
              TÜRK'leri sen kendi elinle birleştir ve her şeyden evvel ruhları 
              birleşsin ! Onları tek bir kafa gibi birleştirici kültür sahibi et 
              ! TÜRK'ü töresine sadık kıl, Tanrı !  TÜRK budunu : Biliniz ki 
              atalar töresi asırların tecrübesi ile husule gelmiş büyük bir 
              hikmettir. Tanrı beni töreye dokunmaktan ve dokundurmaktan sakladı 
              ve saklasın !  
              ULU TANRI !
                          Türk milletini lafçı değil, elinden iş gelir 
              insanlar et ! Bir şey söylemek vazife yapmak değildir. Onu fiilen 
              yapmak ve yaptırmanın vazife olduğunu beyinlere sok !
              GÜZEL TANRI !
              Sana hepsinden çok yalvardığım şudur: TÜRK'ü dalkavukluktan 
              kurtar! Dalkavukluk ve emsali vasıtalara zengin olmaktan koru! 
              TÜRK'e kötü para hırsı verme! Dalkavukları yok et!  
              AMAN TANRI!
                          TÜRK aile, töre ve disiplinini her şeyden evvel 
              koru ! TÜRK toprağında hürler yaşasın. Adaletten başka bir şey 
              hüküm sürmesin ! Sen TÜRK'e tabii şeylere tabiata karşı sevgi ver 
              ! TÜRK yurdunda yoksulluk o kadar azalsın ki fakirlik suç sayılsın 
              !  
              ACUNU ( DÜNYAYI ) YARATAN YÜCE 
              TANRI!  TÜRK'e insaniyetten evvel TÜRK milletini düşündür. 
              İnsanların insaniyet dedikleri şey, göz boyamak için icat edilmiş 
              bir boyadır. İnsaniyet maskesi taşıyan öyle milletler vardır ki 
              maskelerinin altında canavarlar yaşar. İnsaniyeti gören olmadı. 
              TANRI , TÜRK'e sağlam, sürekli irade ver ! Güçlüklerde, sabrını, 
              tahammülünü aynı zamanda gayretini arttır ! Ona esas seciye olarak 
              vazife muhabbeti ve mesuliyet duygusu ver ! Mesuliyeti TÜRK 
              yurdundan eksik etme ! En büyük kuvvetinTÜRKLÜK aşı olduğunu 
              TÜRK'e öğret! TANRI ! TÜRKÇE konuşulan, TÜRK'e yurtluk etmiş olan 
              yerleri kıyamete kadar TÜRK'ün hükmü altında bırak!  
              Okumuş olduğunuz OĞUZ KAĞAN'ın  
              TÜRKLÜK duası manevi değerlerini kaybetmeden çoğalarak günümüze 
              kadar devam etmiştir. Bu yazı tablosunu okuma fırsatı bulan her 
              TÜRK inşallah okuduklarını anlar ve kendisine hayat tarzı olarak 
              benimseyip, okumamış olanlara anlatarak öğretir. Eksikliğini 
              yaşadığımız hemen hemen he şeyin bu TÜRKLÜK duasında var olduğuna 
              inanıyoruz. Unutulmaması gereken bizce en önemli husus; 
              "Yaşadığımız dünyadan ebedi istirahatgâhımıza geçerken, 
              sonsuzlukta yankılanacak tek şeyin hayatta iken onurumuz için 
              verdiğimiz mücadele" olduğunu bilmektir. Bir insanın onuru, 
              mensubu olduğu milletin yüceliği ve şerefi ile eşdeğerdir. OĞUZ 
              KAĞAN'ın TÜRKLÜK DUASI dünyada konuşulan diğer TÜRK lehçelerine de 
              uyarlanıp ÖZTÜRKLER MÜCADELESİ' nin bir çalışması olarak tüm dünya 
              TÜRKLER'ine ulaştırılacaktır. 2000’li yılları BİRLEŞİK TÜRK 
              DEVLETLERİ' nin kurulması için milât kabul edip, tüm dünya 
              TÜRKLER'ini bu kutsal davada göreve davet ederek var olan onur ve 
              mücadele azmimizin devamını diliyoruz.
              YÜCE ALLAH (CC) TÜRKÜ KORUSUN VE 
              YÜCELTSİN! AMİN  
               
              01.     Doç. Dr. Mehmet SARAY, Atatürk ve Türk Tarihi, Türk 
              Kültürü Dergisi, Sayı: 249,Ocak 1984. Tahsin Ünal, Cumhuriyetin 
              50. Yılında Tarih Anlayışımız. Türk Kültürü Araştırmaları, Ankara. 
              1973 (Türk Kültürünü Araştırma Enstitüsü Yayınları)
              02.     Prof. Dr. Mehmet Kaplan, Türk Milletinin Kültür 
              Değerleri, İstanbul.1977 s.31-32
              03.     Atatürkçülük-Atatürk’ün Görüş ve Direktifleri, 1. 
              kitap – Genel Kurmay Başkanlığı Neşriyatı, Ankara-1982
              04.     Prof. Dr. Afet İnan, Kemal Atatürk’ten Yazdıklarım, 
              1000 Temel Eser Serisi, s. 110
              05.     Yusuf Akçora, Birinci Tarih Kongresi Zabıtları, s.595
              06        Pof. Dr.  Prof. Enver Ziya Karal, Atatürk’ten 
              düşünceler, İstanbul-1981, s.89
              07        Prof. Dr. Cengiz Orhonlu, Atatürk ve Tarih Görüşü, 
              Türk Kültürü Dergisi, C: 6, Sayı: 61, Yıl: 1967
              08        İkinci Tarih Kongresi Zabıtları, 1937, s.85
              09        Türk Silâhlı Kuvvetleri Dergisi, Temmuz-1992, s.333, 
              Sayfa: 26  
              (*) Hamdi Yılmaz, Anayurt Gazetesi, (Neval Kavcar) 
              01-02/Eylül/2006 - Ankara
              10        Melih Cevdet Anday, Urla Yarımadasında Bir Gezinti, 
              Milliyet Gazetesi, 27.7.1972, s.5  
              11        Türk Tarihinin Ana Hatları, 1930.s.1
               
              12        Prof. Dr. Mehmet Kaplan, Anadolu Medeniyetleri ve 
              Biz Türk Edebiyatı Dergisi, Eylül-1983  
              (*) Prof. Dr. Özcan YENİÇERİ, Barem-Ekim: 2006, s. 66-67
              13        Belde Gazetesi, Sıra Dışı, 9.10,11 ve 12 Eylül 2006 
              – Ankara
              14        Dr. Oğuz DOĞAN, Türk Dünyası Edebiyatı
              15        Atatürk, 29.Ekim.1933 – Türk Dünyası, Çağrı Kürşat 
              Yüce, Tutibay Yayınları, Ankara-2001
              16        1923-Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, Cilt: II, 1952, 
              Türk İnkılâp Tarihi Ens. Yay.  
              17        Türk Kültürü Dergisi, Sayı: 13, Abdülkadir İnan – 
              1963/332
               
              18        Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurulu-Atatürk 
              Araştırma Merkezi Yayınları, Atatürkçü Düşünce, S: 540 – 1992 / 
              359
              19        Mustafa Kemal ATATÜRK, Nutuk – c: III, s. 928
              20. Kaynak: Pitman, Walter; Ryan, William, "Noah's Flood:The 
              New Scientific   Discoveries About The Event That Changed History," 
              Simon Schuster, 1998, ISBN 0-684-81052-2  
              21. Direnen Türkler, Müslüm Ulusoy, Tanı Yayın-Ankara, 2006
              
              
              22        ÖZKAYNAK, 2006-49 – Aylık Dergi, s. 3, Ankara
              23        ÖZKAYNAK, 2006-49 – Aylık Dergi, s. 3, Ankara
              24        Atatürk’ün Kur’an Kültürü, Yard. Doç. Dr. 
              Abdurrahman Kasapoğlu – İlgi Yayınları, 2006-İstanbul ve Seni 
              Anlasaydık Bu Hale Gelmezdik, İbrahim Candan – Akasya Yayınları, 
              2005-Ankara.  
              25        Belde Gazetesi, 12 Eylül 2006 – Ankara
              26. Anayurt Gazetesi, Hamdi Yılmaz – Nevval Kavcar, 
              01/02.09.2006 - Ankara
              Not: Atatürk’ün tarih konusuyla ilgili değişik sözleri için 
              “Atatürk’ün Fikir ve Düşünceleri” (Prof. Dr. Utkan Kocatürk) adlı 
              esere bakınız.
              e.POSTA        : gercek.demokrat@hotmail.com 
              WEB               : http://mustafanevruzsinaci.blogspot.com, 
              POSTA           : PK, 118 [ 06 442 ] Yenişehir/ANKARA 
              NOT               : Kaynak göstermek şartıyla yazılar yayına 
              izinlidir.
               
        
          | 
      
      
        | 
        DİKKAT ! BU BİLGİ TELİF ESERİ 
        OLUP YAZARI VE YAYINEVİMİZDEN  İZİN ALINMADAN KULLANILMAMALIDIR | 
      
      
        | 
         
        
        
        BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız  | 
      
      
        | 
         
        
        
        
        BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız  | 
      
      
        | 
         | 
      
      
         | 
      
      
         | 
      
      
               | 
            
      
        | 
         | 
      
      
         | 
      
      
        | 
         | 
      
      
        | 
         | 
      
      
               | 
            
      
        | 
         | 
      
      
         | 
      
      
        | 
         | 
      
      
        | 
         | 
      
      
               | 
            
      
        | 
         | 
      
      
         | 
      
      
        | 
         | 
      
      
        | 
         | 
      
      
        | 
         | 
      
      
        | 
         | 
      
      
        | 
         | 
      
      
        | 
         | 
      
      
               | 
            
      
        | 
         | 
      
      
         | 
      
      
         | 
      
      
        | 
          12  | 
      
      
        | 
         
        
        KİTAP BAŞINA DÖNMEK İÇİN TIKLAYINIZ!  | 
      
      
        | 
         
        
        
        BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız  | 
      
      
        | 
         
        
        
        
        BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız  | 
      
      
        
        
          | 
      
      
        | 
        Mustafa Nevruz SINACI 
         | 
      
      
        | 
        
        
        Mustafa Nevruz SINACI HAYAT HİKAYESİ | 
      
      
        
            
                - “ET’LE TIRNAK GİBİ” 
 
              - Başbakan, Diyarbakır olayları ile 
              ilgili olarak yaptığı bir konuşmada milletçe “etle tırnak gibi” 
              olduğumuzu savundu. Hatırlarsanız eğer bu benzetmesine Çanakkale 
              şehitlerini ve ‘Çanakkale Ruhunu’ da örnek gösterişti. Başta 
              kendisi dahil, keşke Başbakanın dediği gibi olabilsek.  
 
              - Atatürk’ün hedef gösterdiği 
              “muasır medeniyet”i aşmamızı sağlayacak ve bu “mucize” yi 
              kolaylaştıracak bir beklentidir “etle tırnak” gibi olabilmek. 
              Nerde o günler?
 
              -  Diğer taraftan, “etle tırnak” gibi olmamız gereken başka bir 
              konu, daha doğrusu çok önemli ve acil bir sorunumuz daha var. 
              Anayasa, yasa, hak, hukuk, kural tanımaz ve ahlâki ilkelere uymaz 
              bilinçsiz bir toplum haline geldik. Kanun, kitap, adabı muaşeret 
              ve insanca davranış konularında şuursuz, eş deyişle, “bilinç 
              yoksulu” haline geldik ne yazık ki. Çevre, trafik, tasarruf, 
              vergi, imar, özelleştirme, yönetimi denetleme ve siyaseti takip, 
              sorun yaratanları ikaz, uyarma ve aydınlatma-bilgilendirme gibi, 
              iyi insan ve iyi vatandaş sıfatıyla kişisel sorumluluk gerektiren 
              alanlarda yaşanmakta olan karmaşa dikkate alındığında; Anayasal ve 
              yasal sorumluluğumuzun gerektirdiği şekilde hareket etmediğimiz, 
              yurttaşlık görevlerimizi yapmadığımız, dolayısıyla da “yasa 
              bilincimizin” can çekişmekte olduğu açıkça ve kolayca görürüz.
 
              - Böylece meydan üç beş soysuza 
              kalmakta ve büyük sıkıntılar yaşanmaktadır.  
 
              - Sayın Başbakan darılmasın ama, 
              daha önce vaki ‘evet, bu ülkede Kürt sorunu vardır’ açıklaması ile 
              karanlık emellerin dışavurumu, şer ve şeytani güçlerin görünen 
              yüzü biçiminde tezahür eden bir avuç ‘sözde’ aydınla bir araya 
              gelmesinden sonra doğrusu, onun bu gerçeğin farkında olup 
              olmadığını merak ediyorum. Ya başkaları, örneğin Sayın Baykal ve 
              diğerleri; Ortalığı karıştıranların ‘vahşi batı/AB+ABD’ güdümlü ve 
              Ermeni orijinli olduklarının acaba farkında mı? Gerçekten et ve 
              kemik gibi olan “kurucu unsurların” huzur ve tesanüdünü bozmaya 
              yeltenenlerden büyük bölümünün “SÜNNETSİZ”, ekseriyetinin Ermeni 
              ve yabancı uyruklu lejyoner, yani paralı eşkıya ve kiralık katil 
              olduklarını biliyorlar mı ? Sanmıyorum. Peki, İçişleri Bakanlığı 
              bunları neden açıklamıyor? Ayıp olur diye mi? Ayrıca, Cumhuriyet 
              tarihi boyunca bütün (sözde) Kürt ayaklanmalarının ardında 
              Ermenistan, ABD, Almanya, Fransa ve İngiltere’nin olduğu ne çabuk 
              unutuldu. Ya PKK’nın ASALA’ nın dönüşümü olduğunu bimeyen var mı? 
              Öyle ise gaflet ve dalâlet kimde ve nerde ? Yani, sorunun kim ve 
              ne olduğumuz ya da hangi makamı işgal etmekte olduğumuzla ilgisi, 
              alâkası yok. Bu sorun sahipsizlik, bilinçsizlik,sorumsuzluk ve 
              eskilerin deyimi ile tam bir şuursuzluktur.   Hepimizin içinde 
              yaşayan bu sorun, eğer kendimize gelmezsek sonumuz da olabilir.
 
              - VİRÜS !
               
 
              - Şu halde, “hak-hukuk-adalet ve 
              yasa bilinci” ve ‘ülke sorunları ile doğrudan ilgilenme 
              sorumluluğuna’ gerçekten sahip değiliz. Kişiliklerimizin 
              derinliklerinde yaşayan bu sorunun bir virüs olduğunu 
              düşünebiliriz. Bizler, bu “virüs”ten kurtulmayı, diğer bir 
              deyişle, “yasa bilincini” edinmeyi ve vatandaş olarak üzerimize 
              düşen görevleri yapmayı başarmak zorundayız. Evet, devlette 
              kanunları bilmemek mazeret değildir Lâkin, hiçbir bilince sahip 
              olmadan alel usul her önümüze geleni tenkit etmek ve kendi 
              değerlerimizce yargılamak da ne yazık ki suç değil... Fikir 
              özgürlüğü deniliyor buna. Toplumda en çok istismar ve suistimal 
              edilen konu bu. Bunu, iyi insan ve iyi yurttaş olarak faydalı ve 
              gerekli alanlarda bir “iyi yurttaş üretme projesi” olarak  
              tanımladığımız ve uyguladığımız taktirde adeta bir “okul dışı 
              eğitim” çalışması yapmış olacağız. Böylece, şu anda şiddetle 
              ihtiyaç duyulan “toplumsal rehabilitasyon” olayı kendiliğinden 
              devreye girecek. Toplum kendi kendini aklayıp, ayıklayacak. 
              Pisliklerden temizleyecek. Bilinç düzeyi yükselecek. İçimize kadar 
              nüfuz eden virüsü yenecek ve daha sağlıklı, kalıcı güçlü, aktif, 
              dinamik ve ‘sürdürülebilir’ bir ‘öz’ toplumsal refleks 
              geliştirilecek. Doğal dengeleyiciler (stabilizatörler) yeniden 
              hareket ve hız kazanacak. Toplumsal değer ve dinamikler 
              yenilenecek. Her şey içimizdeki virüsten kurtulmaya bağlı. Virüsü 
              yenmenin yolu ne ? Başbakanın dediği “et ve kemik gibi” olabilmek. 
              Hacı Bektaşı Veli’ nin gösterdiği “bir olalım, iri olalım” 
              felsefesini hayata geçirmek. Onlarca etnik ırkı bir arada tutan ve 
              hep birlikte “vatan” diye topraklarına, bayraklarına sarılan ve 
              bütün değerlerini sahiplenen devletleri gıpta ile örnek alalım. 
              İçimizdeki virüsleri atalım. Hastalık ve pisliklerden kurtulalım. 
              Kendimize gelelim. Kendimizde olalım.   
 
              - Aslında bu, “et ve kemik gibi” 
              olmanın doğal gereğidir. Ancak, et ve kemik gibi olanlar arasında, 
              aynı hal ve ideallerde birleşmenin, aynı kaderi; kederde, kıvançta 
              ve tasada bir olarak, eşitlik, hakkaniyet ve adaletle paylaşmanın, 
              asgari müştereklerde birleşmenin, sıkıntılara birlikte katlanıp, 
              nimet ve külfetleri birlikte –dürüstçe,adilce- paylaşmanın şart 
              olduğunun bilmek ve uygulamak zarureti vardır. Aksi taktirde bu 
              söylem lâfı güzaftan ileri gidemez. İcaplar önemlidir.  Aksi 
              taktirde, ‘din kardeşimiz Recep’ boşuna konuşmuş olur.
 
              - Umur-u devlet için söz önemlidir. Bu söz ise çok mükellefiyeti 
              beraber getirir.  
 
              - Özellikle Yargıtay Cumhuriyet 
              Başsavcısı açıklamalarından sonra “yasa bilinci” konusunun tekrar 
              ele alınması ve bilhassa hükümet tarafından gözden geçirilmesi 
              gerek. Zira, yasalar konusundaki bilinç noksanlığı uygulamada çok 
              önemli ve ciddi, kalıcı sorunlara yol açmakta, bu sorunlar ise 
              ‘halkın devlete olan güvenini” sarsmaktadır. Oysa, güven ve 
              adaleti dengeli ve düzenli bir biçimde sağlamak baştaki hükümetin 
              görevidir. Hükümet yasaları ‘gerektiği biçimde’ uygulamak, mevcut 
              kanun ve mevzuatın yetersiz kalması halinde de ‘hakkaniyet, 
              eşitlik ve adalet’ ilkelerine uygun yeni kanunlar çıkartmak 
              zorundadır. TBMM’nin görevi budur.  
 
              - ‘Demokrasinin vazgeçilmez 
              unsurları’ şeklinde tanımladığımız siyaset kurumları bunun için 
              vardır. Yolsuzluk yapma, devleti ve vatandaşı soyma ihtirası ile 
              kıvranan adi, alçak ve insanlık dışı kesimleri koruma, kollama, 
              yardım ve yataklık yapma değil.. Hep birlikte yapmaları gereken 
              şey: Önce, her ne olursa olsun mevcut yasalara her kesin ve her 
              kesimin istisnasız uymasını sağlamak, uygulamada vatandaş aleyhine 
              (şunun-bunun aleyhine değil) problemler çıkması halinde ilgili 
              yasayı ele alıp yeniden düzenlemek, düzeltmek ve kamu-halk 
              menfaatine işleyecek şekilde düzeltmektir. Şimdi sayın başbakan 
              ‘etle tırnak gibiyiz’ diyor. Diyor ama, ülkemizin belirli bir 
              bölümünde devletin yasaları uygulanmıyor. Uygulamanın temini için 
              var olan resmi ve yasal güç kullanımı yoluna gidilmiyor. İş mi 
              bu?      
 
              - O Başkan Bizim Başkanımız.
 
              - Evet o bu milletin başbakanı. 
              Başbakan konuşuyor, millet dinliyor. Haklı mı ? Haksız mı? Açık ve 
              net şekilde bilinmiyor. Neden? Çünkü, halk da yasa bilinci yok da 
              ondan. Böylece, “Yasa bilinci” konusunda ne kadar yetersiz, 
              bilinçsiz ya da “yoksul” bir toplum olduğumuzun çok somut bir 
              örneği ortaya çıkıyor. Yukarda bahse konu örnekte gördüğümüz gibi 
              yargı ve yürütme birbirine giriyor. Sonuçta, başbakan yargıdan, 
              yargı başbakandan şikâyetçi oluyor. Orada söz konusu edilen 
              şikâyet ve sıkıntıların nedenini “bencillikle”,“bana necilikle”, 
              ”sorumsuzlukla”,“kural tanımazlıkla” açıklamak elbette mümkün. 
              Fakat ana mesele bu değil. Şöyle 1961’den bu yana kanun teknikleri 
              ve çıkartılan kanunların amaç, ilke ve içeriklerine baktığımızda 
              mesele ortaya çıkıyor. Bakıyoruz önce her şey halktan yana. Sonra 
              işler yavaş yavaş iktidarca muteber birilerinden yana, sonra 
              tefessüh etmiş AB’ den yana, derken kapitalist, emperyalist ve 
              milletin kanını emenden yana dönüşmeye başlıyor. Atatürk’ den bu 
              yana hasbelkader yürütülmeye çalışılan “iyi yurttaş üretme 
              projeleri” rafa kaldırılıyor. Zamanla çıkartılan lâstikli-esnek 
              yasalarla, ayrımcılığa çanak tutuluyor. İlerleyen süreçte bozulum 
              başlıyor. Bozulum yozlaşma, kokuşma, kirlenme ve iğrenç kapitalist 
              oyunlara dönüşüyor. Ve nihayet dengeler bozuluyor.  
 
              - Bozulan dengeler, haksız ve 
              hukuksuz yere verilen tavizlerin sonucudur.  
 
              - Nihayet ülke ‘taviz kaldıramaz’ ve 
              ‘haksızlıkları sindiremez’ hale geliyor.  
 
              - Bu gün Türkiye’nin ve Türk 
              milletinin ‘içine sindirme’ kapasitesi dolmuştur.
 
              - Sonuçta günümüzün başbakanı da bu sürecin tabii bir ürünüdür. 
              Olayı aldığı ve alıştığı gibi götürmek arzusunda. Bütün çıkar 
              odakları ise yanını-yöresini doldurmuş bir halde. Elbette 
              kendileri için de bir şeyler umuyor ve bekliyorlar. Bu çemberin 
              hemen yanı başında ise, yıllardır malum alışkanlıklarını 
              sürdürenler var. Elbette bütün bu arazı aşmak kolay değil. Ama o 
              bir başbakan. Hakkın ve halkın yanında olmak zorunda. Bir yığın 
              yalakanın ve iğrenç çıkar gruplarının değil. O nedenle, büyük 
              düşünmek, çok az konuşmak ve halkın refah ve mutluluğu için (çıkar 
              gruplarının değil) müşterek menfaati için gece gündüz “adaletle, 
              faziletle, hukuka ve adalete” uygun olarak çalışmak ve Türkiye’nin 
              başbakanı olmak zorunda.   
 
              - “Büyük düşünen geleceğin gereklerini görüp, feraset ve 
              basiretle ele alan, ele aldığını azim, irade ve tam bir 
              kararlılıkla ve kanunlara uygun, mevzuata sahip ve saygılı olarak 
              yapan”, “tuttuğunu koparan, gözü kara bir başbakan”, “ülkenin 
              bütün siyasi yöneticilerini bir araya getirerek, partiler üstü bir 
              yaklaşım ve tutumla” güzel ülkemizi içine düştüğü bataklıktan 
              çıkaran-kurtaran bir başbakan olmak kolay değildir. Bu iş sabır 
              ister. Bilinç ister. Özellikle yasa bilinci çok önemlidir.  
 
              - Yasa bilinci “et ve kemik” gibi 
              olmaktır.  
 
              - Her şeyi adalet, hakkaniyet ve 
              hukuka uygun olarak yapmaktır. Ayrıcalıkları ortadan kaldırmaktır. 
              Taraf tutmamaktır. Hale, ve kişiye göre yasa çıkartmamaktır. 
              Çıkarttırmamaktır. En önemli ve gerekli olanı da: Mevcut ve meri, 
              geçerli yasaları ona, buna, şuna göre değil, kamu yararına 
              dosdoğru uygulamak ve uygulatmaktır. Emel (zihniyet) bu olursa, 
              amel (icraat-faaliyet de) düzgün olur. Bu takdirde düzgün bir 
              başbakana kim ne der ki! Yeter ki, zaaflar aşılsın. Yeter ki, hür 
              ve hükümran devletten asla taviz verilmesin. Emsallerden 
              şaşılmasın. Mütekabiliyet için eşit şartlar beklensin. Eşitlik, 
              adalet ve hakkaniyete uygun olmayan ‘necasetle’ iştigal edilmesin. 
              Ve, gerçekten et ve kemik gibi olunsun.
 
              - Umur-u devlete yakışan ve halka 
              gereken budur.  
 
             
             
        
          | 
      
      
        | 
        DİKKAT ! BU BİLGİ TELİF ESERİ 
        OLUP YAZARI VE YAYINEVİMİZDEN  İZİN ALINMADAN KULLANILMAMALIDIR | 
      
      
        | 
         
        
        
        BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız  | 
      
      
        | 
         
        
        
        
        BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız  | 
      
      
         | 
      
      
         | 
      
      
               | 
            
      
        | 
         | 
      
      
         | 
      
      
        | 
         | 
      
      
        | 
         | 
      
      
               | 
            
      
        | 
         | 
      
      
         | 
      
      
        | 
         | 
      
      
        | 
         | 
      
      
               | 
            
      
        | 
         | 
      
      
         | 
      
      
        | 
         | 
      
      
        | 
         | 
      
      
        | 
         | 
      
      
        | 
         | 
      
      
        | 
         | 
      
      
        | 
         | 
      
      
               | 
            
      
        | 
         | 
      
      
         | 
      
      
         | 
      
      
         | 
      
      
        | 
          13  | 
      
      
        | 
         
        
        KİTAP BAŞINA DÖNMEK İÇİN TIKLAYINIZ!  | 
      
      
        | 
         
        
        
        
        BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız  | 
      
      
        | 
         
        
        
        
        BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız  | 
      
      
        
        
          | 
      
      
        | 
        Mustafa Nevruz SINACI 
         | 
      
      
        | 
        
        
        Mustafa Nevruz SINACI HAYAT HİKAYESİ | 
      
      
        
            
              
                 - AB YÖNTEMLERİNİ KULLANMAK GEREK
 
              
              - Terör yine başa belâ. Oysa 
              kurtulmanın kolayı var. Dayatılan AB kriterlerinde ne deniliyor. 
              ‘Bütün sorunlar hukukun içinde ve hukuk yoluyla çözülecek’ Son 
              çeyrek asırdan beri Türkiye, teröre 35 bin can verdi. 150 milyar 
              dolar dolayında para harcadı. Yatırım ve üretim durdu. Halk 
              fakirleşti. İç ve dış borç arttı. Sorunlar büyüdükçe yönetim 
              kalitesi düştü ve sonuçta AB güdümünde ve AB reçeteleri ile hiçbir 
              problemin çözülemeyeceği anlaşıldı. Koca devlet işi gücü bıraktı 
              ve PKK terörüne odaklandı.  
 
              - Şimdi bakalım. Benzer durumlarla 
              karşılaştıklarında onlar ne yapıyorlar. Hani, şer ve şeytani 
              güçler tarafından uydurulmuş olup da sözde atalarımıza maledilen 
              bir söz var. ‘İmamın dediğini yap, ama gittiği yoldan gitme’ 
              derler. Maksat malum İmamı halkın gözünden düşürmek. Böylece halkı 
              dinden, imandan ve ahlâki değerlerden uzaklaştırmak. Bunu bize 
              salık verenler, kendi ülkelerinde ‘cemaat ne derse desin imam 
              bildiğini okur’ hükmüne göre hareket ediyorlar. Nasıl mı ? Şöyle: 
              ABD’de bir 11 Eylül olayı vuku buluyor, derhal ilgili ülkede insan 
              hakları, hukuk, ahlâk, hoşgörü ve tolerans adına ne varsa rafa 
              kaldırılıyor. Bir sürü ülke terörist ilân edilip; Demokrasi adına 
              haçlı seferleri başlatılıyor. Ardından Afganistan sahte sebep ve 
              sudan gerekçelerle Afganistan ve Irak işgal ediliyor. Suriye ve 
              İran tehdit ediliyor. Her iki ülke halkına kan kusturuluyor. 
              Olacak şey mi ? Ama oldu işte. NATO sessiz, BM yağcı yardakçı, 
              yardımcı ve yatakçı. Oh ne güzel. ABD yapınca böyle. Ya Türkiye!
 
              - Gelelim İngiltere’ye. Metroda 
              patlatılan bir bomba yüzünden kıyametler koptu. On binlerce insan 
              mağdur ve perişan edildi. Ülkeye giriş-çıkış durdu. Müslüman 
              devletlerden gelenler hava alanları ve gümrük kapılarında mağdur 
              edildi. Yüzlercesi içeri alınmadı geri çevrildi. Mevcuda ilâveten 
              olağanüstü yasalar hazırlandı. Akla hayale gelmedik yasaklar 
              konuldu. Aynı İngiltere on yıllarca İRA’ ya kan kusturmadı mı ? 
              Gördüğü her yerde İRA özgürlük savaşçılarını tereddütsüz vurmadı 
              mı? Ya Fransa. 1968 olaylarından malul. 2005 hak arama 
              eylemlerinden mahkum. Şimdi de iş kapıları kapanan masum halka ve 
              öğrencilere kan kusturmakla meşgul. Elinde sopa olana copla, taş 
              olana bomba ve arada bir silâh çekene ise tankla otomatik tüfekle 
              mukabele ediyor. Kazara meydana gelen bütün tahribatın bedeli ise 
              tutuklananlara ödettiriliyor. Diyarbakır, Adana, Mersin, Hakkâri, 
              Yüksekova, Şemdinli ve Van olayları ile kıyas edildiğinde devlet 
              terörü halkı vuruyor. Kimseye aman yok. Af yok atıfet yok. Sıkı mı 
              Türkiye de ki gibi bir çapulcu takımı ortaya çıksın. İki günde 
              çanına ot tıkanır. Canları burunlarından getirilir.
 
              - 17 Eylül örgütünü Yunanistan bir 
              mevsimde infaz etmedi mi? Ya Almanya da Baader Meinhof 
              militanları. Bir gecede hapishanede infaz. Sıkıysa her hangi bir 
              AB ülkesinde birisi ayağa kalksın. Birileri hak falan istesin. 
              Derhal başları ezilir. Nesilleri bile kökünden kurutulur yok 
              edilir. Bırakalım bunca büyük olayları. Meselâ her hangi birisi, 
              yine her hangi bir AB ülkesinde polise karşı çıksın. Diklensin. 
              İkaz ve ihtarlara aldırmasın. Görün bakalım sonu ne olur. Bir de 
              polise silâh çekme gafletinde bulunursa manzarayı o zaman görün. 
              Olay yerinden sağ çıkabiliyor mu? Çıkamıyor mu? Adamı hemen 
              oracıkta haklarlar. Sonra sıkıysa birisi hesap sormaya kalksın. 
              Bizim İnsan Hakları nam Komisyon, Kurul veya STK’ ları hiç gidip 
              de AB hapishanelerinde inceleme yaptı mı ? (Onlar bizimkileri çok 
              denetledi de !) Orada yatan mahpusların nasıl uyuşturulduğunu, 
              insanlıktan uzaklaştırıldığını, her türlü zulüm, eziyet ve 
              işkencenin kapalı kapılar ardında (tıpkı Ebu Garip’te olduğu gibi) 
              taciz ve tecavüzle terbiye edildiklerini gördü mü ? Gulag takım 
              Adalarını (Rusya) ve daha dünkü Sırp ve Bulgar hapishanelerini 
              duydunuz mu hiç... İşte AB bu. Bilinsin.  
 
              - Diğer taraftan, aynı AB’nin başta 
              Fransa, İngiltere, Norveç ve Danimarka’sı, hattâ Yunanistan ve 
              kendi kırılası ellerimizle kurduğumuz Güney Kıbrıs çete devleti 
              terör örgütüne yardım ve yataklık yapmıyor mu ? PKK’yı Türkiye’ye 
              karşı koz, tehdit ve baskı unsuru olarak kullanmak gibi uluslar 
              arası çirkin bir ihanetin her türlüsünü yapmıyor mu ? Daha ne 
              düşünüyorsunuz beyler!
 
              - AB bize ne diyor. Hakkı olan 
              hukukun içinde yol arar.  
 
              - Hukukun dışına çıkanlar tedip ve 
              terbiye edilmek zorundadır.  
 
              - Öyle ise, halâ neden duruyor 
              Türkiye. Çözün polisin elini, açın Askerin önünü. Problemi olan 
              Türk adaletine gitsin. Öyle, iç hukuk yolları noksansız 
              tamamlanmadan AİHM’ ne gitmek yok. Hangi vatan haini AB köpeği 
              icat etmiş bu yolları. Aynı AB’de var mı böyle bir şey. Kesinlikle 
              yok. AB’de olmayan bizde de asla olamaz. Ülkeyi yönetenlerin artık 
              kendine gelmesi gerek. Hangi bakanlığın görev ve yetki alanında 
              gevşeklik varsa, dirayet yoksa, vatan ve milleti koruma-kollama 
              iradesi yoksa, memurdan bakana kadar sorumlusu bulunsun. 
              Bulunmuyor mu ? Bulunup, biliniyor da icabı yapılmıyor mu ? O 
              halde ‘balık baştan kokmuş’ demektir. Lâkin, her başın da başını 
              tutan biri vardır. O’ da Sayın Cumhurbaşkanı’dır. Umarız böyle bir 
              hal vukuunda Anayasadan aldığı yetkileri kullanır ve çekinmeden 
              görevini yapar.  
 
             
             
        
          | 
      
      
        | 
        DİKKAT ! BU BİLGİ TELİF ESERİ 
        OLUP YAZARI VE YAYINEVİMİZDEN  İZİN ALINMADAN KULLANILMAMALIDIR | 
      
      
        | 
         
        
        
        
        BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız  | 
      
      
        | 
         
        
        
        
        BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için tıklayınız  | 
      
      
         | 
      
      
         | 
      
      
         | 
      
      
               | 
            
      
        | 
         | 
      
      
         | 
      
      
        | 
         | 
      
      
        | 
         | 
      
      
               | 
            
      
        | 
         | 
      
      
         | 
      
      
        | 
         | 
      
      
        | 
         | 
      
      
               | 
            
      
        | 
         | 
      
      
         | 
      
      
        | 
         | 
      
      
        | 
         | 
      
      
        | 
         | 
      
      
        | 
         | 
      
      
        | 
         | 
      
      
        | 
         | 
      
      
               | 
            
      
        | 
         | 
      
      
         | 
      
      
         | 
      
      
        | 
          14  | 
      
      
        | 
         
        
        KİTAP BAŞINA DÖNMEK İÇİN TIKLAYINIZ!  | 
      
      
        | 
         
        
        
        BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız  | 
      
      
        | 
         
        
        
        BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için 
        tıklayınız  | 
      
      
        
        
          | 
      
      
        | 
        Mustafa Nevruz SINACI 
         | 
      
      
        | 
        
        
        Mustafa Nevruz SINACI HAYAT HİKAYESİ | 
      
      
        
            
            Özellikle, Türk düşmanı bölücü 
            unsurlar, küresel güçler ve AB yanlısı gruplar üzerinde haklı 
            kuşkular yaratan Agos gazetesi yazarı Ermeni asıllı vatandaşımız 
            Hrant Dink cinayeti ertesinde TCK 301’in gündeme taşınması, 
            ülkemizde yeni ve geniş boyutlu tartışmalara yol açmış 
            bulunmaktadır.  “Düşünceyi açıklamak” adına aziz ve necip Türk 
            milleti ve medeniyetine aleni hakareti suç olmaktan çıkartmak gibi 
            düşmanca, onursuz ve art niyetli bir kalkışma zaten başlı başına suç 
            olmakla; Bu konunun “İnsani boyut, hak, adalet ve hukuk” bağlamında 
            incelenmesi gerekir. Nitekim, tartışma içerik ve biçimi, Sivil 
            Toplum Kuruluşları arasında öteden beri var olan ayrışmayı 
            netleştirdi. Eğilimler açıkça ortaya çıktı. Bu taraflardan biri (AB, 
            ABD, Soros ve Karen Fog yanlıları) maddenin kesinlikle ve tümüyle 
            kaldırılmasından yana. Hattâ, 2006 yılı “tedbir kararlı” Ermeni 
            diyasporası toplantısı konusunda sürpriz bir çıkışla konferansın 
            yolunu açan Adalet Bakanı Cemil Çiçek, 3 Şubat 2007 tarihli 
            gazetelerde bu defa “301 gider, 216 gelir” demekle büyük bir şok ve 
            şaşkınlığa yol açtı. Acaba, Cemil Çiçek ne demek istemektedir? Hazır 
            elimiz değmiş ve konu gündeme gelmişken 216’yı da kaldırma konusunda 
            işaret mi veriyor! İşte, var olan (dış güdümlü) insan hakları 
            kuruluşları da (maalesef) tam bu cenahta yer almakta.
            Saman altından su yürütmekle maruf 
            ve daima perde arkasında kalmayı yeğleyen bir takım sivil toplum 
            kuruluşu nam; Lâkin, STK olmakla uzak-yakın hiçbir ilgi ve alâkası  
            bulunmayan “özel kanunla kurulu” bazı Oda, Sendika, Birlik ve bunlar 
            tarafından oluşturulmuş Konfederasyonlar ile sözde plâtformlar da 
            maddenin fesih ve ilgasından yana.  
            Bunların bir de “ihanet kokulu” üst kimlik – alt kimlik söylemi 
            var. Bunlardan milliyetçi geçinen bir grup da “değiştirilsin” ama 
            kalsın diyor. Milli devlet kavramını, Atatürk ilkeleri ve Türk 
            İnkılâbı bağlamında anlayan samimi ve sağ duyulu gerçek sivil toplum 
            kuruluşları ise; Maddenin aynen korunması, hattâ 
            ağırlaştırılmasından yana. Zira, dünyanın hiçbir devletinde, hangi 
            niyet, düşünce ve amaçla olursa olsun “millete hakaret etmek” 
            serbest ve yasal koruma kapsamında değil. Kaldı ki, başta ABD olmak 
            üzere pek çoğu “ülkenizde devletimiz aleyhine” eylem, söylem, tertip 
            ve teşebbüsler var diye, adli takip ve diplomatik sorunlar dahi 
            yaratabilmektedirler.  
            Şu hale nazaran sorulur; Bu hainler 
            nereden güç ve cesaret almaktadır. Bu ne küstahlıktır ki, Türkiye’de 
            Türk’e hakaret hakkı istenmektedir! Türkiye’de İnsan Hakları 
            Konusuna, genel karakteri içinde mevcut komisyonlar ve Sivil Toplum 
            Kuruluşlarının durumları itibarıyla daha önceleri yayınlanan ki ayrı 
            seri makalemizde bir hayli değindik. Bilimsel norm, ilke, disiplin 
            ve kriterler çerçevesinde Gerekli açıklamaları yaptık. Keza, aynı 
            anlam ve bağlamda “TBMM İNSAN HAKLARINI İNCELEME KOMİSYONUNUN” daha 
            ilmi, ciddi ve objektif bir çalışma periyodu içinde olması 
            gerektiğine de işaret ettik.  
            Burada tekrar ifade ediyorum: Her fırsatta ülkemize sözde insan 
            hakları dersi vermeye kalkışan AB’de adeta bir vahşet hüküm sürmekte 
            ve konuyla ilgili olarak yaşanan olaylar bir çete devletini 
            aratmayacak boyutlara ulaşmış bulunmaktadır. AB ile aktedili ve 
            yürürlükteki ikili anlaşmalar çerçevesinde, Milletvekillerinden 
            oluşan bir “İnsan Hakları Komisyonu”, Başbakanlık İnsan Hakları 
            Komisyonu’nu da yanına alarak en kısa sürede giderek, yerinde 
            olayları ve olanları incelemek zorundadır. Bu heyet AB ülkelerinde 
            cari bütün mevzuatı incelemek; Acaba Almanya’da, Fransa’da, 
            İngiltere’de, özellikle Yunanistan ve en medeni bildiğimiz ve 
            kendilerinden kanun kopyaladığımız İtalya ve İsviçre’de bu işler 
            nasıl yürümektedir ?  
            Eğer, AB’nin ekmeğine yağ sürmek 
            uğruna menfur bir oyun oynanmıyorsa, haydi iş başına. İnsanlık alemi 
            sizi bekliyor. Açlar, yoksullar, baskı ve tehdit altında inleyenler 
            ve insanlık dışı işgale maruz kalanların size ihtiyacı var. Bu 
            millet sizi niye besliyor? Er kişi, ekmeğini yediğinin kılıcını 
            çalandır.  
            Haydi iş başına! Şimdilerde 
            Türkiye’nin maruz kaldığı 301 baskısı karşısında eğer, başta TBMM ve 
            Başbakanlık insan hakları komisyonları olmak üzere, bizde mevcut 
            ‘insan hakları’ nam dernek ve vakıflar bunu beceremez ve temel insan 
            haklarının ihlâl ve inhilâle uğratıldığı yerlere gidemezler; Buna 
            karşın dışardan (AB) gönderilen heyetlerin ülkeye girmesine ve Türk 
            milletinin onur ve erdemini küstahça rencide ederek incitmesine göz 
            yumarlarsa, aralarında “İNSAN YOK” demektir. Şimdi meseleyi daha da 
            açıyor ve Türk milletinin verdiği görev bağlamında 3686 Sayılı Kanun 
            hükümleri dairesinde TBMM İnsan Haklarını İnceleme Komisyonu’ nun 
            görev ve yetkilerini baz alarak birkaç gün sürecek araştırma ve 
            sorgulamamıza başlıyoruz. İlgili maddenin (a) şıkkı şöyle 
            demektedir. Buna göre:   
            a)Uluslararası alanda genel kabul 
            gören insan hakları konusundaki gelişmeleri izlemek, Öncelikle şu 
            hususu belirtmek gerek “Uluslararası alanda genel kabul gören ‘İnsan 
            Hakları’ konusundaki gelişmeleri izlemek” oturup’ ta dünyada neler 
            olup-bittiğini gözlemek değildir. Peki nedir ? Bilinsin. 
            Açıklayalım: Başta İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi olmak üzere 
            konuya ilişkin BM Anayasası, cari mevzuat; İslâm’ın temel hüküm ve 
            akideleri, Peygamberimiz efendimizin ‘Veda Hutbesi’ diğer ahkâm ve 
            sair ahlâki usul ve esaslar dahilinde kimin ne yaptığını takip ve 
            kontrol etmektir.  
            Hangi devlet ne yapıyor, insan 
            haklarına nasıl bakıyor. Azılıklarına ne gibi haklar tanıyor, 
            eşitlik ilkesi bunlarda var mı, varsa muhtevası nedir? Bunu mutlaka 
            bilmeliyiz.
            Velev ki, ahsen-i takvim üzere 
            yaratılmış ve Yüce Yaratıcıya halife kılınmış İNSAN’ ın uluslar 
            arası forum ve plâtformlarda tanınmayan hak ve hukuku konusunda da 
            tanımlar getirmek, yeni norm ilke ve kriterler getirmek gerekir. 
            İnsanca yaşam boyutu ‘Bilgi Çağı’ nın ana unsurudur. Bu unsurun 
            temelini, kapitalist ve emperyalist HIRSIZ lügatında yer alan 
            ‘güvenlik’ değil; “ADALET” hukuk ve ahlâk yer alır. Bütün insan 
            hakları kurum, kuruluş ve komisyonlarının temel amaç ve görevi: 
            Yaşam boyutunda adaleti hakim kılmaktır. Eşitliği teşmil etmektir. 
            Var olan bütün imtiyaz ve ayrıcalıkları yalnızca ülkeden değil, 
            bütün dünyadan kaldırmak, zenginler ve fakirler arasındaki uçurumu 
            kapatmak, işgalleri önlemek, masum ve mazlumları korumak, haksızlık 
            ve yolsuzlukları önlemek ve dünyanın her neresinde olursa olsun 
            “İYİ, İLKELİ, ONURLU, NAMUSLU, DÜRÜST, ÇALIŞKAN ve ÜRETKEN” insanı 
            korumak ve kollamaktır.  ‘İnsan Hakları’ derken, özellikle ve 
            bilhassa neden ‘İNSAN’ vurgulanmaktadır ? Hiç düşündünüz mü ? Zira, 
            hak-hukuk ve adalete lâyık olan varlık sadece ve yalnızca İNSAN’ 
            dır. İnsan da, çevresini saran ve insan için var olan varlıklara 
            değer vermek, adalet ve hakkaniyetle davranmak zorunda ve 
            durumundadır. Amma önce ve elbette insan. Dünyanın her neresinde 
            olursa olsun insan; İyiden ve doğrudan, hak ve adaletten yana olan 
            ve ‘doğrusal yönde’ yaşamını sürdürendir. Doğrusal yönde yaşam: 
            Hepimiz Hazreti Adem ve Havva’nın çocuklarıyız, bütün dünya 
            insanları olarak eşit haklara sahip bulunmaktayız. Bu dünya bizim 
            için yaratılmıştır. Dünyada kardeşlik ve barış içinde yaşamak en 
            birinci görev ve sorumluluğumuzdur. Anlaşmayı ve adaletle paylaşmayı 
            bilmeli ve bilmeyenlere usulünce bildirmeliyiz. Bu yaklaşım insan 
            hakları, adalet ve hukukun temel umdesidir. Sorumlu ve bilinçli 
            olmayı zorunlu kılar. Görev, tam bir inanç ve bilinçle bütün dünyada 
            bunun mücadelesini vermektir.  
            Ne demiş atalarımız ‘Zulüm abâd 
            etmez insanı, ilim abâd eder.’ Yani; Eziyet, baskı, işkence ve 
            zulümle, zorla insanlık alemi şenlenmez. Mamur ve müreffeh bir ülke, 
            ilim ve irfana rağmen, cehalet ve şeametle inşâ olunamaz. Ya ilimle, 
            ya zulümle anlayışının ‘ya zulümle’ yanı yanlıştır. Diktatör ve 
            despotlara mahsustur. Tarih bu güne kadar insanlık dostu bir 
            diktatör veya despot görmedi. Hepsi insanlık alemine zarar verdi. 
            Onarılması çok güç tahribatlara neden oldu. Bu nedenle, son yüz 
            yılın en büyük lideri eşsiz Atatürk’ün ‘Hayatta en hakiki mürşit 
            ilimdir’ vecizesini çok iyi anlamak be bilinçle yaşamak gerek.
             
            Evet, ne diyor 3686 Sayılı ‘İnsan 
            Haklarını İnceleme Komisyonunu’ görev ve yetkilerine dair yasanın 
            (b) fıkrası ? Bakalım:
            b) Türkiye'nin insan hakları 
            alanında taraf olduğu uluslararası anlaşmalarla T.C. Anayasası ve 
            diğer  milli  mevzuat  ve  uygulamalar  arasında uyum sağlamak 
            amacıyla yapılması gereken değişiklikleri  tespit  etmek  ve  bu  
            amaçla  yasal  düzenlemeler önermek,
            Siz hiç, veda hutbesini tam olarak okudunuz mu ? Ya Medine 
            Muahedesini ? Veya Peygamberimiz Efendimizin, insan hakları evrensel 
            beyannamesini yazanların hayal bile edemeyecekleri haklar ve hukuku 
            ifade eden hadis-i şeriflerini... “OKU” emri ile başlayan İslâm’ın 
            ve Müslümanların temel kitabı Kuranı Kerimin insan haklarına dair 
            emir ve hükümlerini? Halife Hazreti Ali’nin Mısır Valisi Malik bin 
            el-Haris-el eş-Şeyter’e yazdığı mektup’ tan dünyanın ve ülkeyi idare 
            edenlerin ne kadar haberi var? Muharref İncillerin hangisinde bu 
            denli adalet, hukuk ve ahlâk ön görülür. Afrika’ya İncilleri ile 
            gidip, asırlar boyu terör estiren ve tapularla dönen kan emici 
            Avrupa ile 100 yılda 91 ülkeyi işgal ederek kana bulayan ABD mi 
            insan haklarını bizden daha iyi bilecek. Onlar, 1215’de ‘Magna 
            Carta’ yı İslâm aleminden mülhem (ilham alarak) ortaya atmadılar mı 
            ? Virginya İnsan Hakları Beyannamesini yazabilmeleri 1776 yılına 
            kadar sürdü. Ancak 1789’da Fransız İnsan Hakları ve Yurttaş Hakları 
            Beyannamesini ortaya koyabildiler. Ancak-nihayet 10 Aralık 1948’de 
            İnsan Hakları Evrensel Beyannamesini oluşturup yayınlayabildiler.
            Derken, Paris Şartı, Helsinki İnsan 
            Hakları Sözleşmesi vs. vs. Adama sorarlar: Bunları madem ki yazdın. 
            Öyle ise söyle bakalım! Hangisine adam gibi uydun? 1914’de dünyayı 
            kana bulayan sen değil miydin? Ya 1942’de ki hezeyan? Milyonlarcası 
            gaz odalarında boğulan, cayır-cayır yakılan, bilinçli soykırıma 
            uğratılanlar insan değil mi ? Ya 1914 ilâ 1923 arasında Erivan’dan 
            Batum’a, Batum’dan Kars ve Van havalisi dahil Adana’ya kadar Türkler 
            üzerinde soykırım yapan Ermeniler’ le, İzmir – Afyon hattında on 
            binlerce insanımıza soykırım uygulayan insanlık düşmanı Rum ve 
            Yunan’a ne demeli? Üstelik bu kefere şimdi, tam bir utanmazlık ve 
            arsızlıkla karşı soykırım iddiasında. Toprak ve tazminat istemi var. 
            İşte bu nedenle Türkiye İnsan hakları konusunda çok hassas olmak 
            zorunda.  
            Türkiye, Atatürk’le, ‘Türk 
            İnkılâbını’ gerçekleştirmiş ve bütün mazlum milletlere özgürlük ve 
            bağımsızlık yolunu açmış; Öncü, önder-örnek bir millet ve devlet 
            olarak herkesten daha duyarlı olmak zorunda. Ve yine Türkiye, 
            Cumhuriyet ve demokrasiyi insan hakları, adalet ve hukuk, eşitlik ve 
            özgürlük biçiminde algılayan ve uygulama temellerini atan bir 
            Cumhuriyet olduğu içindir ki; İçinde mevcut hainlere taviz vermek 
            yerine, bunlara akıl veren örgütlü ihanet şebekelerini yakından 
            takip etmek zorunda.
            7 Kasım 1982 Tarih ve 2709 Sayılı 
            (Kanun) Türkiye Cumhuriyeti Anayasası, her ne kadar 1924 ve 
            (kesintisiz 36 yıl uygulanan) Atatürk’ün 1928 anayasasına göre; Bazı 
            konularda daha iyi, olumlu ve ileri, bir kısım meselelerde ise 
            maalesef daha da geri hükümler içermekte ise de, şu kendilerini 
            ‘çağdaş-medeni’ olarak telâkki edip mazlum milletlere zulmeden 
            organizasyonlara nazaran çok ileri ve insani bir Anayasadır. Şu 
            kadar ki, iyi niyetle, namuslu, ilkeli, onurlu ve dürüstçe 
            uygulanması koşuluyla.
            İlgili fıkra (b) meyanında şu 
            açılımı yapabiliriz : Başta TBMM, TBMM İnsan Hakları İnceleme 
            Komisyonu, diğer kurul, alt ve üst komisyonlar ile bizzatihi 
            MECLİSİN GÖREVİ; Tıpkı 50 küsur milleti tam bir birlik-beraberlik, 
            eşitlik (!?) ve tesanüt içinde tutan ABD, Çin, Rusya, İngiltere, 
            İspanya, Romanya ve daha nice onlarca ülke gibi; Eşit haklar, mutlak 
            adalet, din-inanç ve geleneklere sahiplik ve saygı bağlamında lâik 
            ve evrensel hukukun dünyaya şamil “yani, herkesçe uygulanan” 
            hükümlerine kat-i riayetle huzur ve insicamı sağlamak. 
            Birlik-bütünlüğü adaletle temin ve tesis. Her türden ayrılık ve 
            farklılığa, ayırımcılık ve anarşiye, terör ve hak ihlâline 
            kesinlikle izin vermemek suretiyle; Bizi bölmek isteyenlerin kendi 
            ülkelerinde yaptıkları ve özenle uyguladıkları gibi ‘meşakkat, 
            zahmet ve külfet ile mükâfat (paylaşım) ve mücâzâtta” (cezada) kamu 
            vicdanını rahatlatıp, müsterih kılacak ‘ilim ve adalet ortamını’ 
            tesis ve idame ettirmektir. Lâzım olan ve bahusus kurul, kurum STK 
            ve komisyonların asli ve hususi sorumluluğu budur. Bu çerçeve 
            dışında kalan ve bölücü akımlara yakın olanların insan hakları ile 
            hiçbir ilgisi-alâkası yoktur. Aldanmayın. Zira, bütün insan hakları 
            mevzuatı gibi, insan hakları kurum ve kuruluşları da; Müesses nizam 
            içinde ‘İnsanca bir yaşamı’ arzulamak ve bu uğurda 
            ‘insanca-yasal-bir mücadele’ vermek zorundadır.  
            Gelelim 3686 Sayılı Yasanın [c] 
            fıkrasına.  
            c)Türkiye Büyük Millet Meclisi 
            komisyonlarının gündemindeki konular hakkında, istem üzerine görüş 
            ve öneri bildirmek,... diyor. Bu çok, ama çok  önemli. Yani; Yasama 
            organı olan TBMM’de yurttaşları yönetmek ve kamu işlerini yürütmek 
            adına ne gibi faaliyet varsa, hepsini takip, kontrol ve istem 
            halinde koordine etmek... İstem yoksa no’lacak ? Atatürk’ün Türk 
            dünyası için söylediği gibi “susup oturulacak mı ?” Asla, ve 
            kesinlikle hayır. Mutlaka ve kesinlikle taraf olunacak.  İkinci 
            bölümde bütün ayrıntıları, sebep ve gerekçeleri ile açıklamıştık. 
            Türkiye, devlet ve hükümet olarak insan haklarını doğru anlamak, iyi 
            okumak, net algılamak ve tam bir dürüstlükle uygulamak zorundadır. 
            Gelenek bunu gerektirir. Türk-İslâm devlet geleneği insanı “insanlar 
            arasında din, inanç, dil, ırk, etnik kök ve mezhep gibi hiçbir ayrım 
            gözetmeksizin” eşit ve adaletle yönetme esasına dayanır. 
             
            Şu kadar ki: Kanunlar anayasaya, 
            anayasa da bizzat insana, “insanla birlikte olan-gelen ve doğuştan 
            var olan” temel haklarına, mutlak eşitlik ilkesi dahilinde uygun 
            olmak zorundadır. Bunun aksini iddia ve aksine hükümler ihdas veya 
            tesise teşebbüs eden “kim olursa olsun” çağdışı bir mahlûk, gerici, 
            yobaz ve mürtecidir. Gerçek irtica daima ayrılık ve farklılık ihdas 
            eden, hakiki (ilk) üretici ve nihai-son kullanıcı-tüketici arasında 
            sülük görevi-sömürgenlik yapan, çalışmadan sahip olan, hak gasp 
            eden, ilim ve ürün üreten kesimleri iliklerine kadar sömüren “hayvan 
            altı” varlıklardır. Bunlar da doğal olarak biçimsel açıdan “insan 
            formunu” kullanır. Suret-i haktan görünüp; Halkın hakkını, emeğini 
            ve ürününü sömürmek için her kılığa girerler.  
            İnsan hakları, adalet ve hukukun 
            önündeki en büyük engel bu güruhtur.  
            İnsanlar, oluşturdukları ‘hukuk devletlerinde’ kamu vicdanını 
            rencide etmeyecek bir çerçevede onları da korur. Yine, İnsanlar, 
            onların yanı sıra, doğal denge, çevre ve çevremizde yer alan 
            canlı-cansız bütün değer ve eserleri korur. Fakat, onlar (insan 
            haklarına sahip ve saygılı olmayanlar) devleti ele geçirdiklerinde 
            ‘kötülüğün yayılması için’ ellerinden gelen her şeyi yapar ve sadece 
            kendilerinden olanı korurlar. Her türlü hak ve hukuku ihlâl etmekten 
            geri durmazlar. Cemiyet içinde her şekil ve surete girerek, 
            ‘insanlığı’ tahrip ve ‘insan haklarını’ yok etmek için 
            uğraşırlar.Öyle ki, İnsanlık, doğrusal yönde bir erdemliliktir. 
            İnsanlık düşmanları da ‘kötülük yayılsın’ isterler.  
            Bu nedenle: İnsan Haklarını İnceleme 
            Komisyonu ve Başbakanlık İnsan Hakları Komisyonu ile bütün insan 
            hakları dernek, kurum ve kuruluşları STK’ lar, daima teyakkuz 
            halinde bulunmak, içeriği ve amacı her ne olursa olsun,bütün 
            teşebbüs, gelişme ve oluşumları takip, kontrol ve mümkünse doğrusal 
            yönde yani: İnsan Hakları, Adalet, Eşitlik ve Hukukun Üstünlüğü 
            yönünde ‘regüle etme’ görevini yerine getirmek zorundadırlar. Aksi 
            taktirde, ahlâken çökmüş, çürümüş ve tefessüh etmiş Avrupalı gelir 
            ve bize medeniyet, insan hakları, hukuk ve adalet öğretmeye kalkar. 
            Bu ne vahim ve rencide edici bir durumdur. Hangi insan ve hangi aklı 
            başında yurttaş bunu kabullenebilir?  Bu mesele epey sürecek. O 
            nedenle, konuyu yaşanmış bir hikâye ile noktalayalım. Bir grup 
            bedevi çölün ortasında kervan sürmekte ve mallarını satmak için 
            Şam’a götürmektedir. Tam o sırada bir hırsız-harami grubunun 
            hücumuna uğrarlar ve develer dahil bütün malları cebren çalınır. 
            Gasp edilir. Hırsızlar kervan ve mallarla uzaklaşırlarken kervancı 
            başı arkalarından seslenir. “Durun, bir dakika beni dinleyin. Size 
            söyleyecek bir sözüm var.” Haramilerin başı hayretle duraklar ve 
            kervancı başına döner ve “Haydi, ne söyleyeceksen söyle” der. 
            Kervancı başı : “Ne olur gittiğiniz yerlerde bu mal ve develeri 
            çaldığınızı söylemeyin, kendi malınızmış gibi satın” deyince hırsız 
            hayret ve şaşkınlık içinde “Neden !?” deyince kervancı başı çok 
            büyük bir lâf eder.  
            SÖYLEMEYİN Kİ, KÖTÜLÜK YAYILMASIN”  Evet, bütün siyasal, sosyal, 
            ekonomik ve kültürel kurumların olduğu gibi, özellikle ve bilhassa 
            İnsan Hakları kurum ve kuruluşlarının başta gelen görevi budur. 
            İnsan hakları adalet ve hukukun ve toplumun en büyük düşmanı olan 
            “kötülüğün yayılmaması için” çalışmak.  
            Kötülük nedir ? İnsan haklarına 
            aykırı olan her türlü tasarruf, fiil, teşebbüs ve harekettir. Alman 
            anayasasının çok enteresan bir bitiş cümlesi vardır. (Halâ duruyorsa 
            eğer) “Bu anayasanın amacı: İyi, ilkeli, dürüst insan, onurlu ve 
            sorumlu vatandaş yaratmaktır” Amerikan anayasasında da “iyi olan 
            kazansın” ilkesi yeri geldikçe tekrarlanır. Biz Türklere yakışan da: 
            “Bu Anayasa: ‘İyi, namuslu, onurlu, ilkeli ve sorumlu, dürüst 
            çalışan, doğru üreten, israftan kaçan ve tasarrufa riayet ederek 
            ülkeyi yücelten temiz yurttaşlar’ içindir, ibaresi konulmalıdır. Bu 
            öneri irdelediğimiz kanunun (d) fıkrasına uygun düşmektedir. Mezkür 
            (d) fıkrası şöyle der:  
            d) Türkiye'nin insan hakları 
            uygulamalarının,taraf olduğu uluslararası anlaşmalara, Anayasa ve 
            Kanunlara uygunluğunu incelemek ve bu amaçla, araştırmalar yapmak, 
            bu konularda iyileştirmeler, çözümler önermek, Buna göre: TBMM İnsan 
            Haklarını İnceleme Komisyonu ile Başbakanlık İnsan Hakları Komisyonu 
            ve diğer (konuyla ilgili) kurumlar, kuruluşlar, barolar, siyasetle 
            iştigal eden organizasyonlar ve özellikle SİYASİ PARTİLER; Öncelikli 
            görev olarak mevcut bütün kanunları tek-tek incelemek suretiyle 
            “hangisi ne kadar insan haklarına uygundur” biçiminde bir 
            kalifikasyon çalışması yapmalıdır. Bunun yanı sıra da TBMM’ nin 
            gündem sıralamasında yer alan kanun tekliflerinin ‘insan hakları, 
            adalet, eşitlik ve hukuk’ yönünden uygunluğunu denetlemeli ve 
            ‘devletin asli sahibi olan’ birey-toplum üzerinde yaratacağı olumlu 
            etkiyi ölçüp tartmalıdırlar. Hani ne diyoruz: Her insan bir 
            devlettir. Devlet insan için vardır. İnsanı yaşat ki devlet yaşasın. 
            Ve, Meclisin duvarındaki vecize: “Egemenlik Kayıtsız Şartsız 
            Milletindir” Bunun esas anlamı ‘halka rağmen devlet’ değil ‘devlet 
            için halk’ dır. Yani, devlet halk için vardır. Atanmış veya 
            seçilmiş, yönetmek ve yürütmekle görevli bütün kişi, kurum, organ ve 
            kuruluşlar ‘milletin emrinde ve hizmetinde’ olmak zorundadır. İşte, 
            bahse konu kurul ve komisyonlar, bunun gerçekten böyle 
            olup-olmadığını denetlemek ve takip etmek zorundadır. Aksi taktirde, 
            her biri insan hakları, adalet, hukuk ve eşitlik ilkesine temelden 
            aykırı olan; Rüşvet, iltimas, nüfuz ticareti, siyaset simsarlığı, 
            din ticareti, gasp, irtikap, sahtecilik, kaçakçılık, hortumculuk, 
            yolsuzluk, suistimal, haksız mal edinme, görevi kötüye kullanma, 
            vergi kaçırma ile her an pusuda bekleyen ve bu nevi alt varlık 
            eylemlerinden beslenen anarşi, terör, ayrımcılık ve bölücülük 
            hortlar. Sonra bunlarla baş etmek, hakkından gelmek zordur. Faturası 
            ağır olur. Maliyeti yüksektir. Kalkınma-gelişme durur, ülke geri 
            kalır.  
            Bakınız,bir ulusun başına böyle 
            talihsizliklerin gelmesi hep bir ihmal sonucudur.
            Bu kadar büyük ceremesi olan İHMAL nedir ? İnsan Hakları, Adalet 
            ve Hukuk.  
            Adalet insan haklarını tarif, hukuk ise teminle mükelleftir. 
            Eğer, bir ülkede adalet yoksa, hukuk ve devlet’ de yok demektir. 
            Zira, en iyi devlet “HUKUK DEVLETİ” olarak tanımlanmıştır. Hukuk 
            devleti nedir ? Adalet ve hakkaniyetin bütün bireyleri şamil 
            bulunduğu-kapsadığı, hiçbir şekil ve surette insanlara haksızlık 
            yapılmadığı, her kesin ve her kesimin tam bir eşitlikle 
            korunup-gözetildiği, dokunulmazlık, ayrıcalık ve imtiyaz gibi 
            kavramların kesinlikle mevcut olmadığı, ticari sır gibi ilkel ve 
            insanlık dışı bir uygulamanın uygulamadan atıldığı, kamu sırrının 
            sadece ve yalnızca uluslar arası istihbarat ile sınırlı tutulduğu; 
            AÇIK, ŞEFFAF, DEMOKRATİK ve SAYDAM devlettir.    
            Eğer devlet böyle değilse ve devlet içinde halâ ‘gerçek anlamda’ 
            (AB’nin ve gerici unsurların ileri sürdüğü anlamda değil) hak ihlâli 
            varsa, başta TBMM olmak üzere ‘kamusal alanda’ çok büyük bir görevi 
            ihmal, görevi kötüye kullanma, makam ve mevkileri fuzuli işgal, 
            duyarsızlık, sorumsuzluk ve bilinçsizlik var demektir.  
            Böyle bir sorun “meşruiyet” tartışmalarının sebebi, kaynağı ve 
            dayanağıdır.  Böyle bir sürecin başlaması halinde adalet’ de 
            tartışılır. Hukukun yerini ‘kanunculuk’ alır. Keyfi kanunlar 
            çıkarılmaya başlanır. İnsan hakları, adalet ve hukuka aykırı 
            kanunlar çıkartmak hükümeti işgal ve devleti millete rağmen gasp 
            etmektir. Bunun işareti zulümdür. Zulüm, doğrudan veya dolaylı 
            olarak uygulanan bütün işkenceleri kapsar. Zulümle kötülük yayılır. 
            Kötülüğün yayılması ekonomik, sosyal, kültürel ve bilimsel hayatı 
            felç eder. Hak ve adalet adına hareket eden bütün ‘yasal kuvvetleri’ 
            zaafa uğratır. Bunun doğal sonucu : Şeytanın uşakları görevini 
            üstlenen suç unsur ve odaklarının oluşmasıdır. Tedbir alınmadığı 
            taktirde bu suç odakları süratle mafyalaşır. Devletin kurum ve 
            kuruluşlarına sızar.  Uzatmayalım. Bu ve benzer bütün olumsuz 
            unsurların oluşum nedeni: İnsan haklarına riayetsizliktir. Mutlaka 
            ters teper. Vahim sonuçlar yaratır. Neden ? Çünkü, insan hakları 
            asla hakim kişi ve kurumlarca verilen, lütuf ve inayet olarak 
            kullandırılan değil; Doğuştan ve yaradılıştan var olan ‘medeni ve 
            insani’ haklardır.Sonuçta, ilgili ve yetkili Kurumlara düşen görev 
            bu hakları yaşam boyutunda korumak, kollamak ve geliştirmektir.
             
                        Şimdi geldik en önemli, esas ve kritik meseleye. 
            Kanunun (e) fıkrası gereği Komisyona yüklenen özel görev : “İnsan 
            haklarının  ihlale  uğradığına  dair  iddialar  ile  ilgili  
            başvuruları incelemek veya gerekli gördüğü hallerde ilgili mercilere 
            iletmek,”  Şimdi biz; “İnsan Haklarının İhlale Uğradığı veya 
            uğratıldığına dair” fiil, fail ve   iddialarla ilgili bilgi ve somut 
            gerçekleri açıklıyor ve başta TBMM İnsan Haklarını İnceleme 
            Komisyonu Başkanlığı, Başbakanlık İnsan Hakları Komisyonu, İnsan 
            Hakları Derneği, Mazlum-Der, İnsan Hakları Vakfı ile genel olarak 
            ‘İnsan Hakları’ adalet ve hukuk ile alâkalı bütün kurum, kuruluş ve 
            örgütleri göreve çağırıyoruz. Buna göre: 1. 4.Mart.2006 günü Sağlık 
            Bakanlığı tarafından, Yeşil Kartlı vatandaş sayısının 11 milyon 262 
            bin 279’a yükseldiği açıklandı. Ayrıca, yeşil kartın 2005 yılında 
            devlete maliyetinin 3 milyar YTL olduğu öğrenildi. Açıklamaya göre: 
            Yeşil Kartlı vatandaş sayısının en fazla olduğu iller sırasıyla 
            şöyle: Diyarbakır, Adana, Kahramanmaraş ve Erzurum. En az yeşil 
            kartlı ise Bilecik’te bulunmakta.
            YORUM: İlgili kanuna göre yeşil 
            kart, her hangi bir sosyal güvencesi, geliri ile muayene ve tedavi 
            olabilecek gücü (imkânı) bulunmayan işsiz, sahipsiz, fakir, yoksul 
            ve kimsesizlere verilir.Zira:Genel sağlığı korumak devletin 
            görevidir.(Anayasa Md. 13) Ancak, rakam çok ürkütücüdür. Yeşil Kart 
            her ne kadar bireysel olsa bile, bu kartı taşıyan her birey asgari 
            iki kişilik bir ailedir. Etti mi sayı 22.5 milyon. Etki alanı 
            faktörü içinde değerlendirdiğimiz taktirde: Yaklaşık 25 milyon aç, 
            bakıma muhtaç, işsiz, sosyal güvenceden yoksun fakir ve yoksul 
            vatandaş.
            SORUN: Resmi işsiz sayısının 2 
            milyon küsur olarak telâffuz edildiği ülkede bu rakam ne ? Rakam 
            gerçekse yeşil kart tevziinde haksızlık ve yolsuzluk var demektir. 
            Tut ki böyle bir haksızlık ve yolsuzluk yapılmakta ise, bunun bedeli 
            hak sahibi insanlar ile namuslu ve dürüst vergi mükellefleri 
            yönünden ‘hak gaspı’ değil midir? Dahası ortada adalet ve eşitlik 
            ilkesine açıkça aykırılık vardır. Diğer bir anlamda yönetimin 
            dikkatsizlik, takipsizlik ve disiplinsizliği sonucu on binlerce 
            kişinin sosyal güvenlik kurumlarından haksız maaş alması da aynı şey 
            değil midir? Her iki halde de yoğun bir hak ihlâli söz konusudur. 
            Yani, bu kadar yeşil kartlının olması da, devletin anayasa ve yasa 
            emri ile zorunlu görevine rağmen sağlık alanında insan haklarına 
            uygun doğru-dürüst ve istikrarlı bir politika uygulamaması da. 
            Ayrıca, genel olarak ilâç ve sağlık sektöründe yaşanan ve 
            iyi-namuslu-dürüst vatandaş hakları aleyhine vahim sonuçlar yaratan 
            haksızlık, hırsızlık, yolsuzluk, sahtecilik, görevi ihmal, bakım ve 
            tedavi hataları.  
            2. 01 Ocak 2006’dan itibaren geçerli 
            olan ve 16 yaşından büyükleri kapsayan net asgari ücret 380 YTL. 
            Buna mukabil Şubat-2006 ayında açıklanan ‘açlık sınırı’ 733 YTL., 
            ‘yoksulluk sınırı’ ise; 929 YTL’ dir.  
            YORUM: Bilinen ve bazı çevrelerce 
            sektörel bazda ileri sürülen rakamlara göre Türkiye’de asgari 
            ücretle çalışan 5 milyon kişinin var olduğu söylenmekte. Memur ve 
            İşçi Sendikalarına bakılırsa bu sayı söylenenden daha da büyük. 
            Onlara göre sadece 5 milyon dolayında ‘bir aileye bakma yükümlülüğü 
            taşıyan’ kişi bulunmaktadır. Sorunun daha acıklı diğer boyutu ise; 
            Emekli Sandığı, SSK ve BAĞ-KUR’ dan emekli, dul ve yetim maaşı 
            alanların durumudur. Her ne kadar net asgari ücret altında maaş alan 
            emekli yok ise de, rahmet-i rahmana ulaşmış emeklilerin eş, evlât, 
            maluliyet ve bakım mükellefiyetinden ötürü yararlananların tamamına 
            yakını asgari ücretin altında maaş almaktadır. Bunun yanı sıra, 2005 
            yılının Kasım ayında Ankara Numune Hastanesi’nde iş gören bir 
            müteahhit firma tarafından yapıldığı gibi, işe alınıp üç ay 
            çalıştırıldıktan sonra eline bir kuruş bile para ödenmeden atılanlar 
            da vardır. Dahası (maalesef) bazı saygın meslek grupları da dahil 
            olmak üzere binlerce insan bürolarda, atölyelerde, fabrika, mağaza, 
            muhtelif işyeri ve dükkânlarda asgari ücretin dahi çok altında ve 
            sigortasız olarak çalıştırılmakta, hattâ bunların büyük bir bölümüne 
            “bir-kaç ay çalıştırıldıktan sonra” (tıpkı Numune Hastanesi 
            örneğinde olduğu gibi) hak ettikleri maaş bile verilmeden sokağa 
            atılmaktadırlar.
            SORUN: Medeni milletler ve hukuk 
            devletlerinde insan; En büyük kıymet ve en değerli varlıktır. 
            Devletin varlık sebebidir. Kurucu unsurdur. Devlet insan için 
            vardır.Bu bütün dünyada kabul görmüş olağan, doğal, yasal ve 
            anayasal bir gerçekliktir. Eşit işe eşit ücret, ücrette ilkelilik, 
            norm ve standart birliği, yani adalet ve sosyal güvenlik ise 
            ‘vazgeçilmez’ bir insan hakkıdır. İnsani boyut, toplumsal bilinç, 
            akıl ve bilgi çağının temel ilkesi budur.Türk İstiklâl Harbi gibi 
            herkesin ve her kesimin birlikte paylaşıp, beraber katlandığı ‘milli 
            seferberlik’ dönemleri hariç olmak üzere; Bütün ileri, medeni ve 
            demokratik hukuk devletlerinde refahın tabana yayılması, 
            ilkeli-onurlu ve dürüst paylaşımın gerçekleştirilmesi, ‘nimet ve 
            külfette’ adaletli, faziletli, namuslu ve dürüst olunması esastır. 
            Dışa ve 3. dünya ülkelerine karşı her ne kadar zalim, emperyalist, 
            kan emici ve sömürücü olsalar bile, başta AB, ABD ve OECD 
            ülkelerinin çoğunda münhasıran ‘kendi insanlarına ait ve raci’ olmak 
            koşuluyla bu sorun çözümlenmiştir.  
                        İki örnekle ilgili olarak şimdi soruyorum:   
             
            -Bir yanda, dünyanın en zenginleri 
            arasına girecek düzeyde bol para, servet, kaynak ve mülk sahipleri 
            yaratacak kadar “zengini daha zengin” etme politikası uygularken; 
            Diğer taraftan 12 milyona yakın insanı Yeşil Karta mahkum ve muhtaç 
            edecek kadar “fakiri dada fakir” yoksul ve muhtaç duruma düşürme 
            politikası;
            -Ülkenin yer altı ve yer üstü 
            kaynaklarını seferber ederek; Yaşı ve hizmet süresi dolanlar ile 
            mevcut imkân ve servetleri itibarıyla ‘maaşa muhtaç’ olmayan memur 
            ve işçileri emekliye ayırarak; Bankamatik memuru nam ‘havadan haram 
            para alanları’ işten atarak; Maaşlar arasında ‘kıdem, ehliyet ve 
            liyakate’ uygun düzenleme yaparak ve ‘kamu hizmeti ile bağdaşmayan 
            fiil ve teşebbüslerde bulunmuş, yani suç işlemiş’ kişilerin işine 
            son vererek yeni iş alan ve olanakları yaratmak varken; Milyonlarca 
            insanımızı işsizliğin, açlığın ve yokluğun pençesinde kıvrandırmak;
            -Ciddi işleyen bir takip, kontrol ve 
            caydırıcı ceza mekanizması kurmamak ve çok sıkı takip etmemek 
            suretiyle: On binlerce çocuğu çalışmak zorunda bırakmak, en az 
            sosyal güvencesi olanlar kadar bir nüfusun ‘sosyal güvencesi 
            olmadan’ kaçak çalışmasına göz yummak durumunda kalmak; 
            Örneklediğimiz Numune Hastanesi olayı gibi belki binlerce kişinin de 
            ‘ücretsiz’ çalıştırılması ve sömürülmesi-istismar edilmesi 
            karşısında insanları çaresizliğe terk etmek; İlgili ve sorumluları 
            tek tek yakalayıp, yargı önüne çıkartarak cezalandıramamak;
            -Bütün bu ‘kutsal emek’ istismarları 
            ve buna bağlı kayıt ve kapsam dışı ile ‘kamu vicdanı adına’ ödünsüz 
            bir mücadele yapmamakla ve kayıt dışının % 50’leri aşmasına seyirci 
            kalmakla, devleti trilyonlarca lira vergi ve batmakta olan ‘ulusun 
            geleceği’ sosyal güvenlik kurumlarını aynı miktarlarda prim kaybına 
            uğratmak;
            -Böylece, 770 bin km2 ve 73 milyon 
            nüfusu mücavir 81 vilâyetten müteşekkil koca bir devletin idari, 
            mali, askeri ve sair bütün yükünü ‘insafsızca-merhametsizce’ % 35 
            gibi; Namuslu-dürüst, ilkeli ve onurlu mükellefin omuzlarına 
            yüklemek;  
            -Devlet olmanın onur, güven, 
            rahatlık, huzur ve gururu ile insanca-hakça, özgürce yaşamanın, 
            uluslararası alanda IMF ve Dünya Bankası dahil kimseye madden 
            bağımlı ve göbekten bağlı kalmak zorunda olmadan “hürriyet ve 
            adaletin’ tadını çıkarmanın, refahı tabana-bütün halka adaletle 
            yaymanın, külfeti paylaşmanın ve milletçe mutlu olup-huzuru-güveni 
            ‘milli gücümüzle’ korumanın yolunu tıkayan: “Kayıt dışı ekonomi, 
            kayıt, kapsam ve kontrol dışı yatırım, istihdam, sıcak para 
            sirkülâsyonu, kaçakçılık, her türlü yasa dışı iştigal, nüfuz 
            ticareti, kanunsuz komisyon, rüşvet, para karşılığı iltimas, gasp, 
            irtikap, sahtecilik, makam ve memuriyeti kötüye kullanarak özel 
            çıkar sağlama, stokçuluk, spekülâtörlük, yüksek kâr, fahiş kazanç, 
            gayri ahlâki faaliyet...” gibi, tamamı insan hakları, adalet, hukuk 
            ve kamu yararına aykırı iştigallere karşı çıkmamak, bu ve benzer 
            faaliyetlerin kökünü kurutmamak;
            -Bütün bu ahval ve şeraite adeta 
            rıza göstermek gibi bir kararsızlıkla, bilinçli, azimli, kamu 
            yararına olumlu ve kararlı bir mücadele yürütmemek suretiyle 
            telâfisi kabil olamayacak büyüklükte bir kaynak kaybına neden 
            olarak: Asgari ücreti açlık sınırının altında tutmak;
            -Emeklilerin kahir ekseriyetine hem 
            adaletsiz,dengesiz,emsal devletlere göre haksız, emekli olunan 
            kurumlar itibarıyla denge, mesleki formasyon, kıdem, ehliyet, derece 
            ve düzey kavramları ve ‘sosyal güvenlik kurumlar arası kriter, norm 
            ve standartlara’ aykırı maaş bağlamak ve maaşlar arasında dengeli ve 
            düzenli artışın esas ve ilkelerini uygulayacak sistemi oluşturmamak;
            
            
            -Çalışanlar arasında, tıpkı 
            emekliler gibi ‘kıdem, ehliyet, liyakat ve tahsille mütenasip’ 
            dengeli ve adaletli, ilkeli maaş usulünü ihdas etmemek; Kök-asli 
            ücretler üzerine seyyanen zam yapmak ‘en adaletli’ yöntem iken; 
            İnsan hakları, adalet ve medeni hukuka aykırı olan, farklılık ve 
            ayrıcalıkları tırmandıran ‘yüzdeli sistemi uygulamak’ suretiyle 
            dengeleri bozmak, maaş düzenini dumura uğratmak; En düşük gelirli 
            kesime lojman tahsis etmek ve/veya savunma amaçlı zorunlu haller 
            dışında ‘lojman saltanatını’ kaldırmak gerekirken, en yüksek gelir 
            grubundan itibaren ikametgâh ve lojman tahsisinde bulunmak;
                        Bölüm olarak arz edeyim: Bütün bunlar İNSAN 
            HAKLARINA uygun mu ? değil mi ? Millet olmanın zorunlu kıldığı 
            ‘nimet ve külfette birlik-eşitlik’,‘kaderde ve kıvançta birlik’, 
            ‘sosyal adalet’ ile hukukun üstünlüğü ilkesine itaat ve sadakat 
            bakımından lütfen inceleyin ve büyük Atatürk tarafından vasiyet ve 
            bütün millete emanet edilen ‘Türk İnkılâbının’ esas, usul, unsur ve 
            ilkeleri yönünden değerlendirin. Bakalım ortaya ne çıkacak?  
            Yeri gelmişken ve hazır fırsat hasıl 
            olmuşken arada bir temas etmekte fayda var. Bize insan hakları 
            konusunda tesir ve tavsiye teşebbüsünde bulunanlar, yani 
            fotoğraftaki AB, hangi haklardan bahsediyor acaba? İngiltere’nin 
            Irak halkına sağladığı haklardan mı? Fransa’nın Fas, Tunus ve 
            Cezayir halkına sağladığı haklardan mı? İtalya’nın Libya halkına 
            sağladığı haklardan mı? Hollanda’nın Surinam halkına sağladığı 
            haklardan mı? Yoksa Bosna-Hersek’te Boşnaklara sağladıkları 
            haklardan mı?  
            Fransa’nın çok değil bundan elli 
            sene önce Cezayir deki 1.500.000 masum ve müsemma, korumasız insanı 
            vahşice katlederek 2. Dünya Savaşı sonrası dünyanın en büyük 
            soykırımını yaptığını unutanlar, bu gün İngiltere’nin (ABD ile 
            ortaklaşa) Iraktaki katliamlarını izlesinler. Üstelik AB, Müslüman 
            ülkelerde sistematik soykırımı, bölünme ve parçalanmayı 
            desteklerken, buna kılıf olarak azınlık haklarını öne sürüyor. Kendi 
            ülkesinde vaki masum direnişlerin üstüne de baskı, şiddet ve devlet 
            terörü ile gidiyor.  
            Bu nedenle “VAHŞİ BATI” olarak nitelenebilecek AB’nin ille de 
            azınlık hakları diye tutturduğu şu haklar, neden toplumların 
            tamamını huzura erdirecek çoğunluk haklarını içermiyor? İçermiyor 
            çünkü üzüm yemek değil, bağcıyı dövmek niyetleri.
            Bence hiç oyalanmadan ve çok geç 
            olmadan bu “Vahşi Batı”nın sözde insan hakları ve uyum yasalarını 
            bir kenara bırakıp, Cezayir halkı adına, Irak halkı adına, Batı 
            Trakya, Bosna-Hersek, Kerkük, Telâfer ve bütün Türk dünyası halkı 
            adına, masum ve mazlum milletler adına, gerçek insan haklarına ve 
            yasalarına sahip çıkmak gerek. Üstelik verdiğimiz bütün ödünlere 
            karşın AB maceramız bitmek üzere. 1963’de başlayan süreçten bu güne 
            kadar zarardan başka ne geçti elimize? Çok değil, daha yüz sene önce 
            dünyanın en gözde medeniyeti iken, şu geldiğimiz hale bakın. O 
            cihânşümul Osmanlı ve Atatürk Cumhuriyetinden geride kalan ne? 
            Onlara yaranmak için yaptıklarımızla kaldık. Bütün iç huzur, barış 
            ve düzenimizi bozduk. “Türkiye’nin her yarinde kan gövdeyi 
            götürüyor. Hırsızlık, gasp, kapkaç, vurgun, soygun, mafya, çeteler. 
            Edremit’te ahali protesto yürüyüşü yaptı. İlköğretim okulları ve 
            Liselerde bile her gün kanlı olaylar yaşanıyor. Ve bunlara 
            yolsuzlukları, parasal vurgunları, özelleştirme vurgunlarını, 
            devletteki anormal ve acayip İslâmcı (?) kadrolaşmayı, devletin ve 
            milletin parasının belli vatandaşların ceplerine nasıl 
            hortumlandığını ekleyin. Devlet düzeni alt üst edildi. Sivil asker 
            bütün kesimlerden büyük tepki var. Asayiş, can ve mal güvenliği, 
            polise, yargıya ve devlete güven kalmadı. İç ve dış siyasette 
            başarısızlıklar birbirini izliyor. Masallar döneminin sona erdiği 
            çok net ve açık bir biçimde ortaya çıkıyor. Ötesini izlemeye devam 
            edeceğiz. Bir iktidarın beceriksizliği ve kaprisleri uğruna güzelim 
            ülkemize yazık oluyor. (1)
            Buna karşın, “insan hakları, adalet, 
            hak, hukuk ve ahlâk tanımayan dünyanın en yağcı medyası başbakana ve 
            hükümete yaranma yarışında. Her gün sabahtan akşama kadar iktidara 
            methiyeler düzülüyor. Yağcılık yapılıyor. Hatta zaman-zaman başbakan 
            basın nam mütareke medyasına hakaretler ediyor. “Bunlar avanta 
            istiyor, vermediğimiz için bize saldırıyorlar” veya “Yabancı 
            ülkelerin uşağı bunlar..” gibi lâflar ediyor. Alınan veya onuru 
            kırılan yok. (2)  Oysa, insan hakları, ilke, onur ve erdemine sahip 
            çıkması gereken ilk unsur medya değil mi? Gerek vahşi batıdan 
            gerekse dahili veya harici olsun başkaca unsurlardan gelecek ‘insan 
            hakları ihlâlleri, telkin, tedbir ve teşebbüsleri’ karşısında en 
            hassas, özenli ve duyarlı olması gereken medya değil mi? Demek ki 
            değilmiş. Öyle ise, mevcut ve mer’i medya da bu yönden ‘kamu 
            vicdanında’  sorgulanmaya ve yargılanmaya muhatap, müstehak ve 
            muhtaçtır. Mezkür insan hakları kuruluşları medyayı da takip etmek, 
            uygunluk araştırması yapmak ve insan hakları yönünden denetlemek 
            zorundadır.  
            Şimdi devam edelim. İnsan hakları, Adalet ve Hukuk ne kadar 
            gözetiliyor? Bir yazar sesleniyor köşesinden: “Piyasalar liberal 
            yasalar kominist” diye “Vahşi kapitalizmin karşısına vahşice yasa 
            maddeleri konuyor” dedikten sonra yeni Türk Ticaret Yasasının 
            55.(1.a/5) maddesi ile 55.(1.a/8) maddelerini örnekleyip; Haksız 
            rekabetin önünün nasıl açıldığını, tekelleşme, tröstleşme ve 
            kartelleşmeye nasıl çanak tutulduğunu açıklıyor. Tanıtım ve reklâma 
            getirilen sınırlama, kısıtlama ve denetimin önünün kesilmesi ile 
            namussuz ve sahtekârların önünün nasıl açıldığını anlatıyor.  
            Şimdi 5. bölümden itibaren süregelen 
            (e) fıkrası uyarı fiili insan hakkı ihlâllerini sıralamaya, ilgili 
            ve yetkililerin, dolayısıyla kurum ve kuruluşların dikkatini çekmeyi 
            sürdürelim. Bakalım dikkate alan ve cevap veren olacak mı acaba? Ve 
            Türkiye’de insan hakları mevzuat ve muamelâtı bu durumdan ne kadar 
            etkilenecek. Göreceğiz.  
            Vahşi Batı (AB) Rusya’dan ithal 
            ettiği doğal gaza 65 dolar ödüyor. Biz aynı gazı “Anadolu’nun 
            hortumlanması” anlamına gelen mavi akım yoluyla 265 dolara alıyoruz. 
            İnsan haklarını alenen ihlâl ve tecavüz anlamına gelen bu 
            ‘domuzluğu’ yapanlardan bu güne değin hesap soruldu mu? M3 başına 
            fazladan 200 dolar ödemenin milli ekonomiye olumsuz yükü hesaplandı 
            mı ? Neden 35 dolara teklif edilen Türkmen gazı alınmadı da 250 
            milyon Türk’ü sömüren baş kapitalist çarlık emperyalizminin hamisine 
            hortum bağlatıldı ? Madem bağlatıldı niçin 65 dolara değil de 265 
            dolara. Bu durum evrensel insan haklarına aykırı değil mi? Hani 
            sömürü insan haklarına aykırı idi.  
            Emniyet Genel Müdürlüğü 
            yetkilileri,son yıllarda özellikle akaryakıt, uyuşturucu, sigara ve 
            içki başta olmak üzere elektronik eşyadan sebze ve meyveye kadar 
            yasa ve kayıt dışı ticaret ve kaçakçılığın had safhaya ulaştığını 
            açıklıyor ve daha etkin önlem alınmasını istiyorlar. Biz buna 
            elektrik ve suyu da ekleyelim. Zira, Diyarbakır merkezli olmak 
            üzere, Van’dan Silifke yakınlarına kadar elektrik ve su kaçağı da 
            gani. Adana ve Mersin’de bu yüzden ölümler bile olmadı mı?  
            Bu yüzden devlet milyarlarca dolar 
            gelir (vergi) kaybına uğramakta; Yasa dışı yollardan ülkeye giren 
            ‘sıcak paraya’ muhtaç olmakta, zorunlu kamu hizmetleri aksamakta, 
            eğitim ve yönetim kalitesi düşmekte, açıklar büyümekte, işsizlik 
            artmakta, dış borç boyunduruğu, IMF baskısı, AB çengeli derken bu 
            kayıp, kaçak ve kaçakçılığın “MİLLİ MALİYETİ” cari devlet bütçesini 
            bile aşmaktadır. Burada da korkunç bir insan hakları ihlâli vardır. 
            Kurumlar ve kuruluşlar sessizdir. Sebep, fail ve hain müsebbipler 
            üzerine gidilememektedir. Zira, cesaretsiz, bilgisiz ve beceriksiz, 
            beka, basiret, proje ve vizyondan yoksun yönetimler; Akaryakıt, 
            Elektrik, Su ve Doğalgaz gibi “ana girdi” niteliğinde olan ve bütün 
            boyutlarıyla üretim ve hayatı doğrudan etkileyen ve yaşam kalitesini 
            belirleyen, bütün standartların “ana kriteri” olan bu temel ürünleri 
            % 1000’ lere varan fahiş bir pahalılıkla satmasıdır. Kaçakçılığın 
            ana nedeni budur. Kaş yapayım derken göz çıkartılmakta, insan 
            hakları, eşitlik, adalet ve hukuk çiğnenerek, adeta yasa dışılık 
            özendirilmektedir. Sigara, çay ve şeker fiyatları da buna dahildir. 
            Her birinde bir büyük hak gaspı ve şaibe vardır. Bu sayede üretici 
            malını satamaz ve hayvanların önüne atarken, tüketici Pazar 
            bitimlerinde çöpe atılan veya çevreye terk edilen sebze ve meyveleri 
            toplamaya mecbur ve mahkum edilmekte, aracı-tefeci ve komisyoncu ise 
            ‘devasa bir haksız gasp’ iğrenç irtikap ve insan hakkı ihlâline 
            neden olmaktadırlar. Doğrudan üretici ve nihai tüketici bu nedenle 
            çok mağdur ve perişandır. Bırakın ‘insancasını’ olağan ve doğal 
            yaşama hakları dahi ihlâl edilmektedir. Burada bütün insan hakları 
            kurum ve kuruluşları ‘aracı-tefeci ve komisyoncuyu’ aradan 
            kaldıracak öneriler getirmek zorunda iken; Bu güne kadar hangisi bu 
            konunun üzerine gitti ve gerçekte yüz binlerce insanın açlık, yokluk 
            ve yoksulluk sebebi olan bu konuyu inceledi veya irdeledi ? Yoksa 
            bunun bir zulüm olduğunun ‘insan hakları kuruluşları’ farkında değil 
            mi ne?  
            Üç yıldır Kızılay da ki büromda 
            otururum. Yüzlerce müteahhit dostum, tanıdık ve arkadaşım var. Her 
            gün en az ikisi uğrar. Hasbıhal ederiz. Her seferinde sorarım: 
            “Hayırlısı ile bir iş veya ihale alabildiniz mi?” Alanların tamamı, 
            karşılığında rüşvet verdiklerini söyler. Alamayanlar da, rüşveti 
            verebilecek doğru, sağlam ve garantili adresi bulamadıklarından veya 
            rüşvet taleplerini karşılayamadıklarından yakınırlar.Bu güne kadar 
            Partide olsun büroda olsun ‘rüşvet vermeden iş alan’ bir müteahhide 
            rastlamadım. Var diyen lütfen açıklasın. Rüşvet, ceren için de alan 
            için de haram değil mi? Haydi inanç (dinsel) boyutu bu. Ya insani 
            boyutu ? Rüşvet karşılığı bir iş almak veya hizmet ifa etmenin insan 
            hakları ile bağdaşır yanı ne ?  
            Öyle ise neden, Türkiye deki insan hakları kuruluşları rüşvet, 
            iltimas, yolsuzluk, suistimal, sahtecilik, gasp, irtikap, 
            ayırma-kayırma ve nüfuz ticareti gibi insanlık dışı, iş ve 
            iştigallerle mücadele etmez ? Neden; İnsan haklarının sadece ve 
            yalnızca insan olanlar için geçerli olduğunu bilmez ? Hükümetin 
            Tüpraş ve sair haklı konularda yargı tarafından verilen kararlara 
            uyulması için eylem yapmaz. Eğitim hakkının sürekli düşen kalite 
            karşısında yükseltilmesi gerektiğini talep etmez ? Serbest rekabetin 
            önünün açılmasını, fahiş fiyat uygulamasına son verilmesini, konut 
            spekülâtörlüğünün önlenmesini, aracı-tefeci ve komisyoncunun ortadan 
            kaldırılmasını, vergi kaçakçılığı ile kayıt dışılığın kesin olarak 
            önlenmesini istemez. Oysa bunların tamamı insan hakları, adalet ve 
            hukuka aykırıdır. Hak ihlâlidir. Haksız gasptır. İrtikaptır. Neden 
            gerekli mücadele hakkıyla ve lâyıkıyla verilmez? 
                        Bu bölümü şu sorular ve sorunlarla tamamlamak istiyorum:
                        . Sayın Başbakanın halktan birine ‘lan’ diye hitap 
            etmesi,  
                        . Yeni TCK gereği bazı mahkemelerin hırsızlıktan 
            yargılanan bir sanığa “bir yıl süre ile ahıra girmeme ve akşam 
            20’den sabah 8’e kadar sokağa çıkmamasına”; Ruhsatsız tabanca 
            taşımak ve adam yaralama olayına karışan başka bir sanığa “On ay 
            süreyle içkili yerlere girmekten men” cezası hükmetmesine; Polisin 
            yakaladığı nice gasp, hırsızlık ve kap-kaç sanığının serbest 
            bırakılması,  
                        . Kıbrıs’ta verilen bütün tavizlere rağmen halâ 
            izolasyonun sürdürülmesi,  
                        . Yine Kıbrıs’ta tapusu Türk vakıflarına tescilli 
            Maraş bölgesinin Rumlara verilmek istenmesi.  
                        . Batı Trakya Türk azınlığına, Yunanistan’ın AB 
            üyesi olmasına rağmen Türkçe konuşma, dernek, vakıf kurma, ana dilde 
            yayın-eğitim ve Lozan Antlaşmasının amir hükmüne rağmen kendi 
            müftüsünü seçme hakkının tanınmaması. Türk köyleri üzerinde mevcut 
            izolasyonun kaldırılmaması. Seyahat, iş kurma, toprak satın alma ve 
            ibadethane açma özgürlüğünün tanınmaması.
                        . Başta Yunanistan olmak üzere,bütün AB’yi kapsayan 
            Türkçe konuşma yasağı,
                        . 22 batık banka mağruruna ait hakların iade ve 
            telâfi edilmemiş olması,
                        . Asgari ücretin vergi dışı bırakılarak, insani bir 
            seviyeye çıkartılmaması,
                        . Emeklilerin kahir ekseriyetine haksız, adaletsiz, 
            her hangi bir norm, ilke ve standart birliğine uymayan, açlık ve 
            yoksulluk sınırının altında maaş ödenmesi ile hastalıkları halinde 
            bakım, ilâç temin ve tedavi hizmetleri konusunda çok büyük 
            mağduriyetin yaşanmasına ve ‘emekli maaşları ile çalışanlara yapılan 
            zamlar arasında’ makul ve mantıklı bir uyum sağlanamaması nedeniyle, 
            maaşların giderek eriyip yok olmasına, milyonlarca emelinin bu 
            nedenle rezil ve kepaze edilmesine,   
                        . Başta Diyarbakır olmak üzere Van-İçel hattında, 
            devlete, millete ihanet eden hain adlarının cadde ve sokaklara 
            verilmesi; Eşkıya ya angaje olmuş bazı belediye başkanlarının çocuk 
            katilini lider olarak kabul ettiklerine dair yasa dışı beyan ve esas 
            anlamda “taraf olduklarını” itirafları,
                        . Aynı hat üzerinde ödemekten kaçınılan elektrik ve 
            su bedelleri,
                        . Pek çok can yakan ve yuva yıkan, ocak söndüren 
            ‘ekonomik suça ekonomik ceza’ uygulamaları. Soyguncu ve 
            hortumcuların serbestçe dolaşmaları. Her sokağı gasp eden ve halkı 
            sömüren mafyaların ağırlıklı varlığı,  
                        . Halkın inanç ve öz değerleri üzerinde baskı 
            oluşturan ve toplumu giderek yozlaştıran masonluk ve misyonerlik 
            faaliyetlerinin artması,  
                        . 27.03.2006 tarihli Dünya Bankası raporunda yer 
            alan eğitim kalitesinin sürekli olarak düşmesi, buna paralel biçimde 
            ‘açığı kapatmak üzere’ süratle yayılan dershane sektörünün MEB’ nın 
            da bütçesini aşan bir büyüklüğe ulaşıp, tam bir sömürü aracı haline 
            dönüşmesi,  
                        . Kuş gribi vakaları nedeniyle vahşice yapılan tavuk 
            itlâfı,  
                        . Aynı itlâfın şimdi köpekler üzerinde sürdürülmesi,
            
            
                        . Sadece yalan ve iftiradan mürekkep, asılsız Ermeni 
            iddialarının bir üniversite salonunda “karşılıklılık ilkesi 
            gözetilmeksizin” dile getirilmesine izin verilmek suretiyle Türk ve 
            Türkiye düşmanlarının yüreklendirilmesi,
                        . Aynı üniversite de “Kürt sorunu” adı altında 
            asılsız, mesnetsiz ve dayanaksız, ve fakat bölücü örgüt ve 
            taraftarlarına destek mahiyeti arz eden konferanslara izin 
            verilerek, AB’ye şirin görünme sevdası uğruna üniter yapı ile milli 
            birlik ve bütünlüğün riske edilmesi, eşkıyaya hürriyet ve teröre 
            meşruiyet taleplerinin yolunun açılması, vd,  
                        Bu maddeler namütenahi olarak sıralanabilir. 
            Bunların hepsini yazmaya kalksak yerimiz yetmez. Sabrınız kifayet 
            etmez. Ama gerçek bu ve diğerleri. Dikkat ediniz: AB ve ABD kendi 
            vatandaşlarının kıymetini çok iyi bilir ve dünyanın her yerinde 
            onları korur, kollar. Oysa, Türk geleneği insanlık davasının 
            kâbesidir.Bütün insanlığın hak ve hukukunu kollar. Şimdi insan 
            hakları örgütleri söylesin bakalım: Bırakın Türk olmayı bir tarafa, 
            sadece ve yalnızca İNSAN olarak düşünelim ve konuşalım. Yukarıda 
            sayılan uygulamaların hangisi insan haklarına uygun. Hangisini Türk 
            insanı, yurdu, yurttaşı ve vatandaşına yakışıyor. Ey ‘SÖZDE’ insan 
            hakları kurum, kuruluş ve STK’ ları uyanın artık. Ülkeyi bölmek, 
            parçalamak ve bizleri tekrar kul-köle etmek isteyenlere değil; Büyük 
            Atatürk’ün işaret buyurduğu ve hedef gösterdiği “muasır medeniyet 
            seviyesini aşmayı” hedefleyen “iyi insan, namuslu, dürüst, bilinçli 
            ve sorumlu vatandaşlarımıza” yani İyi ve Doğru olanlara sahip 
            çıkın.       
            Kanunun (f) fıkrasına ilişkin 
            ayrıntılara geçmeden önce, ‘dünyada uygulanan insan hakları ile 
            ilgisi nedeniyle’ ibreti alem iki örnek vermek istiyorum. Önce 
            maddeyi bir görelim. Fıkra şu:  f) Gerektiğinde dış ülkelerdeki 
            insan hakları  ihlallerini  incelemek  ve  bu  ihlalleri  o  ülke 
            parlamenterlerinin dikkatlerine doğrudan veya mevcut parlamenter 
            forumlar aracılığıyla sunmak,  
            ÖRNEK: 1, EBU GARİB HAPİSHANESİ ve 
            HADİSE KATLİAMI
            "Biz, tecavüze uğrayan kadınların 
            bağrışmalarını duymamak için, zincirlerle bağlı olduğumuz işkence 
            hücrelerinde, yüksek sesle ve ağlayarak Tekbir getiriyorduk." Bu 
            sözler; Ebu Garib Hapishanesi mahkumlarının sembol ismi Hacı Ali 
            Kaysi'ye ait. Gördüğü işkencelerden dolayı; elleri eğri büğrü, 
            vücudunun değişik organları, verilen elektrik yüzünden felç olmuş. 
            Bir halkın, hem de bu asırda, gözlerimizin önünde, insanlık dışı 
            işkence ve katliamlara maruz kalışını anlatırken, hâlâ ağlıyor ve 
            kalbi sıkışıyor. İşte çok güvenerek müttefiki olmaya çabaladığımız, 
            bölge ülkelerine sözde demokrasi ve insan haklarını taşıma 
            iddiasında olan ‘Büyük Orta Doğu Projesinin’ gerçek yüzü!
            Ayrıca, Irak'ın Hadise kasabasında, 
            Kasım ayında yaşanan katliamlara, bizler henüz, yeni tanık olduk. 
            Hadise Hastanesi Baş Hekimi; hastaneye getirilebilen ölülerin, 
            başlarından ve göğüslerinden kurşunlanarak öldürüldüğünü açıklıyor. 
            Bombalama, tarama değil. Yakın mesafeden ve maktullerin gözlerinin 
            içine bakarak gerçekleşen, tüyler ürpertici bir katliam. 
            Öldürülenlerin çoğu kadın, ihtiyar, hatta üç aylık bir bebek de 
            alnının tam ortasından ve göğsünden patlatılmış. Olay esnasında, 
            evde olmayan bir baba, sabah adeta bir mezbahaya dönmüş evinde, 
            çığlıklar atarak bağırıyor amatör kameralara: "Evim battı eyvah!" ve 
            yatak odasındaki bir gardrobu gösteriyor. Gömleklerin ve ceketlerin 
            asılı olduğu askının hemen altına sığınmış küçük oğlu. Mütecavizler 
            evi bastıklarında kaçacak yer olarak bulabildiği en çocuksu yerde: 
            Dolaba kaçmış, gömleklerin altına büzüşmüş küçük çocuk. Onu orada 
            yakalamış Amerikan askerleri, orada sıkmışlar beynine. Orada öylece, 
            dolabın içine saklanmış küçük bir çocuk cesedi. Sessiz ve çaresiz. 
            Dilini yutmuş dolap, kan ağlar gibi bakıyor amatör kameranın 
            gözlerine. Dolabın kapısından dışarı taşan kan ve et parçaları. 
            Artık dolaba kaçan küçük bir çocuk değildir sözünü ettiğimiz. Bir 
            tür çuvala benziyor, küçük çocuğun tanınmaz cesedi. Bir tür kan ve 
            et parçası yığını. Kan, dolabın kapaklarından dışarı doğru taşmış. 
            Ve yataklar, yataklar, dağınık ve beyaz çarşaflı yataklar. Ani bir 
            gece baskınının tüm savunmasızlığını ispat edercesine, elinizi 
            değdirseniz "az önce burada biri yatıyormuş" diyebileceğiniz kadar 
            sıcak yataklar. Onlar da kana batmış. Saçları savrularak yere 
            yatırılmış küçük kızlar ve onların, alınlarından vurulduğu halde bir 
            türlü gözleri kapanmamış ihtiyar dedeleri. Hepsi ölü. (Kıbrıs’ta 
            EOKA katliamlarını lütfen hatırlayınız..)  
                        İşte, sözde insan hakları, adalet, barış ve 
            demokrasi havarilerine ait Büyük Ortadoğu Projesi! Bir de, henüz 
            medya tarafından (maalesef) yayınlanmamış insanlık dışı görüntülerle 
            beyinleri yakıp eritecek cinsten korkunç kasetler var.Irak 
            Hapishanelerinde sistemli işkence ve tecavüze maruz kalan kadınların 
            iç parçalayıcı vahşet dolu görüntüleri. Aşağılık Amerikan 
            askerlerinin önünde diz çökertilmeye zorlanan kadınlar ve onların 
            beyinlerine dayalı namlular eşliğinde mahvedilişleri. Leğenler 
            dolusu kadın, bastırıldıkları leğenlerde onurları iki paralık olmuş, 
            doğup doğacaklarına pişman edilmiş zavallı masum, savunmasız 
            kadınlar, kızlar. Müslüman kadınların ayaklar altına alınan iffeti! 
            Nerede insanlık? Ve nerede kardeşlerimiz? (Burada Bosna-Hersek 
            soykırımları, Senica ve Srebrenica’yı hatırlayınız)   
                        Bu vahşet; Ortaçağ' da ve krallıklar düzeninde bile 
            vaki olmamıştır.
                        Bu çirkin vahşet; bilgi ötesi çağda ve insanlığın 
            nice vahim tecrübelerden sonra eriştiği hukuk bilinci ve 
            kurumsallaşmaların asrında, 21. yüzyılda oluyor. Bunu ABD yapıyor. 
            Ve bizler hâlâ, Amerika'daki yüksek hukuka saygıdan, Amerika'nın bir 
            "özgürlükler ülkesi" olduğundan falan bahsedebiliyoruz. Zencilere 
            verilen haklardan ve kadına dair pozitif ayrımcılıklardan, Müslüman 
            askerlerin Amerikan Ordusunda namaz kılma hürriyetinden ve 
            Amerika'da örtüleriyle okullarına devam edebilen Müslüman kız 
            öğrencilerden. Amerika'nın dünyanın bütün renklerinden insanlara 
            kucak açtığından falan bahsediyoruz. Amerika; büyük demokrasi ve 
            hürriyetler ülkesi, ışıklı gökdelenlerin, rengarenk Hollywood'un, 
            dünyaya yön veren banka ve üniversitelerin ülkesi diyoruz. Kendisine 
            sığınanları, sımsıcak kanatları altında avutan, kutlu ve himayedar 
            Amerika! Dünyada resmi sayısı 13 milyon olduğu açıklanan vatansız 
            insana sormak gerekiyor oysa, niçin ülkelerinde ve evlerinde 
            değiller. Dünyada bilinen ve dile getirilen miktarı 1 trilyon 
            dolarlık silah sanayisinden ve savaş bütçelerinden sormak gerekiyor 
            Amerika'yı. Hiroşima ve Nagazaki'den. Ve onlardan daha vahim bir 
            bombanın düştüğü Irak ve Afganistan gibi ülkelerden, o ülkelerin 
            çocuklarından, kadınlarından ve üstünde ot ocak bitmeyen uzun ve 
            kederli sahralardan sormak lazım Amerika'yı. Bölümü bir ayetle 
            sonlandıralım. (Yarın 2. örnek Yunanistan’dan) "Kafirler, 
            birbirlerinin dostu ve müttefikidir. Siz de onlar gibi dost ve 
            müttefik olmadıkça, yeryüzünde fitne ve büyük bir karışıklık baş 
            gösterecektir." (Enfal 73)
            Bir gazeteci Komşu' da yerleşmiş 
            Türkiye yalanlarını liste olarak yayınladı. İşte '10 Büyük Yunan 
            Yalanı'na karşı To Vima gazetesinin verdiği cevaplar şöyle:.
             NE DİN NE DİL BASKISI
            1. Osmanlı, Yunan'a İslam baskısı yapmadı.
            2. Aileler çocuklarını kendi isteğiyle yeniçeri yaptı.
             
            3. Yunanca yasaklanmadı.
            4. Kilise'nin asıl düşmanı Katoliklerdi.
            5. Bağımsızlık ayaklanma ile gelmedi.
            6. Yunan tek başına bağımsızlık elde etmedi.
            7. Sırplar da ayaklandı.
            8. Diğer devletler çıkarı için yardım etti.
            9. Türkler de topraklarından oldu.
            10. Mübadelede dönenler Anadolu'ya gidenlerdi.
            Yunanistan'ın en büyük 10 yalanı 
            Yunanistan'ın To Vima gazetesi, tarih kitaplarında yer alan 
            Osmanlı'ya yönelik 10 büyük yalanı ilan etti.  
            Her Balkan ülkesinde -hatta Avrupa 
            ülkesinde- okutulan tarih kitaplarında
            olduğu gibi, Yunanistan'ın da tarih kitaplarında kahramanlık 
            öyküleri ve mit'leri yer alıyor. Yunanistan'ın 1821'de 
            bağımsızlığını kazanmak amacıyla Osmanlı İmparatorluğu'na karşı 
            ayaklanması, tarih kitaplarının en önemli bölümünü oluşturuyor. 
            Mücadele yıllarında Yunan milletinin kahramanlıklarını konu eden 
            tarih kitaplarını inceleyen TO VİMA gazetesi, Osmanlı yönetimine 
            karşı ayaklanmasının 185'inci yıldönümünde Yunanistan'ın "10 büyük 
            yalanı"nı yayınladı. Gazetenin yazarlarından Andreas Pappas'ın 
            yaptığı araştırmaya
            göre işte Yunanlılar'ın yalanları:
            1. YALAN: 400 yıllık Osmanlı 
            yönetimi sırasında Osmanlılar, Yunanlılar'ı şiddet yoluyla 
            İslamiyet'i kabul ettirmeye çalıştı: Oysa; Osmanlılar İslamiyet'i 
            kabul etmeleri için Yunanistan'da kimseyi zorlamadı. Bosna ve 
            Arnavutluk gibi ülkelerde fazla vergi ödememek ya da Osmanlı'da 
            memur olarak  çalışabilmek için kendi istekleriyle İslamiyet'i kabul 
            edenler oldu.
            2. YALAN: Hıristiyan çocuklar 
            ailelerinden zorla koparılarak ve İslamiyet'i kabul ettirildi ve 
            yeniçeri ocaklarına kapatıldı: Oysa; Osmanlı ordusu güçlendikçe bir 
            çok Hıristiyan aile çocuğunu yeniçeri kampına teslim etti.
            3. YALAN: Yunanlılar, Osmanlı 
            döneminde gizlice dillerini ve Hıristiyanlığı öğrenmek için 'gizli 
            okul ismiyle' okullara gidiyordu: Oysa; Osmanlı döneminde herkes 
            istediği dilde eğitim görebiliyor, dinini özgürce yaşıyordu.  
            4. YALAN: Yunan kilisesi Osmanlı 
            İmparatorluğu'na karşı sert bir mücadele verdi: Oysa; Osmanlı'ya 
            karşı mücadeleye, bazı din adamları da katılmıştır. Ancak çoğu din 
            adamı İstanbul'un alındığı 1453'ten Yunanlılar'ın 1821 yılındaki 
            ayaklanmasına kadar Osmanlılar'dan çok Katolikler'i düşman olarak 
            görüyordu.
            5. YALAN: Yunan ulusu 1821'de 
            Osmanlı'ya karşı ayaklanıp bağımsızlığını kazandı: Oysa; Ayaklanma 
            anında bastırıldı. 1827'de Fransa, İngiltere ve Rusya bağımsız Yunan 
            devletinin çıkarlarına hizmet edeceğini düşünerek savaşa müdahale 
            etti. Yunanlılar da bağımsız oldu.  
            6. YALAN: Ayaklanma sayesinde 
            1881'te Tesalya (orta Yunanistan) bölgesi Yunan topraklarına 
            katıldı. 1897'de Osmanlılar'ın Atina'yı kuşatma operasyonu 
            başarısızlıkla sona erdi. 1920'de Osmanlı toprakları Serv Antlaşması 
            ile paylaşıldı: Oysa; Bunlar Yunanlılar tarafından değil yabancı 
            devletler tarafından sağlandı.  
            7. YALAN: Osmanlı'ya karşı sadece 
            Yunanlılar ayaklandı: Oysa; Bu bölgede yaşayan Arnavut, Sırp, Blah 
            ve Slav kökenliler de ayaklandı.
            8. YALAN: Yabancı devletler 
            Yunanlılar'ı çok sevdiği için destek oldu: Oysa; Bağımsız bir Yunan 
            devletinin kendi çıkarlarına hizmet edeceğine dair aldıkları 
            güvencelerden sonra savaşa müdahale ettiler. Yunanistan bu nedenle 
            1910-1920 arasındaki Balkan Savaşlar'ında yapılan paylaşmalardan 
            karlı çıkmış; ahalisinin yüzde 40'ı Yahudi, yüzde 25'i Türk ve 
            sadece yüzde 20'si Yunanlı olmasına rağmen Selanik kenti Yunan 
            topraklarına katılmıştır.
            9. YALAN: Sadece Yunanlılar 
            vatanlarından oldu: Oysa; Bir çok halk ve millet kendi yurtlarından 
            olmuş; göç etmek zorunda kalmıştı. 19'uncu yüzyılda Girit'in yalnız 
            Rethimno bölgesinde yaşayan Müslüman (Türk) ahalinin sayısı 
            Hıristiyanlar'dan çok daha fazla olduğunu; Yanitsa (Yenice) kentinin 
            o dönemde Müslüman Osmanlılar'ın en kutsal kentlerinden biri 
            olduğunu; 1913'te Kuzey Yunanistan'daki Kilkis kentinde yaşayan 
            Yunanlılar'ın sayısının toplam ahalinin ancak yüzde 5'ini 
            oluşturduğu gösterilebilir.  
            10. YALAN: 1. Dünya Savaşı'nda 
            Anadolu'dan Yunanistan'a göç etmek zorunda
            kalan Yunanlılar Helen topraklarından kopartıldı. Bu insanların 
            ezici bir çoğunluğunun anadan-babadan Anadolulu değil; Oysa; 19. 
            yüzyılın ortalarında kendilerine daha iyi yaşam koşulları aramak 
            için Yunan adalarından ve kuzey Yunanistan'dan Anadolu'ya göç etmiş 
            Helen kökenlilerden oluştuğunu anımsatmakta yarar vardır.
                        Kanunun en önemli ve can alıcı fıkrası (g) Burada 
            “Her  yıl  yapılan çalışmaları, elde edilen sonuçları, yurtiçi ve 
            yurt dışında İnsan Haklarına saygı ve uygulamaları kapsayan bir 
            rapor hazırlamak.” deniliyor.  
            Şimdi, doğrudan ve ağırlıklı ilgisi 
            nedeniyle 03 Nisan günü “Afyon Kocatepe Haber” gazetesinde 
            yayınlanan “çok önemli” bir mektubu bilgilerinize sunarak, yarın 
            konunun hukuki ve insani boyutuna girmek istiyorum. Mektup, 
            Diyarbakır Dicle Üniversitesi’nde okuyan bir öğrenci tarafından 
            yazılmış olup, aynen şöyle: “Merhaba Efendim. Ben, (DİYARBAKIR) 
            Dicle Üniversitesi Öğrencisiyim. Adım ..Bu mesajı olayları 
            anlatmakta çaresiz kaldığımız için yazıyorum. Çünkü sesimizi 
            korkmadan duyurabileceğimiz pek fazla insan kalmadı. Konuya gelince: 
            2 gündür Diyarbakır'da çıkan olayları az-çok duymuş ya da takip 
            etmişsinizdir. Soruyorum Diyarbakır ili hangi ülkeye bağlı!? Hangi 
            ülkenin sınırlarında? Bu üniversiteye geleli yıllar oldu ama hemen 
            her gün (abartısız) devlet aleyhine, bölücü başı terörist Abdullah 
            Öcalan lehine eylemler, forumlar yapılmasın, bildiriler okunmasın. 
            Fakültelerin ortak bahçesinde satılan apo posterli, Kürtçe yazılı 
            bölücü dergilerin satılması da cabası. Tabi bunlara tuvaletlerdeki 
            ''Türk, Türkçü, Türkçe giremez'' vs.. gibi sayısız yazıların 
            varlığını da ekleyecek olursak varın siz durumun ciddiyetini 
            düşünün. Ve ilginçtir bunları yapan sözüm ona öğrencilerin büyük 
            kısmını cümle alem artık biliyor, tanıyor. Çoğu defalarca hapse 
            girmiş, çıkmış kişiler ve üniversite yönetimince (nasıl bir 
            yönetimse artık) hiçbir şekilde cezalandırılmamış kimseler...ve son 
            olaylarda da yine bu insanlar başı çekiyorlardı. Afedersiniz ama 
            azdılar demek daha doğru gelecek sanırım. 2 gündür Diyarbakır da 
            şehir merkezinden tutun, Koşuyolu, Bağlar, Kuruçeşme ve daha birçok 
            semtte bir çok noktada devlet aleyhine gösteriler düzenleniyor. Ne 
            var canım bunlar doğal hali Diyarbakır’ın demeyin.Çünkü bunlar 
            gösteri boyutunu aşmış durumda. Hiçbir şeyi göstermeyen medya dahi 
            sokaklarda polis-provokatör çatışmasını defalarca verdi (Bu sadece 
            gösterilen kısım) Şehir şu an da ruh gibi. Emniyet binalarının 
            camları inmiş,bankalar yakılmış, okullar, sağlık ocakları, 
            karakollar basılmış, otobüs durakları darmadağın, yollardaki 
            tabelalara kadar saldırılmış durumda. (Nasıl bir demokrasi 
            arayışıdır ki devletimizin onlara sunduğu bu imkanlara saldıracak 
            kadar küstahça!)  
            Saat 20.00 sularında dışarı çıktım 
            ve eski OHAL zamanındaki görüntüden pek de farklı bir görüntüye 
            rastlayamadım.Sokaklarda sadece panzerler,emniyet birim elemanları 
            ve ara-ara çatışan göstericiler var.Bir polisin uyarısı üzerine 
            hemen koşarcasına eve dönmek zorunda kaldık. Olayın bizi en üzen 
            yanı ise bugün Kampüse sıçrayan olaylardı.Üniversite polisinin 
            şehirde görevde olmasını fırsat bilerek ''şehit namırın,biji serok 
            apo'' şeklinde sloganlar eşliğinde “YÜZLERINDE MASKELERLE” bir kısmı 
            zaten belli olan ve onlara katılan pkk sempatizanları önce 
            Fen-Edebiyat/Diş Hekimliği Fakültelerinin ortak bahçesinde 
            toplandılar. Sonra Fen-Edeb.Fak'ni bastılar.Tehditler ve sloganlarla 
            Bütün öğrencileri zor kullanarak dışarı çıkardılar.Daha sonra Bizim 
            fakültemiz olan Tıp fakültesine baskın yaptılar ve yine aynı şekilde 
            Derslikleri ve Kütüphaneyi boşalttırdılar.Karşı koymayı denedikse de 
            1-2 kişinin böyle kudurmuş bir grup karşısında ne kadar sözü geçer 
            varın siz hesap edin. Mecburen çıktık.Ve sonra Diş Hek. ordan da 
            mimarlık sırasıyla bütün fakülteleri boşalttırdılar ve hiçbirimiz 
            derse giremedik. Çok sayıda arkadaşımız da mağdur, perişan oldu ama 
            hiç kimsenin gücü yetmedi bunlara.Nereden cüret edebiliyorlar 
            bilmiyorum ama şöyle bir tehdit eklediler ''yarın okula 
            gelmeyeceksiniz !, gelenleri cezalandıracağız!'' şu an da bütün 
            öğrenci arkadaşlarımız tedirgin ve korkmuş durumda. Okula 
            gidemiyoruz.(Başkasının derdi nedir bilemem ama bizler okumak için 
            memleketlerimizden kalkıp buraya geldik ama durum işte yukarda 
            anlattığım gibiyken nasıl bunu başarabileceğiz varın tahmin edin) 
            Biz yarın yine de derse gidebilmeye çalışacağız ama sonuç ne olur 
            kestiremiyoruz.
            Olay anında bazı TV kanallarını 
            aramayı denedikse de ilgilenen olmadı.Üniversitedeki bu olaylardan 
            şu saat itibariyle halâ hiçbir kanal, gazete vs., yayın organı tek 
            kelime bile söz etmedi.Bu nedenle sizlere başvurmayı daha uygun 
            gördük. Lütfen, Allah rızası için bu çağrıyı duyun, duyurun. Burası 
            neresi? Biz nasıl bir yerdeyiz? Biz de anlayalım milletimiz de 
            anlasın.Demokrasi,kardeşlik palavrasını atanlarda görsün.
            Kimseyle bir zorumuz yok, bari Okuma 
            hakkımıza mani olmasınlar. Lütfen! Türk gençleri olarak bizleri 
            sokaklara dökülmek zorunda bırakmasınlar! İlginiz için şimdiden 
            teşekkür ederim.  Not: Yazımda dilbilgisi ve imlâ kurallarına pek 
            uygun olmamış olabilir ama bu gün yaşadığımız stresten sonra bunu 
            anlayışla karşılayacağınıza inanıyorum.İyi çalışmalar ve basarılar 
            dilerim. Diyarbakır, 03 Nisan 2006”
                        Şimdi geldik bölüm sonuna. Halihazır Türkiye’de 
            faaliyet gösteren ve güya “insan hakları” ile alâkadar olan sivil 
            toplum kuruluşları, kurul ve komisyonlarına; Son irdelediğimiz (g) 
            fıkrası uyarınca (Her yıl yapılan çalışmaları, elde edilen 
            sonuçları, yurtiçi ve yurt dışında İnsan Haklarına saygı ve 
            uygulamaları kapsayan bir rapor hazırlamak) hükmünün ne denli takip 
            olunduğuna bakacağız. Önce, “her yıl yapılan çalışmaları..” bir 
            gözden geçirelim. Şöyle ki: (Önce verdiğimiz örnekleri ele alalım)
            EBU GARİP HAPİSHANESİ VE IRAK : Olay 
            2004 yılında başladı. 2005 yılında patladı. Türkiye üzerinden 2 uçak 
            geçti. Hattâ Sabiha Gökçen hava alanında mola verildi. Yakıt ikmali 
            yapıldı. İki bakanlık birbirini yalanlar mahiyette açıklamalar ve 
            birbirlerini tekzip eder mahiyette beyanlarda bulundu. Ama, 
            Türkiye’de ki insan hakları kurul, komisyon, dernek ve vakıflarından 
            bir ses yükselmedi. Ebu Garib’de binlerce insan işkence gördü. 
            Bunlar arasında Türkler’ de vardı. Bir Türk heyeti gidip de yerinde 
            inceleme yapmak üzere talepte dahi bulunmadı. Irakta yaşanan vahşet, 
            katliam ve soykırımlar konusunda bunların hiçbirisi sesini 
            yükseltmedi.   
            YUNAN VE AB YALANLARI, ÇİFTE 
            STANDART, AİHM : Hatırlanırsa eğer, bebek katili yakalandığı zaman 
            cebinden Rum pasaportu çıkmıştı. İtalya’ya geçişi de komşu  
            Yunanistan üzerinden oldu. Orada bir PKK kampı vardı ve PKK 17 Eylül 
            örgütü ile iş birliği yapıyordu. O günlerde Yunanistan önce bütün 
            bunları yalanladı. Somut belgelerle gerçek subut bulunca kabul etmek 
            zorunda kaldı. Ancak, Türkiye aleyhine faaliyet gösteren menfur bir 
            örgüte yardım ve yataklıktan da geri durmadı. Örnekte açıklanan 
            tarihi yalanlar gibi, Yunanistan hep yalan söyledi. Yaptığı da 
            yaydığı da insan haklarına aykırı idi. Lâkin, ne Türkiye deki sivil 
            toplum ve nede Başbakanlık veya TBMM insan Haklarını İnceleme 
            Komisyonu üzerine gitmedi. Orada vaki ve acil bir sorun olan “Batı 
            Trakya” dahil ihlâllerin üzerine gitmedi. Aynı Yunanistan AB ile kol 
            kola vererek Türkiye aleyhine AB Parlâmentosu dahil AİHM nezdinde 
            dahi üst üste insan hakları aleyhine ve çifte standart niteliğinde 
            “siyasi” kararlar aldırdı. Yine bu örgütlerden çıt yok. Protesto 
            yok. Kınama yok. Olansa, alabildiğine cılız ve iddiasız...  
            DİYARBAKIR MESELESİ : Başta 
            örneklenen ve açıklanan mektupta görüleceği üzere Diyarbakır’da, 
            yaşamın bütün alanlarını içine alan bir insan hakları ihlâli var. Bu 
            durum fiilen öteden beri mevcut. Üniversitede olana YÖK sessiz. 
            Sokakta olana hükümet kayıtsız. Genelde ise, sözde insan hakları 
            kuruluşları “şer ve şeytani” Ermeni tandanslı örgütten yana tavır 
            koymakta. Bu gün Van-Mersin hattında devlet dumura uğratılmış, 
            eşkıya çocukları kullanıyor, masum halk taciz, dükkânlar talan 
            ediliyor, can ve mal güvenliği yok. Polis sokağa çıkamıyor. Sokakta 
            yaşanan vahim olaylara, açık gasp, irtikap ve soygunlara müdahale 
            edilemiyor. İki yüzlü vahşi Avrupa olaylar hakkında komisyon 
            kuruyor. Türkiye’ye göndereceğini açıklıyor. Kimseden bir tepki yok. 
            Fransa’da polis “hak arayan” eylemcilere kan kusturur, meydanlarda 
            insanları köpek gibi tutuklayıp sürüklerken AB’nin sesi çıkmıyor. 
            Ama, Diyarbakır için, Şemdinli için acele bir komisyon kuruluyor. 
            İnsan hakları bunun neresinde. Anlayan, bilen varsa beri gelsin. 
            Oysa devlet masumdan, müsemmadan, haklıdan ve doğrudan yana olmak; 
            Ortada eğer eğer bir haksızlık varsa “kanun yolunu” göstermek ve 
            kanun dışı eylem ve menfur teşebbüsleri anında ve ininde boğmak, yok 
            etmek zorundadır.
                        Bu insan hakları kurul, komisyon ve sözde sivil 
            toplum kuruluşları neden bu şekilde haykırmıyor, anarşist ve 
            teröristleri lânetleyip kanun yolunu göstermiyor ? Yapılan bütün 
            eylemlerin biçimsel olarak alenen insan hakları, usul ve yasalara 
            aykırı olduğunu savunmuyor. İlân etmiyor. Anlaşılır gibi değil. 
            Dahası, AB veya ABD’nin soruna yaklaşım biçimi zaten insan haklarına 
            aykırı. Bu durum neden kınanmıyor ? Van dahil olmak üzere 
            Diyarbakır, Adana, Mersin, Muğla ve diğer bazı üniversitelerde 
            açıkça PKK örgütlenmesi tırmanıyor. Bölücü örgüt üniversite 
            yönetimlerinden himaye görerek güçleniyor. Bu durum neden YÖK 
            nezdinde protesto edilmiyor? Gerekli önlemlerin alınması istenmiyor. 
            İnsan hakları örgütlerinin görevi “insan olanı savunmak ve insana 
            sahip çıkmak” iken, neden bu insanlık düşmanlarına karşı gerekli 
            şekilde mukabele edilmiyor. Dahası var.
                        Avrupa’da, başta Türkler olmak üzere yabancılara 
            karşı tam bir ayrımcılık ve sistemli asimilâsyon politikası 
            sürdürülürken; Bölücü başı açıkça himaye edilirken, bütün AB 
            ülkeleri bölücü örgüte yardım ve yataklık yarışına girmiş iken; 
            Danimarka roj TV’ye her şeye rağmen sahip çıkıp, savunurken; Daha 
            önce İngiltere ve diğer AB ülkelerinde med ve medya TV yayınlarını 
            sürdürürken; Ülkemizden kaçan katiller her şeye rağmen himaye 
            edilirken; Adeta Türkiye ile alay edilir gibi AİHM tarafından siyasi 
            kararlar verilir iken; Bu İnsan Hakları kurul, komisyon ve örgütleri 
            nerede idiler. Şimdi ne yapıyorlar. Neden ülkemiz ve milletimizin 
            yüksek menfaatlerine sahip çıkarak, birlik, dirlik ve beraberliğimiz 
            ile müesses hukukun, bölünmez bütünlüğün korunması uğrunda neden 
            mücadele vermezler?
                        Özellikle Türkiye aleyhine vaki ihlâller başta olmak 
            üzere, ülkemizde faaliyet gösteren insan hakları kurul, komisyon ve 
            sivil toplum örgütlerinin ilgilenmesi ve netice alması için uğraş 
            vermesi zorunlu görülen konular şöyledir: Danimarka’da Türkiye 
            aleyhine ve açıkça bölücü örgüt lehine ‘provokatif’ amaçlı olarak 
            yayınlar yapan roj TV; İnsan haklarını ihlâl etmekte, evrensel hukuk 
            ilkelerine aykırı olarak diğer bir devletin iç işlerine karışmakta, 
            karışıklık yaratmakta ve alenen düşmanlık, ayrılık ve nifak 
            tohumları ekerek, Türkiye Cumhuriyetinin birlik ve bütünlüğünü 
            bozucu bir eylem içinde bulunmakta, ayrıca bu faaliyetinden ötürü 
            tahribat ve hasara yol açmakta ve masum halka zarar verilmesine 
            sebep olmaktadır. Bu nedenle derhal kapatılması ve başkaca bir 
            devletin bu nevi yardım, yataklık, aleni veya gizli düşmanlık 
            yapmaması için “bütün insan hakları kuruluşları tarafından” açıkça 
            uyarılması, şiddetle kınanması ve AİHM ile Lahey Yüksek Adalet 
            Divanı dahil olmak üzere şikâyet edilerek dava açılması 
            gerekmektedir.  
            Yunanistan bölücü örgüt başına Güney 
            Kıbrıs Devleti vasıtasıyla pasaport temin etmek, destek olmak, 
            yardım ve yataklık etmekle suçlu ve Türk kamu vicdanında mahkumdur. 
            Aynı zamanda AB üyesi olan Yunanistan ve Güney Kıbrıs Rum tarafının 
            iş bu kötü sicili nedeniyle kara listeye alınması, Batı Trakya’daki 
            soydaşlarımıza yaptığı insanlık dışı davranış, KKTC dahil uygulanan 
            insanlık dışı izolasyon, Türk adının ve ana dilin kullanımı ile 
            ibadet hürriyetinin kısıtlanması konularında vaki kısıtlamaları 
            derhal kaldırması, kaldırmadığı taktirde kınanması ve insan 
            haklarını ihlalle suçlanarak ‘mukabele-i bilmisil’ hakkının Türkiye 
            Cumhuriyeti tarafından kullanılması ve bütün insan hakları 
            örgütlerinin buna destek olması gerekir.  
            IMF, Dünya Bankası, ABD ve OECD 
            ülkeleri ödünç para ve kredi politikaları konusunda Türkiye’ye 
            farklı politikalar uygulamakta ve diğer ülkelere oranla daha yüksek 
            faiz oranları uygulamaktadır. Bu da insan hakları, adalet ve 
            evrensel hukuka aykırıdır. Uluslar arası ilişkilerde karşılıklılık, 
            eşitlik ve mütekabiliyet esastır. Bu nedenle farklı kota, yüksek 
            faiz ve ülke halkının aleyhine olacak şekilde; Başta orta sınıf, alt 
            sınıf, memur, işçi ve emekliler aleyhine sonuçlar doğuran 
            uygulamalara derhal son verilmesi istenmek, takip edilmek ve 
            uygulanmak zorundadır. Bu ihlâlin önlenmesi de insan hakları 
            kuruluşlarının görevidir. İcabı yapılmak zorundadır.
            Ekonomik alanda Rusya tarafından 
            AB’ye uygulanan doğalgaz satış fiyatı ile ülkemize dayatılan % 400 
            dolayında fazla-fahiş fiyat politikası da insan haklarına aykırıdır. 
            Ayrıca, gümrük birliğinin Türkiye aleyhine işleyişi ve gümrük vergi 
            tarifeleri’ de başkaca bir sorundur. Burada karşılıklılık ve eşitlik 
            ilkesi gözetilmemektedir. AB insan hakları ve evrensel hukuk 
            normlarını çiğnemek suretiyle Türkiye ve Türk halkını sömürme niyeti 
            ile hareket etmektedir.  
            Dahası, suçluların iadesi konusunda 
            AB çifte standart uygulamakta ve Türkiye’ yi sıkıntıya sokmakta; 
            Danimarka, Hollanda, Norveç, Fransa, Almanya ve Yunanistan ile ABD 
            açıkça bölücü örgüte destek vermek suretiyle insan haklarını ihlâl 
            etmekte; Başta Almanya ve diğer AB devletleri ülkelerinde özellikle 
            Türkler olmak üzere bütün yabancılara asimilâsyon politikası 
            uygulamak, anadilde konuşma, yayın, eğitim ve ibadet kısıtlamaları 
            koymak suretiyle ağır bir ihlâle vasıta olmaktadırlar. Bunların 
            tamamı ülkemize dayatılan kriterler ile ters nitelik arz eder 
            çelişkilerdir.
            NETİCE OLARAK: 14 bölümdür 
            incelemekte ve değerlendirmekte olduğumuz insan hakları, adalet, 
            hukuk, karşılıklılık ve eşitlik konusunda, açıkça ortaya çıkmıştır 
            ki, AB malul ve mahkum bir konum ve durumdadır. ABD tamamen insan 
            hakları karşıtıdır. Buna mukabil ülkemizin iç hukuku 
            zayıflatılmakta, bölücü unsurlar alenen desteklenmekte ve dahilde 
            edinilen hainler sayesinde bu menfur odak ve politikalar adeta bir 
            düşmanlık ve ‘psikolojik savaşa’ dönüşmüş bulunmaktadır. İnsan 
            hakları kurum, kuruluş ve örgütlerimiz ise gaflet içinde olmakla bu 
            savaşa mukabele etmek yerine, son derece pasif, zayıf ve palyatif 
            davranarak adeta düşmanın ekmeğine yağ sürmektedirler.  
            Türkiye’de “adam gibi”, amaçları ve 
            anlamına uygun olarak icra-i faaliyette bulunan “İnsan Hakları” 
            örgülerinin olmadığı ortaya çıkmıştır. Var olanların ise gerçek 
            anlamda insan hakları, adalet ve hukukla ilgisi alâkası yoktur. Bir 
            bölümü bölücü akımların amaçlarına hizmet etmekte, yardım ve 
            yataklık yapmakta, diğerleri de havanda su dövmektedirler. Örneğin, 
            onca çağrımıza rağmen halâ Fransa’ya bir heyet gönderilememiş ve 
            yukarıdaki konularla ilgili olarak AB ve ABD ciddi bir biçimde takip 
            altına alınarak kınanamamıştır.
            Bu nedenle; Başta TBMM İnsan 
            Haklarını İnceleme Komisyonu, Başbakanlık İnsan Hakları Komisyonu 
            ile diğer gönüllü sivil toplum kuruluşlarının, konuyla ilgili olarak 
            çok daha ciddi, iyi, cesur, insandan yana politikalar geliştirmesi 
            ve uygulaması zorunludur. Şu durumda bu görev hakkıyla ve lâyıkıyla 
            yapılmamaktadır.  
             
        
          | 
      
      
        | 
         
        DİKKAT ! BU BİLGİ TELİF ESERİ 
        OLUP YAZARI VE YAYINEVİMİZDEN  İZİN ALINMADAN KULLANILMAMALIDIR  | 
      
      
        | 
         
        
        
        BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız  | 
      
      
        | 
         
        
        
        BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için 
        tıklayınız  | 
      
      
         | 
      
      
               | 
            
      
        | 
         | 
      
      
         | 
      
      
        | 
         | 
      
      
        | 
         | 
      
      
               | 
            
      
        | 
         | 
      
      
         | 
      
      
        | 
         | 
      
      
        | 
         | 
      
      
               | 
            
      
        | 
         | 
      
      
         | 
      
      
        | 
         | 
      
      
        | 
         | 
      
      
        | 
         | 
      
      
        | 
         | 
      
      
        | 
         | 
      
      
        | 
         | 
      
      
               | 
            
      
        | 
         | 
      
      
         | 
      
      
         | 
      
      
         | 
      
      
         | 
      
      
        | 
         15  | 
      
      
        | 
         
        
        KİTAP BAŞINA DÖNMEK İÇİN TIKLAYINIZ!  | 
      
      
        | 
         
        
        
        BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız  | 
      
      
        | 
         
        
        
        BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için 
        tıklayınız  | 
      
      
        
        
          | 
      
      
        | 
        Mustafa Nevruz SINACI 
         | 
      
      
        | 
        
        
        Mustafa Nevruz SINACI HAYAT HİKAYESİ | 
      
      
        
            
                - 
                
                İNSAN HAKLARI ve ÜLKENİN GERÇEKLERİ 
 
              - 
              Şu an 
              için duraksayan ve iyice sürüncemeye kalan sözde AB uyum sürecinde 
              en çok bahis konusu edilen husus insan hakları olsa bile; Ne 
              hikmetse İnsan haklarındaki ihlâller azalmak yerine, yoğun bir 
              biçimde artmaya, ülkemiz geneline yayılmaya ve süratle çoğalmaya 
              devam ediyor. 
 
              - 
              Hattâ, 
              başta KKTC olmak üzere, ülkemizi yakından ilgilendiren K. Irak 
              (Süleymaniye, Musul, Kerkük, Telâfer), Batı Trakya ve şimdilerde 
              Bulgaristan da Türklere, Türkmenlere ve Türk soyundan gelen 
              azınlık ve sair (Müslüman) unsurlara karşı tecavüzler artıyor. 
              Bölücü terör örgütü halâ birincil tehdit unsuru olmayı sürdürüyor. 
              ABD izin vermediği için sınır ötesi harekât gerçekleştirilemiyor.  
              Sözde soykırım iddialarını bütün dünyada sürdüren ve art niyetli 
              karar tasarıları için bastıran diyaspora, insan hakları, hukuk ve 
              adâlet ahlâkını hiçe sayıyor. Konuyla ilgili en kritik tasarıyı 
              gündeminde tutan ABDye karşı bir İncirlik misillemesi yapılamıyor. 
              Ciddi bir karşı tavır ortaya konulamıyor. Sonuçta, insan hakları 
              ihlâlleri, gasp ve tecavüzler başta ülkemiz olmak üzere bütün 
              dünyada yayılma eğilimi göstermektedir. Bu aşamada işin en garip 
              ve enteresan yanı da bu ihlâllerin sadece sivil halk kitleleri 
              arasında değil, hukuk devleti niteliği taşımayan terörist 
              hükümetler nezdinde de sürdürülüyor olmasıdır.  
 
              - 
              Örneğin, İrana yönelik açık tehdit, siyasi takip, antidemokratik 
              baskı ve kısıtlamalar ile (BM) Güvenlik Konseyinin ambargo 
              teşebbüsü bu yolda atılan adımlar meyanında özgün örnektir. 
              Filistin de İsrail terörü bütün şiddetiyle sürerken, Irakta terör, 
              gerilim, soykırım ve vahşet günden güne büyümektedir. Üstelik, son 
              ikisi devlet terörüdür. Ancak, ülkemizi çevreleyen bu ve buna 
              benzer tehdit ve tehlikelerin yanı sıra olayın en vahim, üzücü, 
              düşündürücü ve kritik tarafı, iç hukuk ve güvenlik zafiyetidir. 
              Fail yönünden sonuç alınmayan vakıalar, neticesiz kalan 
              soruşturmalar, bulunamayan failler, caniler veya pekâla bilindiği 
              ve bulunduğu halde uzantı ve bağlantılar yüzünden alınamayan 
              suçlular. Dahası; Adalet Bakanlığı ve yüksek yargı organları 
              arasında sürüp giden siyasallaşma mücadelesi... Gözlerden 
              kaçırılmaya çalışılan ve karşılıklı suçlamalarla aylardır sürüp 
              giden bir garip kargaşa. Gerçek şu ki: Ülkemizde hukuk dumura 
              uğramış vaziyette. Bu nedenle insan hakları ihlâlleri sürekli 
              artış gösteriyor.  Başta Ankara, İstanbul, İzmir, Antalya, 
              Diyarbakır, Adana ve Mersin olmak üzere, her yerde suç oranları 
              yükselişte. Ülkemiz suç cenneti olma özelliğini koruyor. CMUK 
              gereği suçlulara bedava avukat tahsis olunuyor. Mağdur ve 
              mazlumlara yardım eli uzanmıyor. 
 
              - 
              Hasılı 
              adalet yerini bulmuyor. İnsan hakları ve adalet istismar ediliyor. 
              Her işin ucunun vardığı dokunulmazlık ve imtiyazlar aynen duruyor. 
              En başta insan haklarına aykırı olan bu. Lâkin verilen sözler 
              tutulmuyor. Vaadler yerine gelmiyor. Hesap soran yok. Sormayı 
              düşünen de. Sorsalar ne olacak sanki ? Ortada hesap vermek ve 
              milletle yüzleşmek niyetinde olan yok. İşte durum, bundan dolayı 
              vahim. Buna mukabil iktidar, yaklaşan seçimler nedeniyle kalıcı ve 
              kesin önlemler almaktan adeta kaçınıyor. Yolsuzluk ve 
              suistimallerin üzerine de, maalesef yeterince gidilmiyor. Güney 
              Doğuda halâ elektrik ve su parası tahsil edilemiyor. Belediyeler 
              denetimsiz. Var olan denetim ve teftiş kurullarının eli kolu 
              bağlı. Amir izin verecek de, denetim ve teftiş yapılacak. Öyle bir 
              durum ki bu; Ülkenin taşları (koruma, korunma ve güvenlik 
              unsurları) sıkıca bağlanmış, saldırganları, hırsız, yolsuz, köpek 
              ve domuzları (Devletin malı deniz, yolsuzluk yapan domuz) adeta 
              serbest bırakılmış gibidir. İşin fiili yanı bu. Bir de yansıyan 
              yönleri var.  
 
              - 
              Hatırlanacağı üzere, 10.Aralık.2006 bizde de İnsan Hakları Günü" 
              olarak kutlandı. Toplantılar düzenlendi, törenler yapıldı. İnsan 
              haklarında AB normları ve çağdaş kriterleri yakaladığımız 
              söylendi. Bazı küstah demeçlerle "bizde insan haklarının gerçekte 
              bilinmediği, var olan haklar ve yasal düzenlemelerden ise yeterli 
              ve gerekli biçimde yararlanılamadığı vurgulandı" anlatılmaya 
              çalışıldı. 301. maddenin Türkiye için bir ayıp ve aykırılık olduğu 
              dile getirildi. Türkiyede Türk milletine hakaret ve aşağılama 
              dahil, düşünce özgürlüğünün önünde var olan bütün engellerin 
              kaldırılması istendi. 
 
              - 
              Lâkin, 
              Anadolu insanının AB marifetiyle gasp edilen insani, hukuki ve 
              medeni hakları, ABDnin başta Irak olmak üzere dünyanın çeşitli 
              ülkelerindeki hak ihlâlleri, Ebu Gureyb hapishanelerindeki 
              işkenceler, dünyanın dört bir tarafındaki faili meçhuller, vahşi 
              kapitalizm ve küresel emperyalizm hiçbir insan hakları örgütü 
              tarafından hakkıyla ve lâyıkıyla gündeme getirilmedi. Önem ve 
              değeri ile orantılı bir şekilde takibe alınmadı. Elbette bu gerçek 
              değil, demeçler siyasi, törenler düzmece, hepsi zorlama, 
              aldatmaca. Doğruluk ve samimiyetten uzak. Söylenenlerin çoğu 
              yalan, tezvirat, takiyye, fikri sefalet ve cehalet ürünü. Maksatlı 
              ve tuzak kabili. Konuşanların çoğu Soros ve Karen Fogg uşakları. 
              Dile getirilenler ise, ülkemizi bölme ve parçalama sürecinin 
              güncel versiyonları.  Hiç biri gerçek değil. Özellikle TÖRE konusu 
              gereğinden çok abartılmakta, milletin namus ve şerefi ile alenen 
              oynanmaktadır. Öyle ki, halk arasında öteden beri İb... diye 
              anılan homoseksüeller ile insanlığın yüz karası fahişelere her 
              türlü tolerans ve hoşgörü gösterilirken; Başörtüsü, sair örtüler 
              ve tesettüre karşı çok katı ve acımasız, insanlık düşmanı 
              kampanyalar sürmektedir. AB uğruna harici bedhahlara peşkeş 
              çekilen istiklâle paralel olarak Hakkıdır Haka Tapan Milletimin 
              İstiklâl diyen, namus ve fazilet timsali son nesilde ortadan 
              kaldırılmak ve Müslüman Türklüğün istikbali yok edilmek isteniyor. 
              Aile kurumu sarsılıyor, din ve ahlâk anlayışı kazınmaya 
              kalkışılıyor. 
 
              - Oysa, bunların hepsi yaşama, 
              barınma, beslenme, inanma ve inandığı gibi bir hayat sürme 
              haklarındandır. Yani, temel-asili insan hakları. Dokunulmazlar ve 
              kutsallar. Bunlara dokunma hakkı ve hükümetlerde, ne devlette ve 
              ne de namaz kıldırma memurlarının başı olan Diyanet İşleri 
              Başkanına ait değildir. (bu konu ayrıca işlenecektir) 
 
              - 
              Bu 
              arada, Başbakanlık İnsan Hakları Komisyonu tarafından bir de 
              Azınlık Raporu yayınlandı. (geçen yıl) Edep dışı kavga ve 
              tartışmalara neden oldu. Bütün Türkiye’nin gözü önünde çirkin 
              görüntüler sergilendi. Sözde savunucular birbirine düştü. Apaçık 
              ihanet kokan Rapor Savcılık ve Mahkemelik oldu. İnsan hakları nam 
              komisyonun nelerle uğraştığı ve hangi amaçlara hizmet ettiği net 
              olarak ortaya çıktı.
 
              - Burada telâffuz edilen söylemler 
              bazı politikacıların diline düştü. Büyük Atatürk ve kurucu unsur 
              tarafından Milli Devlet temelinde teşkil edilen Türkiye 
              Cumhuriyetinde yeni azınlıklar yaratma, alt ve üst kimlik 
              tartışmaları yapma çılgınlığı başladı. Neden? AB istiyor diye... 
              Hatırlayınız, Atatürke karşı en büyük saldırı ve hakaret olan 
              Ortlander raporu nu da AB Komisyonu hazırlatmış (2003) ve kabul 
              etmişti. 
 
              - 
              Türkiye 
              de gerçek ve objektif anlamda insan hakları, hak, Adalet, Hukuk, 
              Cumhuriyet, Demokrasi ve Lâiklik yok. Bunların olabilmesi için 
              gerekli ve zorunlu alt yapı da yok. Zira, insan haklarının 
              olmazsa-olmaz şartı, temeli ve teminatı adalet, demokrasi ve 
              hukuktur. Adaletin olmadığı yerde devlet "hukuk devleti" olamaz; 
              olsa-olsa polis ve kanun devletinden söz edilebilir. Tıpkı, 
              günümüz Türkiye' si gibi. 
 
              - 
              Neden? 
              Çünkü: Adalet, hukuk ve hukuka uygun kanunlarla kaim demokrasinin 
              hakim olduğu ve "insan haklarının yaşam boyutunda" geçerlik arz 
              ettiği bir ülkede; Hırsız, yolsuz ve hortumcu olmaz. Olsa da kamu 
              vicdanında aklanmadan serbestçe dolaşamaz. 
 
              - 
              Büyük 
              Atatürk'ün "Cumhuriyet fazilettir, erdemdir." diyerek; Devletin 
              ana ilkesini "Namuslu-Dürüst-Demokrat bir yönetim" biçiminde 
              belirlediği Türkiye de; Öncelikle bütün Atatürkçü  ve 
              Kemalistlerin yüksek bir karakter, onur-ilke ve erdem üzere dürüst 
              insanlar olması zorunludur. Mesela bir rüşvet, iltimas, yolsuzluk 
              ve su istimal erbabının "ben Atatürkçüyüm" demesi yalancılık ve 
              sahtekarlıktır. Bütün bunları apaçık gördüğü ve olanca hadiseler 
              görev, yetki ve sorumluluk alanında cereyan ettiği halde, sorumlu 
              bir siyasisin ben çok namuslu ve dürüstüm demesi veya bazı 
              kimselerin bu ortamda siyaset yapan bir takım insanları bu tarzda 
              nitelemesi gibi. Kaldı ki, bu eksende bütün namuslular, (lâkal) en 
              az namussuzlar kadar cesur, atılgan, sorumlu ve takipçi olmak 
              zorundadır. Bu nedenle: Başta evrensel norm, standart ve kriterler 
              olmak üzere; "insani-İslâmi-medeni ve bilgi boyutunda" yer 
              aldığını iddia eden bir ülkede: Devlet garantisinde iken 
              "batırılan" bir bankanın mudileri perişan edilemez. Amma edildi. 
              Ucu her nereye kadar varırsa varsın, hiç bir suç cezasız kalamaz. 
              Amma kaldı. Evrakta hile, sahtecilik, ihaleye fesat karıştırma, 
              ayırma kayırma, kollama, soygun, suistimal, rüşvet, iltimas, çifte 
              standart, vergi kaçırma, kayıt ve kapsam dışı ekonomi erbabı 
              imtiyazlı-hakim sınıf haline gelemez. Geldi işte.
 
              - 
              Haksız 
              vergi, sınırsız kâr ve fahiş fiyat yoluyla zulüm uygulanamaz. 
              Uygulanmakta...Din ve inanç sömürüsü, misyon tacirliği ve siyaset 
              simsarlığı yapılamaz. Parti sahipleri "milletin istek ve 
              iradesini" hiçe sayamaz. Baskın  kongreler yapılamaz. Devlet 
              imkanları ve personelini kimse kendi çıkarları için kullanamaz. 
              Siyasi iktidar dilediği gibi kadrolaşamaz. Ortalıkta aç, sefil ve 
              perişan dolaşan milyonlarca işsize rağmen, işe alım ve atamalarda 
              torpil yapılamaz, rüşvet-iltimas, ayırma ve kayırma gibi insanlık 
              dışı ve insan haklarına aykırı kirli oyunlar oynanamaz. Yapılmakta 
              ve pekalâ da oynanmakta. Siyasi Partiler Kanunun yetersiz, alt 
              kademe teşkilatlarının  sorumsuz-denetimsiz olduğu atıl ve muattal 
              bir yapıya seyirci kalınamaz. Siyasi Partiler ve Seçim Kanunları 
              ile mütedair mevzuat, demokrasinin namusu olan "millet iradesinin 
              devlet idaresine" adalet ve hukuka uygun olarak yansımasını 
              önleyecek ve parti sahipliğine (sultalara) yol açacak biçimde 
              düzenlenemez. Namuslu ve dürüst seçimlerin önüne engeller 
              konulamaz. Millet iradesinin devlet idaresinde eşitlik, adalet ve 
              hakkaniyetle yansıması önlenemez. Kanun, kural ve kapsam dışılığa 
              göz yumulamaz.
 
              - 
              Asgari 
              ücret "insanlık dışı bir sömürü aracı" olarak kullanılıp, 
              Emekliler açlığa mahkum edilemez. Ediliyor. 2006 ikinci dönem 
              zamları eksik verildi meselâ: Hiç kimse "kayıt ve sosyal güvenlik 
              yönünden" kapsam dışı tutulamaz, İnsanlar açlık ve yoksulluk 
              sınırının altında çalıştırılamaz. Kamusal alan ve özel alan gibi 
              rasyonel olmayan sınırlama ve tanımlamalarla, etik boyutlardaki 
              kıyafete yasak getirilemez. En temel insan hakkı olan; Yaşama, 
              beslenme, barınma, öğrenme, inanma ve inandığı gibi hayatını 
              sürdürme hakkının önüne "antidemokratik" engeller konularak 
              geçilemez. Asker kişiler ve Polis gücü dışında hiç bir sektör ve 
              meslek grubuna, zorunlu kıyafet ve standart-tip forma mecburiyeti 
              dayatılamaz. Ancak, ısrarla dayatılıyor. Suç, belirli ve tanımlı 
              olmak zorundadır. Gayri ahlaki olmadıkça hiç kimse kıyafetinden 
              ötürü ayıplanamaz, suçlanamaz ve hürriyetleri kısıtlanamaz.  
              ölmeyecek kadar ücret" politikası uygulanamaz. Zenginler ve 
              fakirler arasında, ortalama refah düzeyi, makul ve mantık 
              boyutları dışında uçurumlar yaratılamaz. İmkan ve fırsat eşitliği 
              yönünden vatandaşlar arasında ayrıcalık yapılamaz. Eşitlik 
              bozulamaz. Asil olan milleti temsilen "vekalet" görevini 
              üstlenenlere "asla" dokunulmazlık, milletten farklı, fazlaca 
              imtiyaz ve ayrıcalık tanınamaz. 
 
              - 
              Medya, 
              siyasetçi, bürokrat ve yönetici yalan söyleyemez. Boş vaatte 
              bulunamaz. Milleti aldatamaz. Kandıramaz. Hiç kimse 
              dini-milli-ilmi-manevi-moral ve kültürel değerlerini kendi 
              çıkarları için kullanamaz. İnançlar ve insanlar istismar edilemez. 
              Ve sair.., (burada binlerce olumsuz örnek sıralanabilir) Ancak, 
              nasıl ki kanunlar Anayasaya aykırı olamaz ise, Anayasa da "insana 
              ve insan haklarına" aykırı olamaz. Esasen bunları 
              sorgulamak-yargılamak ve alternatif çözüm üretmek amacıyla, İyi 
              niyetle kurulmuş bir komisyon ve/veya STKların AB istiyor diye 
              bölücülükle iştigal etmesi kabul edilemez. 
 
              - Şurası mutlaka bilinmeli ve 
              hafızalara kazınmalıdır ki; "devletin malı deniz, 
              hırsızlık-haksızlık-yolsuzluk yapan ve bile-bile buna göz yuman 
              bütün yetkili, görevli ve sorumlular domuzdur.  "İnsan hakları, 
              adalet ve hukukun üstünlüğü önündeki en büyük engel: "hak, adalet 
              ve hukuka aykırılıktır" müesses olan devlet ve yetkili-sorumlu 
              durumdaki Hükümet: İnsan hakları, adalet ve hukuku temin ve 
              tesise, "adaletli, saydam, temiz ve dürüst olmaya", "demokrasiyi" 
              bütün kurum ve kuruluşları ile hayata geçirerek "asli görevini" 
              tavizsiz ve ivazsız olarak yapmaya mecburdur ve mecbur olunan en 
              önemli mesele şudur:
 
              - 
              Türkiye 
              Cumhuriyetinin artık kendi kendisi ile yüzleşme ve halkıyla 
              hesaplaşma zamanı gelmiştir. Cumhurbaşkanlığı seçiminden önce 
              mutlaka başlamak ve genel milletvekili seçimlerine kadar 
              sonuçlanmak kaydı şartı ile bu yüzleşme ve hesaplaşmanın 
              yapılması; İnsan hakları, adalet ve hukukun mutlak üstünlüğü 
              yönünden son derece önemli, gerekli ve zorunludur. Aksi taktirde, 
              geleceğe güvenle bakılamaz.   
 
             
            e.POSTA        : gercek.demokrat@hotmail.com 
            WEB               : http://mustafanevruzsinaci.blogspot.com, 
            POSTA           : PK, 118 [ 06 442 ] Yenişehir/ANKARA 
            NOT               : Kaynak göstermek şartıyla yazılar yayına 
            izinlidir.
             
        
          | 
      
      
        | 
         
        DİKKAT ! BU BİLGİ TELİF ESERİ 
        OLUP YAZARI VE YAYINEVİMİZDEN  İZİN ALINMADAN KULLANILMAMALIDIR  | 
      
      
        | 
         
        
        
        BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız  | 
      
      
        | 
         
        
        
        BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için 
        tıklayınız  | 
      
      
        | 
         | 
      
      
        | 
         | 
      
      
        | 
         | 
      
      
               | 
            
      
        | 
         | 
      
      
         | 
      
      
        | 
         | 
      
      
        | 
         | 
      
      
               | 
            
      
        | 
         | 
      
      
         | 
      
      
        | 
         | 
      
      
        | 
         | 
      
      
               | 
            
      
        | 
         | 
      
      
         | 
      
      
        | 
         | 
      
      
        | 
         | 
      
      
        | 
         | 
      
      
        | 
         | 
      
      
        | 
         | 
      
      
        | 
         | 
      
      
               | 
            
      
        | 
         | 
      
      
         | 
      
      
        | 
         | 
      
      
        | 
          16  | 
      
      
        | 
         
        
        KİTAP BAŞINA DÖNMEK İÇİN TIKLAYINIZ!  | 
      
      
        | 
         
        
        
        BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız  | 
      
      
        | 
         
        
        
        BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için 
        tıklayınız  | 
      
      
        
        
          | 
      
      
        | 
        Mustafa Nevruz SINACI 
         | 
      
      
        | 
        
        
        Mustafa Nevruz SINACI HAYAT HİKAYESİ | 
      
      
        
              ASİMETRİK SAVAŞ, İNSAN HAKLARI VE HUKUKUN 
              ÜSTÜNLÜĞÜ
            1. Merhum Hablemitoğlu'nun, Köstebek 
            adlı kitabı, sayfa 141: "Devletin gücünü devlet savunucularına karşı 
            kullanma aşamasına gelmiş Fethullahçı’ların, operasyonel anlamda 
            kayda değer başarıları olmuştur. Operasyonlarında, amaca ulaşmada 
            her yolu mübah sayan ve her türlü sınır tanımaz fırsatçılık, 
            ahlaksızlık, takiyye unsurlarını içeren bir konsept çerçevesinde 
            hareket eden istihbaratçıların kullandıkları  yöntemler şöyle: 
            Telefon dinleme, tehdit, sahte belge üretimi ve montaj, çarpıtılmış 
            bilgiye yönelik kampanyalar, hırsızlık, kundakçılık,  şantaj amaçlı 
            kadın pazarlama ve görüntü kaydı, her türlü illegal kayıt kullanımı 
            (böcek, gizli kamera vb) rüşvet, gasp-darp, bilgisayar 
            sahtekarlıkları, ev ve işyeri kurşunlama, emniyeti suiistimal, 
            "hakim kiralama" v.d…”
                        2. “DTP'li Kışanak: "Bu saatten sonra bu ülkede 
            dökülecek her damla kanın, yitirilecek her canın sorumlusu AK Parti 
            hükümetidir" (Basın: 09 Aralık 2009) 11 Aralık günü de DTP, Anayasa 
            Mahkemesi tarafından temelli kapatıldı. Soyadı “TÜRK” olan parti 
            başkanı mahkeme kararını tanımadıklarını beyanla; “hukukun 
            üstünlüğü” ilkesini hiçe sayarak, İnsan boyut, hak, hukuk ve adalete 
            yönelik asimetrik savaşın bir parçası olduklarını adeta itiraf 
            etti.    
                        3. “Finlandiya eski Sağlık Bakanı Dr. Rauni 
            Kilde’den domuz gribi hakkında şok açıklama: “Domuz gribi aşısı bir 
            aldatmadır. Aşı ile dünya nüfusunun çoğu öldürülmek isteniyor, 
            Düşüncenin sahibi eski ABD Başkanlarından Henry Kissinger’e ait. 
            Karar 14-15 Mayıs 2009 tarihinde yapılan Bilderberg toplantısında 
            alındı. ABD, hiçbir maddi kayıp yaşamadan hatta milyarlarca dolar 
            kazanarak dünya nüfusunu üçte iki oranında azaltmayı 
            hedeflemektedir. Dünya Sağlık Örgütü’ne domuz gribinin ölümcül bir 
            salgın olduğu yönünde beyanda bulunması için baskı yapıldı. Aşıyı 
            tercihli değil zorunlu yapmak istiyorlar. Özellikle hamile kadın ve 
            çocukların ilk önce aşı ile zorunlu tutulması gelecek nesilleri 
            hedeflediğini gösterir” Finlandiya hükümetinin sınıflandırmayı kabul 
            etmeyip hastalığın derecesini “normal” olarak gösterdiğini ifade 
            eden Kilde; “Hiç kimse aşının bir yıl, beş yıl ya da 20 yıl sonra ne 
            gibi etkilerinin olacağını bilmiyor: Mutlak kısırlık mı? Kanser mi? 
            Ya da ölümcül herhangi bir hastalık mı? ABD ileride bundan doğacak 
            herhangi sıkıntıdan dolayı ilaç şirketlerine bir sorumluluk 
            yüklenmemesi için şimdiden önlemini aldı ve onları tüm 
            sorumluluklardan muaf tuttu. Bu bile işin ciddiyetini göstermeye 
            yeter” dedi.
            4. Baltalı ilâh, halihazır dünyanın 
            dört bir tarafındaki “masum ve mazlumlara karşı” haçlı seferi 
            yürüten, savaş halinde ABD başkanı Obama Nobel barış ödülü aldı!
            5. Domuz gribini Amerika mı üretti? 
            Çin'in Şangay Pudong havaalanında 28 Kasım’da düşen ve 3 ABD’liye 
            mezar olan kargo uçağının, havadan serpilmek üzere mutasyona uğramış 
            grip virüsü taşıdığı belirtildi. Bir diğer korkunç iddia ise, uçağın 
            Çin'den havalandıktan sonra gideceği Kırgızistan'daki gizli İsrail 
            üssünü hedef aldığı ve kaza sonucu değil, İsrail gizli servisi 
            Mossad'ın ajanları tarafından düşürüldüğü oldu. Kazadan kurtulan bir 
            Endonezya’lının, Endonezya Savunma Bakanı Juwono Sudarsono'nın gizli 
            operasyonlar yürüttüğü gerekçesiyle bir süre önce kapatılmasını 
            istediği ABD Deniz Üssü'nün Tıbbi Araştırma Bölümü'nde görev yaptığı 
            belirtiliyor. Endonezya Sağlık Bakanı Siti Fadilah Supari, A 
            gribinin batılı ülkeler tarafından üretilen biyolojik bir silah 
            olduğunu ileri sürmüştü.  
            Çin'in yanı sıra Hindistan ve Nijerya'da da şüpheli biyolojik 
            maddeler taşıdıkları gerekçesiyle ABD uçaklarının zorunlu inişe 
            zorlandığı belirtiliyor. Virüsün çok farklı ve akciğerleri ciddi 
            oranda tahrip eden ölümcül bir türü görülen Ukrayna’nın başkenti 
            Kiev'de kasım ayında şüpheli uçaklardan halkın üzerine gaz 
            püskürttüğü iddia edildi. Fakat Ukraynalı yetkililer, yüzlerce görgü 
            tanığına rağmen olayı yalanlamışlardı.  
            6. Amerikanın Planı: Bu bir komplo 
            teorisi değil, diğerleri de… Buna komplo teorisi diyenler, şöyle bir 
            düşünüp dursunlar. Ülkemizde ve dünyanın pek çok yerinde ABD 
            oyununun küçük bir parçası oynanıyor. Ama bizim için bu küçük 
            dediğimiz oyun, bütün hayatımızı derinden etkiliyor. Amerika basıyor 
            ‘karşılıksız ve teminatsız’ kâğıttan başka bir değeri olmayan 
            dolarları… Kayıtsızca ve sorumsuzca bastığı dolarlar ile 3. dünya 
            ülkelerinde fabrikalar ve yeraltı-yerüstü kaynaklarını satın alıyor. 
            Sözde kredi (borç) verip o ülkeyi esir alıyor, ekonomisine yön 
            veriyor ve hiçbir zaman el attığı ülkenin ekonomisi düze çıkmıyor. 
            Bu gerçeği dikkatle değerlendirip, çocuklarımıza nasıl bir dünya 
            bıraktığımızı bir kez daha düşünelim... Ve biz ülkemizde sağcı, 
            solcu, alevi-sünni, şucu-bucu diye didişip dururken, dünyayı sömüren 
            ABD içimizdeki figüranlarıyla planını haince uyguluyor görelim.
            7. 20 yıllık kısırlaştırma “negatif 
            ojenik” projesi: Küçük bir Kaliforniya Biyoteknoloji şirketi olan 
            Epicyte, genetik mühendisliği; “erkeği kısırlaştıran, genetiği 
            değiştirilmiş sperm öldürücü bir tür mısır”ı ABD Tarım Bakanlığından 
            (USDA) aldıkları araştırma fonuyla geliştirdiklerini açıkladı. 
            (1989) Toplumun üremesini engellemek ve erkekleri kısırlaştırmak 
            amacıyla “sperm öldürücü mısır” kullanıma verildi ve "Negatif ojenik" 
            projesi yürütülmeye başlandı.   
            Kara baronlar bununla da 
            yetinmediler. Bir başka uygulama da şöyle oldu;  
            1990'larda BM Dünya Sağlık örgütü, Nikaragua, Meksika ve 
            Filipinler'de 15 ila 45 yaş arası milyonlarca kadının tetanoza karşı 
            aşılanması için bir kampanya başlattı. Erkekler de aşı olabilirdi 
            ama Aşı erkeklere yapılmadı. Bu şüphe uyandırıcı durumdan ötürü 
            Katolik kilise organizasyonu olan Comite Pro Vida de Mexico (Meksika 
            Yaşam Komitesi) aşıları test ettirdi. Test sonuçları ile, Dünya 
            Sağlık örgütü'nün (WHO) yalnızca çocuk doğuracak yaştaki kadınlara 
            dağıttığı aşıların Koryonik Gonadotropin (hCG) Içerdiği ortaya 
            çıktı. Doğal bir hormon olan hCG, Tetanoz toksoid taşıyıcılarıyla 
            birleştiğinde Kadınların hamile kalmasını engelleyen antikorları 
            üretiyordu.   Daha sonradan ortaya çıktı ki Rockefeller Vakfı, 
            Rockefeller Nüfus Konseyi, Dünya Bankası ve ABD Ulusal Sağlık 
            Enstitüleri, Dünya Sağlık örgütü (WHO) için Tetanoz taşıyıcın bir 
            kısırlaştırma aşısı üretmek için 1972'de 20 yıllık bir proje 
            başlatmışlardı. Ayrıca Svalbard Kıyamet Tohum Deposu'nun ev sahibi 
            Norveç Hükümeti kısırlaştırıcı aşının Üretilmesi için 41 milyon 
            dolar bağış yapmıştı! NETİCE OLARAK: Yukarıda görüldüğü gibi 
            Dünyanın en büyük devletleri, en etkin kurumları, şirketleri, 
            vakıfları; toplumların sağlık, üreme ve yaşamlarının pek çok 
            evresini olumsuz etkileyen çalışmalar yapmakta ve düşmanca projeler 
            üretmektedirler. Bunlar ve daha binlerce örnekle gözler önüne 
            serilebilecek, benzer menfur faaliyetlerin tamamı: İnsani boyut, 
            medeniyet, hak-adalet ve hukuk algı ve kavramlarına aykırıdır.
             
            YORUM: En basitinden, mufassalına, 
            en etkin ve mükemmeline kadar bunlar; masum, tehdit ve tehlikeden 
            habersiz, korumasız insan unsurunu hedef alan evrensel ve asimetrik 
            bir savaştır. Hak, adalet ve hukuka aykırıdır. Dünya hukuk ve adalet 
            teşkilâtı üstün hukuk zırhına bürünerek “kanun ve koruma” 
            imtiyazıyla pasif-tepkisiz kalmakta.
            Oysa hukukun üstünlüğü ilkesi, “hukukçunun üstünlüğü” anlamına 
            gelmez. Bu nedenle, insan hakları konusunda dünya hukukçuları ve 
            yerel (milli) adalet kurumları daha aktif olmak, sorumluluk ve 
            duyarlıkla artık inisiyatif almak zorundadırlar.    
            e.POSTA        : gercek.demokrat@hotmail.com 
            WEB               : http://mustafanevruzsinaci.blogspot.com, 
            POSTA           : PK, 118 [ 06 442 ] Yenişehir/ANKARA 
            NOT               : Kaynak göstermek şartıyla yazılar yayına 
            izinlidir.
             
        
          | 
      
      
        | 
        DİKKAT ! BU BİLGİ TELİF ESERİ 
        OLUP YAZARI VE YAYINEVİMİZDEN  İZİN ALINMADAN KULLANILMAMALIDIR | 
      
      
        | 
         
        
        
        BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız  | 
      
      
        | 
         
        
        
        BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için 
        tıklayınız  | 
      
      
        | 
         | 
      
      
         | 
      
      
               | 
            
      
        | 
         | 
      
      
         | 
      
      
        | 
         | 
      
      
        | 
         | 
      
      
               | 
            
      
        | 
         | 
      
      
         | 
      
      
        | 
         | 
      
      
        | 
         | 
      
      
               | 
            
      
        | 
         | 
      
      
         | 
      
      
        | 
         | 
      
      
        | 
         | 
      
      
        | 
         | 
      
      
        | 
         | 
      
      
        | 
         | 
      
      
        | 
         | 
      
      
               | 
            
      
        | 
         | 
      
      
         | 
      
      
         | 
      
      
         | 
      
      
        | 
          17  | 
      
      
        | 
         
        
        KİTAP BAŞINA DÖNMEK İÇİN TIKLAYINIZ!  | 
      
      
        | 
         
        
        
        BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız  | 
      
      
        | 
         
        
        
        BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için 
        tıklayınız  | 
      
      
        
        
          | 
      
      
        | 
        Mustafa Nevruz SINACI 
         | 
      
      
        | 
        
        
        Mustafa Nevruz SINACI HAYAT HİKAYESİ | 
      
      
        | 
         
          | 
      
      
        | 
        DİKKAT ! BU BİLGİ TELİF ESERİ 
        OLUP YAZARI VE YAYINEVİMİZDEN  İZİN ALINMADAN KULLANILMAMALIDIR | 
      
      
        | 
         
        
        
        BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız  | 
      
      
        | 
         
        
        
        BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için 
        tıklayınız  | 
      
      
        | 
         | 
      
      
         | 
      
      
         | 
      
      
               | 
            
      
        | 
         | 
      
      
         | 
      
      
        | 
         | 
      
      
        | 
         | 
      
      
               | 
            
      
        | 
         | 
      
      
         | 
      
      
        | 
         | 
      
      
        | 
         | 
      
      
               | 
            
      
        | 
         | 
      
      
         | 
      
      
        | 
         | 
      
      
        | 
         | 
      
      
        | 
         | 
      
      
        | 
         | 
      
      
        | 
         | 
      
      
        | 
         | 
      
      
               | 
            
      
        | 
         | 
      
      
         | 
      
      
         | 
      
      
        | 
            18  | 
      
      
        | 
         
        
        KİTAP BAŞINA DÖNMEK İÇİN TIKLAYINIZ!  | 
      
      
        | 
         
        
        
        BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız  | 
      
      
        | 
         
        
        
        BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için 
        tıklayınız  | 
      
      
        
        
          | 
      
      
        | 
        Mustafa Nevruz SINACI 
         | 
      
      
        | 
        
        
        Mustafa Nevruz SINACI HAYAT HİKAYESİ | 
      
      
        | 
             
            DEVLETİ TESLİM 
            ALMAYA CÜR’ET 
            
              -              İlk önce bir hususu tespit ve hatırlatmakta 
              zaruret var:
 
              - “Türkiye’nin Kürt sorunu var” 
              demek ne kadar abes, anlamsız ve kastı mahsus (düşmanca) bir 
              yalansa; “Dersimi zulüm ve katliam olarak nitelemek”, o kadar 
              hainlik, devlete karşı zalimlik ve tarihi münkirliktir!
 
              - Bayramda başlayan ve bugüne kadar 
              aralıksız yaşanan gelişmeleri mutlaka takip etmişsinizdir. Eli 
              kanlı, esbabı (varlık sebebi) kirli menfur örgüt taraftarı, 
              kanunen ceza ehliyetini haiz bulunmayan ve reşit olmayan 15 yaş 
              altı partizan ve sempatizanlar, sözde kuruluş yıldönümlerini havai 
              fişekler ve Molotof kokteylleri ile kutladılar. (!)
 
              - Ancak havai fişekler havaya değil, 
              Türkiye Cumhuriyetine karşı atıldı.
 
              - Hedef Türk Polisiydi. Türk Askeri, 
              jandarması, iyi vatandaşları ve TC devleti. Bir taraftan, bebek 
              katili menfur eşkıya başının konforlu-pahalı istirahatgâhına 
              odaklanan tartışmalar; diğer tarafta Anayasa Mahkemesi 
              Raportörü’nün DTP mutlaka kapatılmalı raporu. Beri tarafta ise 
              hâlâ devam eden kuruluş kalkışmaları (!)
 
              - Dikkat edin lütfen!
 
              - Bu kutlamalar öncelikle Mersin’de 
              başladı.
 
              - ABD, AB + Ermenistan şeytan 
              üçgeninin yardım-yataklığı ile Türkiye düşmanlığı ekseninde menfur 
              örgüt havai fişeklerini polis minibüsünde kullandı. Ardından, 
              ciddi bir engelle karşılaşmadıklarını gören militan ve 
              sempatizanlar; giderek artan bir coşku ile Siteler Karakoluna 
              saldırdılar. Bu defa havai fişeklerle yetinmeyip, Molotof kokteyli 
              kullandılar. Millet, Devlet ve hükümetin karakolu yangın yerine 
              döndü.
 
              - Hakkâri ve Yüksekova’da da ihanet 
              kuruluş kutlamalarını sürdürdü. Emniyet güçlerine taş ve sopalarla 
              saldırıldı. Molotof kokteylleri atıldı; Halka ve milli servete 
              tasallut edildi. Bu guruba polis su ve göz yaşartıcı bomba 
              kullanmak zorunda kaldı.
 
              - Ağrı’daki gösterilerde menfur 
              örgüt bir markete Molotof kokteyli attı. İçerideki 20 kişi 
              yanmaktan zor kurtuldu. Aynı şaki ve şeamet tarafından İstanbul’da 
              Belediye otobüsüne atılan Molotof kokteyli mağduru genç kız şimdi 
              komada. Vatan hainleri ve ihanet şebekeleri yüzünden ölüm-kalım 
              savaşı veriyor. Bilinen ve belli olan suçluları yakalatıp, aynı 
              şekilde cezalandırmayan yetkili ve sorumlular kahrolsun. Haine af, 
              atıfet ve müsamaha edenlerin Allah belâsını versin.
 
              - Doğubeyazıt da kuruluş 
              kutlamalarına katılan yerler arasında.
 
              - Hem de DTP, Kandil’den gelen Barış 
              Elçilerini yanına alıp miting düzenledi.
 
              - Düzenlenen mitingde güvenlik 
              güçlerine “barış” adına Molotof kokteylleri atıldı.  
 
              - İzmir’de “şuursuz” coşku seline 
              kapılan sürülerden nasip alan illerimizden. Karşıyaka’da belediye 
              otobüsüne, içinde insan olduğuna bakılmaksızın “insanlık düşmanı 
              yaratıklarca” Molotof kokteyli atıldı. Yolcular canlarını zor 
              kurtardılar. Adana’da Molotof kokteylinin yanı sıra havai fişekler 
              de sahnedeydi. Ateşler yakıldı. Birkaç yıl sonra, tıpkı Irak’ta 
              milyonlarca masum-müsemma insanın katledilmesine göz yuman Obama 
              gibi, domuzlarca Nobel Barış Elçisi seçilmesi beklenir eşkıya 
              başı, bebek katilinin posterleri eşliğinde devlete-hükümete kafa 
              tutuldu. Bir ay kadar evvel İzmir’i “Faşist şehir” olarak 
              tanımlayan; yukarda anılan yerlerde siyasi uzantısı oldukları 
              organize suç örgütüne yardım, yataklık ve yandaşlık yapan, 
              devlete-hükümete karşı gelen, alış-veriş yapanından, kutsal bayram 
              ziyaretine giden otobüs yolcusuna kadar yaklaşık 50 masum-müsemma 
              kişinin hayatına kast edenler için nasıl bir tanımlama yapacak 
              acaba?
 
              - Ayrıca nasıl oluyor da; Yargıtay 
              Başkanını ve yargı mensuplarını henüz mahiyeti kesinleşmemiş bir 
              oluşum namına dinlerken; tüm dünyada, menfur bir terör ve tedhiş 
              örgütü olduğu sabit PKK’ya; yardım, yataklık ve yandaşlık 
              yaptıkları bilinen kişileri dinlenip bu eylemler başlamadan önce 
              tedbir alınmıyor? Bunun sebebi bilinmeli!
 
              - Söz konusu bölgede kelle koltukta 
              görev yapan asayiş unsurları, asker, polis ve onların vefakâr 
              aileleri bilmeli ki; hükümet, menfur suç örgütünü bitirme 
              konusunda en az onlar kadar azimli,  kararlı ve elinden geleni 
              yapmak emelindedir.  Ki hainler bilsin; “meydan boş değil”
               
 
              -             HELE BİR TARİHE BALALIM!
 
              -             Daha önce, Türkiye ile ilgili ve Osmanlı’dan bu 
              yana süregelen bir “toplumsal dönüşüm projesi” açıklamıştım. Bu, 
              her hangi bir resmiyeti olmayan ve tamamen Türk devleti’ni zaafa 
              uğratıp, dolaylı yollarla ele geçirmek, halkını ve kaynaklarını 
              sömürmek isteyen harici mihraklar tarafından, dâhili 
              işbirlikçilerle beraber yürütülen sinsi bir projedir. Projenin 
              aslı, müsebbibin idamı ile sonuçlanan çok eski bir hikâyedir. 
              Anlatalım:
 
              - 1820’lerde Fener Rum Patriği olan 
              Papa V. (Çingene) Gregorius, dönemin Rus Çarı’na Türklerin yola 
              getirilmesi ile ilgili bir mektup yazar. Mektuptan Padişah II. 
              Mahmut haberdar olur. Diğer yıkıcı ve bölücü faaliyetleri 
              nedeniyle zaten patriğin suç dosyası kabarıktır. Mektup da deşifre 
              olunca, malum Papa, patrikhanenin kapısında asılarak idam edilir. 
              İşte o mektup:  
 
              - “Türkleri, maddeten ezmek ve 
              yenmek mümkün değildir. Çünkü Türkler çok sabırlı ve mukavemetli 
              insanlardır. Gayet mağrurdurlar ve izzet-i nefis sahibidirler. Bu 
              hasletleri de, dinlerine bağlılıklarından, kadere rıza 
              göstermelerinden, ananelerinin kuvvetinden; Padişahlarına, 
              kumandanlarına ve büyüklerine olan itaat ve sadakatlerinden ileri 
              gelmektedir. Türkler zekidirler ve kendilerini müspet yolda sevk 
              ve idare edecek reislere sahip oldukları müddetçe de 
              çalışkandırlar. Gayet kanaatkârdırlar.  
 
              - Onların bütün meziyetleri, hattâ 
              kahramanlık, cesaret ve secâat (yiğitlik, yüreklilik) duyguları’ 
              da an’anelerine (örf, adet ve geleneklerine) olan 
              bağlılıklarından, ahlâk salâbetinden (sağlamlık ve yüksekliğinden) 
              ileri gelmektedir.
 
              - Bu nedenle, Türklerde, evvelâ 
              itaat ve sadakat duygusunu kırmak ve manevi bağlarını yok 
              etmek,dini metanetlerini zaafa (zayıflık-kuvvetsizlik) uğratmak 
              icabeder. Bunun da en kısa yolu, milli ve manevi ananelerine 
              uymayan harici fikirler ve davranışlara onları alıştırmaktır. 
              Türkler, dış yardımı reddederler; Haysiyet duyguları buna manidir. 
              Velev (hattâ isterlerse) ki, geçici bir süre için zahiri (görünen) 
              kuvvet verse de, Türkleri mutlaka dış yardıma alıştırmalıdır. 
              Maneviyatları sarsıldığı gün,Türkleri kendilerinden şeklen çok 
              kudretli, kuvvetli, güçlü, kalabalık ve zahiren hakim kudretler 
              önünde zafere götüren asıl kudretleri sarsılacak ve maddi 
              vasıtaların üstünlüğü ile yıkmak mümkün olabilecektir.  
 
              - Bu sebeple, Osmanlı devleti’ni 
              tasfiye için mücerret olarak (yalnızca) harp meydanlarındaki 
              zaferler kâfi (yeterli) değildir, ve hattâ sadece bu yolda 
              yürümek, Türklerin haysiyet ve vakarını (ağırbaşlılığını) tahrik 
              edeceğinden, hakikatlere nüfuz etmelerine de sebep olabilir. 
              Yapılacak olan, Türklere hiçbir şey hissettirmeden bünyelerindeki 
              bu tahribatı, her ne pahasına olursa olsun tamamlamaktır.”
 
              - Patrik nam Papa’nın mektubu; İznik 
              Konsüllerinin aynı konuda aldıkları kararlar ile örtüşür ve yol 
              gösterir mahiyettedir. Bu mektup, kendini Bizans’ın hamisi sayan 
              ve SSCB’ne kadar Bizans bayrağını kullanan Çarlığa ‘bahusus 
              projeyi’ ilham eder. Proje, başta yakın akraba Fransa ve İngiltere 
              olmak üzere bütün batı’ya açılır ve anlatılır. Kısa sürede 
              benimsenir ve uygulamaya konulur.
 
              -             Misak-ı Milli sınırlarının tek hâkimi TC Devleti 
              ve Türk milletidir!...
 
             
             
        
          | 
      
      
        | 
        DİKKAT ! BU BİLGİ TELİF ESERİ 
        OLUP YAZARI VE YAYINEVİMİZDEN  İZİN ALINMADAN KULLANILMAMALIDIR | 
      
      
        | 
         
        
        
        BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız  | 
      
      
        | 
         
        
        
        BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için 
        tıklayınız  | 
      
      
        | 
         | 
      
      
               | 
            
      
        | 
         | 
      
      
         | 
      
      
        | 
         | 
      
      
        | 
         | 
      
      
               | 
            
      
        | 
         | 
      
      
         | 
      
      
        | 
         | 
      
      
        | 
         | 
      
      
               | 
            
      
        | 
         | 
      
      
         | 
      
      
        | 
         | 
      
      
        | 
         | 
      
      
        | 
         | 
      
      
        | 
         | 
      
      
        | 
         | 
      
      
        | 
         | 
      
      
               | 
            
      
        | 
         | 
      
      
         | 
      
      
        | 
         | 
      
      
        | 
         | 
      
      
        | 
         | 
      
      
        | 
           19  | 
      
      
        | 
         
        
        KİTAP BAŞINA DÖNMEK İÇİN TIKLAYINIZ!  | 
      
      
        | 
         
        
        
        BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız  | 
      
      
        | 
         
        
        
        BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için 
        tıklayınız  | 
      
      
        
        
          | 
      
      
        | 
        Mustafa Nevruz SINACI 
         | 
      
      
        | 
        
        
        Mustafa Nevruz SINACI HAYAT HİKAYESİ | 
      
      
        | 
              GRİP VE ASRIN SOYGUNU
                        Dikkat edin lütfen!
            Bu bir NBC taarruzu, yani 
            biyolojik-kimyasal savaş..
                        Aynı zamanda sosyometrik unsurlarıyla tam bir 
            asimetrik saldırı.  
                        Ülkemizde bundan önce kene taarruzu vardı. Aniden 
            tebahur ettiler. (buharlaşıp yok oldular) Ondan önce, Kuş (Tavuk) 
            gribi… Milyonlarca garip, masum ve müsemma hayvan ateşe atılarak 
            veya fırında yakılarak, hunharca katliamlarla telef ve itlâf edildi.
                        Oysa Anadolu kenesi (böğlek) öldürücü değildir. 
            Katil keneler, ya uçaktan atılma veya içerde üretilip sahradan 
            dağıtılmadır. Sonuçta hedef seçilen insanlar en değerli milli 
            varlığımız; Kuş, tavuk, koyun, inek vs. gibi hayvanlarımız ise milli 
            servetlerimizdi.  
            Hükümetlerin, Polis ve MİT dahil sorumlu kurumların gözü önünde, 
            düşmanca ve alçakça yok edildiler!  Zamanla anlaşıldı ve açığa çıktı 
            ki, bazı hükümetler işbirlikçi idiler. Aleni veya gizli iştirak 
            suçundan başbakan ve bakanlar yüce divan’da yargılandı.   
                        Daha da önceleri; Asya, Çin, Japon Gribi, 
            hortumculuk, banka-banker ve döviz zedelik vardı. 
            Mafya-medya-müteahhit-siyaset iştiraki sayesinde bu millet, 
            depremzede de bile oldu. Sahte bunalım ve buhranlar, sanal kaos ve 
            yapay krizler, gerçek kerizler tarafından “soygun-vurgun” amacıyla 
            tezgâhlanırken, fakir-fukara, garip-guraba takımı, hep yolunan kaz 
            ve soyulan taraf oldu. Yıllar boyu ıstırap, dert ve sıkıntılarla 
            boğuştu ve koyun koyuna yaşadı bu millet.
            Ama gerçek şu ki; bir türlü yakamızı 
            bırakmadı bu melânet ve illet!
         
          | 
      
      
        | 
        DİKKAT ! BU BİLGİ TELİF ESERİ 
        OLUP YAZARI VE YAYINEVİMİZDEN  İZİN ALINMADAN KULLANILMAMALIDIR | 
      
      
        | 
         
        
        
        BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız  | 
      
      
        | 
         
        
        
        BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için 
        tıklayınız  | 
      
      
        | 
         | 
      
      
               | 
            
      
        | 
         | 
      
      
         | 
      
      
        | 
         | 
      
      
        | 
         | 
      
      
               | 
            
      
        | 
         | 
      
      
         | 
      
      
        | 
         | 
      
      
        | 
         | 
      
      
               | 
            
      
        | 
         | 
      
      
         | 
      
      
        | 
         | 
      
      
        | 
         | 
      
      
        | 
         | 
      
      
        | 
         | 
      
      
        | 
         | 
      
      
        | 
         | 
      
      
               | 
            
      
        | 
         | 
      
      
         | 
      
      
        | 
         | 
      
      
        | 
         | 
      
      
        | 
         | 
      
      
        | 
           20  | 
      
      
        | 
         
        
        KİTAP BAŞINA DÖNMEK İÇİN TIKLAYINIZ!  | 
      
      
        | 
         
        
        
        BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız  | 
      
      
        | 
         
        
        
        BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için 
        tıklayınız  | 
      
      
        
        
          | 
      
      
        | 
        Mustafa Nevruz SINACI 
         | 
      
      
        | 
        
        
        Mustafa Nevruz SINACI HAYAT HİKAYESİ | 
      
      
        
          
              - KURUMSAL GASP VE KUL HAKKI
 
            -             Türkiye Cumhuriyeti, tarihi boyunca hiç görülmemiş 
            uygulamalarla sarsılmakta!..
 
            -             Katmerli vergiler, haraç mesabesinde harçlar ve 
            hukuk dışı KDV+ÖTV vurgunu,  .  
 
            -             Kaynağında vergilendirilmiş kazançtan, müteakip 
            temlik-edinim, alım ve tasarruflarda “tekrar-tekrar” ve defalarca 
            vergi almak. Bu suretle vatandaşa zulmetmek, alenen ve resen 
            haksızlık ve yolsuzluk suçunu hükümet olarak fiilen işlemek. Kamu 
            kurum ve kuruşları, ile bağlı iştirak, işletme ve “her ne kadar özel 
            teşebbüs olsalar bile” resmen devletle ilişkili teşebbüslerde, 
            ayniyle vaki usul, esas, tarh-tahsil ve uygulamalara engel 
            olmamak!        
 
            -             Bilâkis, hiçbir hukuki, anayasal, evrensel ve insani 
            gerekçesi, her hangi bir gerçekçi, akılcı, makul-mantıklı dayanağı 
            olmayan bu antidemokratik edinim, uygulama, haksız tahsilât ve 
            tasarrufları “kanun” çıkartmak suretiyle korumak, kalıcı kılmak ve 
            sözde yasallaştırmak!..
 
            -             KAMU ADINA HAKSIZ EDİNİM VE CÜRÜM
             
 
            -             Kamu finansmanı amacıyla halktan “çok ağır” vergi 
            tarh, takip ve tahsilâtına rağmen; Hukuk-ahlâk, mantık-mantalite 
            olarak “% 100 kamu hizmetin mütemmim (tamamlayıcı-bütünleyici) 
            unsurlarından; bedel, ücret, aidat, bağış, fon, katkı payı, özel 
            idare hissesi, salma, harç-haraç, sabit ücret, seyyar ücret, döner 
            sermaye gibi, rızaya aykırı ve mesnetten yoksun, spekülâtif “cebri 
            tahsilâtlar yapılması” insan hakları, adalet ahlâkı ve hukuka 
            aykırıdır.        
 
            -             Üstüne üstlük; Devlette istatistik işleri, sabit 
            ücretliye zam kriterleri, eşit işe, eşit ücret, müktesep hakkın 
            korunması gibi, adaletsizlik ve eşitsizliğin derin uçurumlar 
            yaratığı “temel insan haklarına” aymazca ve pervasızca riayetsizlik 
            had safhadadır.  
 
            -             En vahim olan tasarruf, alçakça, acımasızca ve 
            zalimane hak gasp’ı ise:    
 
            -             Elektrik (aydınlanma), Su, Doğalgaz (ısınma), 
            Benzin-Mazot (üretim-ulaşım), Telefon (haberleşme), Konut-Kira 
            (barınma), Eğitim ve Gıda (beslenme) gibi; En başta YAŞAM’ın, sonra 
            da sanayi, tarım, ticaret-ziraat, zanâat-iktisat ve sair bütün 
            toplumsal sürecin TEMEL GİRDİLERİ, hayati unsurları ve 
            vazgeçilmezleri olan mal ve hizmetlerde;
 
            -             Haksız vergi (KDV-ÖTV), fahiş kâr uygulamaları!
 
            -             Artı: Vatandaş aleyhine “maliyet arttırıcı” 
            edinim-iktisap ve tasarruflar!
 
            -             Araya özel şirket ve ortaklıklar konulması gibi 
            aleni ihanet ve hainlikler.
 
            -             Başvuru, sınav, kayıt, talep, takip, tahsis 
            ücretleri,  
 
            -             Bu, her köşeye bir Deli Dumrul dikmek ve köşe 
            başlarını haramilerle tutmaktır!
 
            -             Ve nihayet: Maliyetine arzı zorunlu kamu hizmetinden 
            kâr gözetmek suretiyle; “Devletin malı deniz, yemeyen domuz” 
            zihniyetini güdenler ile “vatandaş koyun, devlet dediğin bir oyun, 
            geleni soyun, gideni soyun” anlayışını, kendilerine şiar edine hırs, 
            ihtiras ve kapris ehli kene, domuz taifesini tatmin vasıtasına 
            dönüştürmektir.. Ki, bu ağır bir küfür ve insanlık suçudur.
 
            -             1970’lerde “Finansman Kanunları” namıyla adı ilk kez 
            duyulan akıl, mantık, ahlâk ve hukuk dışı vergiler, yasa zoruyla 
            gasp ve cebri harç kanunları için harekete geçtiği zaman, yer 
            yerinden oynamış ve kıyametler kopmuştu. AP depremler yaşadı. 72’ler 
            harekâtı patladı, 41’lerle büyük sarsıntılar yaşandı. AP bölündü ve 
            mâkus talih sürecine girdi. DP kuruldu. Merkez parçalandı. İktisadi 
            deprem, siyasi krizlerle derinleşti, depreşti ve şimdilerde iyiden 
            iyiye kronikleşti.
 
            -             Şimdi Türkiye Cumhuriyeti Devleti öyle bir hale 
            geldi ki;  
 
            -             - Hak, adalet ve hukuk anlamını, mutlak etki ve 
            belirleyici gücünü yitirdi.  
 
            -             - Elli yıldır hükümetlerin hâkimiyet (adaletle 
            yönetim) ilkesi eridi ve yok oldu.
 
            -             - Ülkemiz dâhili ve harici bedhahlar tarafından; 
            Resmi-gayri resmi, açık-gizli/örtülü;
 
            - İktisadi, siyasi, sağlık, sosyal, 
            kültürel, Hasılı her yol ve yöntemle soyuluyor, sömürülüyor, vakıa 
            soygun ve vurgun günden güne büyüyor. Dahası ülkemizin değerleri, 
            eserleri ve son yıllarda her türden hayvanları kaçırılıyor. En az 
            insanlarımız, sevgili ve değerli halkımız kadar, Allah’ın bir lütuf 
            ve emaneti olan hayvanlarımızda baskı, tehdit, zülüm, işkence ve 
            tehlikeye maruz bulunmaktadır!  
 
           
          
        
          | 
      
      
        | 
        DİKKAT ! BU BİLGİ TELİF ESERİ 
        OLUP YAZARI VE YAYINEVİMİZDEN  İZİN ALINMADAN KULLANILMAMALIDIR | 
      
      
        | 
         
        
        
        BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız  | 
      
      
        | 
         
        
        
        BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için 
        tıklayınız  | 
      
      
        | 
         | 
      
      
        | 
         | 
      
      
        | 
         | 
      
      
               | 
            
      
        | 
         | 
      
      
         | 
      
      
        | 
         | 
      
      
        | 
         | 
      
      
               | 
            
      
        | 
         | 
      
      
         | 
      
      
        | 
         | 
      
      
        | 
         | 
      
      
               | 
            
      
        | 
         | 
      
      
         | 
      
      
        | 
         | 
      
      
        | 
         | 
      
      
        | 
         | 
      
      
        | 
         | 
      
      
        | 
         | 
      
      
        | 
         | 
      
      
               | 
            
      
        | 
         | 
      
      
         | 
      
      
        | 
         | 
      
      
        | 
          21  | 
      
      
        | 
         
        
        KİTAP BAŞINA DÖNMEK İÇİN TIKLAYINIZ!  | 
      
      
        | 
         
        
        
        BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız  | 
      
      
        | 
         
        
        
        BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için 
        tıklayınız  | 
      
      
        
        
          | 
      
      
        | 
        Mustafa Nevruz SINACI 
         | 
      
      
        | 
        
        
        Mustafa Nevruz SINACI HAYAT HİKAYESİ | 
      
      
        
          
              - MİLLİ DEVLET VE MİLLİ EĞİTİM
 
            -             2009 yılı “24 Kasım-Öğretmenler Günü” münasebetiyle 
            ele alınacak, işlenecek en önemli ve gerekli konusu; Bence, “milli 
            devlet ve milli eğitim”.  
 
            - Bu vesileyle, madden ve manen kendilerini kuşatan müzmin çile, 
            derin azap, yolsuzluk, yoksulluk, fak’r-u zaruret, sefalet ve 
            ıstırap sarmalında sürüklenircesine yaşam mücadelesi verirken; Diğer 
            taraftan da “Cumhuriyet’in ilmen, fennen, bedenen kuvvetli, namuskâr 
            ve dürüst, yüksek ahlâklı, zeki, faziletli, erdemli, seciyeli ve 
            seviyeli muhafızlarını, diğer bir deyişle “yurdu ve milleti özünden 
            çok seven kadim nesilleri”ni  yetiştirmekteler!...  
 
            -  
 
            - BUNU “BÖYLECE” YAPANLARA, MİNNETTAR VE MÜTEŞEKKİRİZ!..
 
            - Lâkin bu açılımların Türkçe ilim, aksiyon, “beka ve basiret” 
            değeri nedir?  
 
            - Tarih, diyalektik, etik, “TC dava ve misyon”u bağlamında bir 
            bakalım!..
 
            -             Türk eğitim ve öğretim (talim ve terbiye) sisteminin 
            temeli ‘milli devlet” esası üzerine kuruludur. Zira milli devlet, 
            milleti meydana getiren unsurların tam bir huzur, emniyet ve güven 
            içinde, geleceğe emin adımlarla yürüyebilecekleri tek ve yegâne 
            idari ve siyasi, medeni sistemdir.
 
            -             Eğer dikkat olunursa, günümüzde çok çeşitli etnik 
            kök, dil, kültür, din, mezhep ve inancı (çok dil’li ve çok kültürlü 
            kombinasyonları) toplulukları “imtizaçla” (karşılıklı saygı, barış, 
            demokrasi, uzlaşma kültürü ve anlayışla) bir arada tutan bütün 
            devletler; Üniter değil, aksine milli’dir.   
 
            -              Özellikle ve bilhassa 1960’a kadar bu, “Türkiye 
            Cumhuriyeti vatandaşlarının Türkçe düşünmesi, Türkçe konuşması ve 
            Türkçe yaşaması” amacına yönelik olmakla beraber; Ülkemizde mevcut 
            hiçbir “anadil”, “etnik kök” Müslim veya gayrimüslim hiçbir unsur 
            olumsuz istikamette etkilenmek istenmemiştir.
 
            -             Kaldı ki, 1926, 1927 yıllarında, Lozan Antlaşmasına 
            göre “azınlık” statüsünde olan gayrimüslimlerin bile; Lozan 
            Antlaşmasının sağladığı hak ve avantajlarından hür iradeleriyle 
            feragat ederek, sade ve sıradan Türk Vatandaşı olmaları, bu 
            siyasetteki isabeti, çok belirgin biçimde ortaya koymaktadır.
 
            - GENEL OLARAK BİR BAKIŞ
 
            - Atatürk ve Cumhuriyet, Türk Milletinin belki en çok ihtiyaç 
            duyduğu bir hususa çok büyük ölçüde önem verdi. “Eğitime..”  
 
            - Osmanlının daha çok aristokratik bir eğitim anlayışını 
            benimsemesi sonucu (bu, Osmanlının yaşadığı dönemin bir özelliği 
            olarak belki de),  halkın büyük çoğunluğu eğitim imkânlarından 
            yararlanamadı. O dönem 19.yy’ın sonlarına kadar çoğunluğu İstanbul 
            ve Rumeli’de olmak üzere çok az sayıda ilköğretim düzeyinde okul 
            vardı.  
 
            - Özellikle Anadolu’da yaşayan halkın çoğunluğu okuma dahi 
            bilmiyordu.  
 
            - Bu da halka dayalı aydınlanma ve kalkınmanın gerçekleşmesini 
            engellemişti.  
 
            -             Mustafa Kemal’in komutanlığında kazanılan Kurtuluş 
            Savaşı sonucu kurulan büyük TC, yaşamın hemen her alanında olduğu 
            gibi eğitim alanında da seferberlik ilan etti. Günümüzde pek de 
            itibar sahibi olmayan öğretmenlik mesleği, Cumhuriyetin ilk 
            yıllarında el üstünde tutulan çok muteber bir meslekti.  
 
            - ÖĞRETMENLİK MESLEĞİ
 
            - Bu nedenle, Mustafa Kemal Atatürk, her vesileyle bu mesleğin 
            kutsallığından bahseder, bir milletin kalkınmasında en önemli rolü 
            öğretmenlerin oynadığına inanırdı.  
 
            -             Cumhuriyetin ilk eğitim kurumlarından birisi 1926 
            yılında Atatürk’ün emriyle kurulan "Orta Muallim Mektebi’dir". 
            1926-27 öğretim yılında Konya’da eğitime başlayan Öğretmen Okul’u, 
            daha sonra Ankara’ya taşınarak “Gazi Orta Muallim Mektebi ve Terbiye 
            Enstitüsü” adını almıştır.  Mimar Kemalettin Bey’in yaptığı bu 
            muhteşem binada 1929-30 öğretim yılında Ankara’da öğretime başlayan 
            mektep, sonraları “Gazi Eğitim Enstitüsü” adını almış ve 1982 
            yılında yapılan yüksek öğretimin düzenlemesiyle ilgili kanunla “Gazi 
            Üniversitesi” olmuş ve misyonunu bu onurlu isimle sürdürmeyi 
            başarabilmiştir.  
 
            - Dolayısıyla, Cumhuriyet döneminde 
            benimsenen ve uygulamaya konan eğitim felsefeleri, eğitim sistem ve 
            politikaları bütünüyle milli ve buna mümasil bir ilmi temel üzerine 
            inşa edilmiş, üstün insan (seviyeli ve seciyeli insan) yetişmesine 
            büyük katkıda bulunulmuş ve bu politika 1971’lere kadar korunarak 
            istikrarla sürdürülmüştür.
 
            - Cumhuriyetin esas olarak 
            yetiştirmeyi hedeflediği insan tipi çağdaş, bilimsel, ilmi ve akılcı 
            düşünen, milli değerlere sadakat ve samimiyetle bağlı, namuslu, 
            dürüst, onurlu, sorumlu, çalışan, üreten,  kendini geliştiren ve 
            gerçekleştiren ve kendine güven duyan, “vatan, millet ve birlik 
            (birlikte yaşama) sevgisi ile mücehhez bir insan tipidir.  
 
            - Bunu gerçekleştirebilmek için Atatürk harf inkılâbını 
            gerçekleştirmiş;
 
            - Anadolu’nun hemen her yerinde 
            ilkokul ve ortaokullar açmış;
 
            - Sadece azınlıkların veya belli bir 
            kesimin değil;
 
            - Tüm Türk çocuklarının eğitim ve 
            öğretim görmesi için gerekli her tedbiri almıştı.  
 
            - KÖYLÜ MİLLETİN EFENDİSİ’DİR
 
            - Özellikle, kalkınma hamlesine halkın 
            % 80’ninin yaşadığı köylerden itibaren başlamasını sağlayan ve bu 
            amaçla köy okullarını açtıran Atatürk, günümüzün köylü ve çiftçisini 
            hor gören popülist siyasetçilerinin aksine, bu ülkenin temelini ve 
            öz dokusunu oluşturan köylüsüne milletin efendisi tabirini layık 
            görmüştür.  
 
            -             Sonuç olarak, Cumhuriyetin kuruluşundan 70’li 
            yıllara kadar Türk eğitim-öğretim sistemi, eğitim felsefesi ve 
            eğitim hareketleri ve gelişmeleri derinlemesine ele alınıp-incelenip 
            değerlendirildiğinde; zihinlerimizde büyük bir ufuk açacak kadar 
            önemli, özgün, bütün veçheleri ile milli ve dikkate değerdir.  
 
            - AÇILIM SÜRECİ IŞIĞINDA BAKIŞ
 
            - Oysa günümüzde durum çok farklıdır. 
            Eğitim ve öğretim paralelliği terk edilmiştir. Bundan dolayı eğitim 
            kısırlaşmış, yozlaşmış ve milli mizansen üzerinde tartışma 
            yapılabilecek kadar, boynuz kulağı aşmıştır. Günümüz açılımları ve 
            işbu açılımlar çerçevesinde söz konusu edilenler bunun çok önemli 
            bir kanıtı ve göstergesidir.  
 
           
            
          | 
      
      
        | 
        DİKKAT ! BU BİLGİ TELİF ESERİ 
        OLUP YAZARI VE YAYINEVİMİZDEN  İZİN ALINMADAN KULLANILMAMALIDIR | 
      
      
        | 
         
        
        
        BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız  | 
      
      
        | 
         
        
        
        BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için 
        tıklayınız  | 
      
      
        | 
         | 
      
      
        | 
         | 
      
      
               | 
            
      
        | 
         | 
      
      
         | 
      
      
        | 
         | 
      
      
        | 
         | 
      
      
               | 
            
      
        | 
         | 
      
      
         | 
      
      
        | 
         | 
      
      
        | 
         | 
      
      
               | 
            
      
        | 
         | 
      
      
         | 
      
      
        | 
         | 
      
      
        | 
         | 
      
      
        | 
         | 
      
      
        | 
         | 
      
      
        | 
         | 
      
      
        | 
         | 
      
      
               | 
            
      
        | 
         | 
      
      
         | 
      
      
        | 
         | 
      
      
        | 
         | 
      
      
        | 
          22  | 
      
      
        | 
         
        
        KİTAP BAŞINA DÖNMEK İÇİN TIKLAYINIZ!  | 
      
      
        | 
         
        
        
        BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız  | 
      
      
        | 
         
        
        
        BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için 
        tıklayınız  | 
      
      
        | 
         
        
           | 
      
      
        | 
         Sakin KARAKAŞ  | 
      
      
        | 
         
        
        Sakin KARAKAŞ HAYAT HİKAYESİ  | 
      
      
        
          
              - STAJYER ÖĞRETMEN ADAYLARI OSMANCIK’A HAYRAN KALDILAR
 
            -             Geçtiğimiz Cumartesi günü Osmancık İlçe Milli Eğitim 
            Müdürlünce Aday Öğretmenlerin Osmancık’ı gezecekleri haberini aldım. 
            Her zaman olduğu gibi guruba mihmandarlık etmem istendi. Eşimin de 
            ev sahibi konumunda aday öğretmen olarak bulunduğu gurubun 
            gezdirilmesi için gelen bu teklifi severek kabul ettim.
 
            - Osmancık İlçe Milli Eğitim 
            Müdürlüğünce stajyer öğretmenlerin yetiştirilmelerine yönelik temel 
            eğitim kursu çerçevesinde genç öğretmen adayları ile birlikte güzel 
            bir Aralık gününü değerlendirmeye çalıştık. Ağustos-Eylül ve Ekim 
            atamalarında Kargı ve Osmancık ilçelerinde göreve başlayan 20 
            öğretmen adayının katıldığı kurs sonunda Osmancık’ı gezdik. İlçe 
            Milli eğitim şube müdürlerin de iştirak ettiği program çerçevesinde 
            saat 13.00 de başlayan Osmancık çevre gezisini saat 16.30 da 
            tamamlayabildik. Genç öğretmen adaylarının gözlerindeki ışıltıdan 
            Osmancık’a hayran kaldıklarını gözlemledim.
 
            - Yurdum dört bir yanından ilçeye 
            tayin olup gelen bu genç arkadaşlar zamanla böyle güzel bir yerde 
            görev yaptığımız için çok şanslıyız ve mutluyuz diyerek Osmancık’a 
            olan hayranlıklarını dile getirdiler. Program çerçevesinde 
            Osmancık’ın yöresel tatlarından ikramların sunulduğu öğretmen gurubu 
            ile öncelikle Koyunbaba türbesini ziyaret ettik. Burada Koyunbaba 
            hazretlerinin Osmancık’a geliş hikâyesini, II Beyazıt köprüsünün 
            yapımındaki etkisini ve menkıbelerini anlatım.
 
            - Daha sonra kısa bir sahil turu 
            yaptık. Daha sonra tarihi köprünün özellikleri ve Osmanlı 
            dönemindeki önemini ölçülerini ve köprünün her iki yakasındaki 
            camilerin yapılış hikâyelerini anlatarak karşı kıyıya geçtik. Bu 
            arada köprüden Osmancık kalesinin muhteşem seyrinin insanı 
            büyülediğini dile getirdiler.
 
            - Tarihi Kandiber kalesi, Tarihi ipek 
            yolundaki önemi ve gizli tünellerinin anlatımını yaptım. Bu arada 
            bol bol fotoğraf çektiren gençler bu güzel anları belgelediler.
 
            - Bölgedeki en önemli erken Osmanlı 
            dönemi eseri olan Koca Mehmet Paşa (İmaret) camiini ziyaret ettik. 
            Namaz vakti olmasına rağmen cemaatin kolaylık göstermesi ve 
            anlayışlı davranmasını mükemmel bir davranış olarak 
            değerlendiriyorum. Bu davranış Osmancık insanının ne denli 
            konuksever olduğunun önemli bir belgesidir.
 
            - İstanbul’un manevi fatihi olan 
            Akşemseddin hazretlerinin ilim tahsil ettiği ve müderrislik yaptığı 
            Akşemseddin medresesi ziyaret sonrası akşam saat 16.30 sularında 
            program sona erdi. Öğretmen adaylarının program sonrası Osmancık 
            öğretmen evinde gezi ile ilgili notlar tuttuklarını gözlemledim. 
            Ayrıca tarafıma konu ile ilgili sık sık sorular sorarak notlar 
            aldılar.
 
            - Bu topraklarda doğup büyüdüm Bu 
            memleketin hemen her karesinde anılarım var. Yılların birikimi olan 
            bu anıları ve Osmancık tarihi ile ilgili önemli araştırmaları 
            hayatım boyunca not ettim. Bu iş benim için şereftir, onurdur. Özel 
            bir programın olmadığı sürece guruplara mihmandarlık işini zevkle 
            yapıyorum. Yeter ki ülkemin güzel insanları bu cennet vatan 
            köşesinin güzelliklerinden mahrum kalmasınlar. Ben gezmeyi sevdiğim 
            gibi gezdirmeyi ve rehberlik yapmayı seviyorum. Bu bir tutkudur. Bu 
            tutku sebebi ile ülkemin ellinin üzerindeki vilayetini gezdim. 
            Gezdiğim yerlerle ilgili üç binin üzerinde fotoğraf albümü 
            oluşturdum. Kırk beş saatin üzerinde de video kayıtları oluşturdum. 
            Özellikle ülkenin popüler olan turizm merkezlerine üç beş defa 
            gittiğim oldu.
 
            - Bilgiyi paylaşmak kutsaldır. Ben bu 
            açıdan başta Osmancık’ın tarihi değerleri olmak üzere bilgiyi 
            paylaşmayı tercih ediyorum. Çünkü bilgi paylaştıkça güzelleşir ve 
            çoğalır.
 
            - Osmancık turizm açısından gelecek 
            vaat ediyor. Özellikle Koyunbaba türbesinin inanç turizmine açılması 
            önemli. Bu bağlamda sivil toplum örgütlerine kamu ve özel 
            kuruluşlara önemli görevler düşüyor.
 
           
            
          | 
      
      
        | 
        DİKKAT ! BU BİLGİ TELİF ESERİ 
        OLUP YAZARI VE YAYINEVİMİZDEN  İZİN ALINMADAN KULLANILMAMALIDIR | 
      
      
        | 
         
        
        
        BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız  | 
      
      
        | 
         
        
        
        BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için 
        tıklayınız  | 
      
      
        | 
         | 
      
      
               | 
            
      
        | 
         | 
      
      
         | 
      
      
        | 
         | 
      
      
        | 
         | 
      
      
               | 
            
      
        | 
         | 
      
      
         | 
      
      
        | 
         | 
      
      
        | 
         | 
      
      
               | 
            
      
        | 
         | 
      
      
         | 
      
      
        | 
         | 
      
      
        | 
         | 
      
      
        | 
         | 
      
      
        | 
         | 
      
      
        | 
         | 
      
      
        | 
         | 
      
      
               | 
            
      
        | 
         | 
      
      
         | 
      
      
        | 
         | 
      
      
        | 
         | 
      
      
        | 
         | 
      
      
        | 
          23  | 
      
      
        | 
         
        
        KİTAP BAŞINA DÖNMEK İÇİN TIKLAYINIZ!  | 
      
      
        | 
         
        
        
        BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız  | 
      
      
        | 
         
        
        
        BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için 
        tıklayınız  | 
      
      
        | 
         
        
           | 
      
      
        | 
         
        
        Selma GÜRSEL  | 
      
      
        | 
         
        
        Selma GÜRSEL HAYAT HİKAYESİ  | 
      
      
        | 
           
          TEL KADAYIF BURMA 
           1 Kilogram tel kadayıf
        
        
           1 kilo şeker
        
        
           250 ceviz için
        
        
           Bir su bardağı sıvı yağ
        
        
           1 litre su
        
        
           Nohut büyüklüğünde 1 adet limon tuzu.
        
        
            
        
        
                       Alınan tel kadayıf açılarak yarım saat kadar normal 
          havalandırılır. Ayıklanmış ceviz izi doğranır bir kaba alınır. 
          Kadayıfın döşeneceği tepsinin az bir yağ ile yağlanır. Kadayıf masa 
          üzerine açılır ve içerisine ceviz konularak sigara böreği gibi 
          sarılır. Tepsiye sıra ile düzülerek tepsi tamamlanınca üzerine yağ 
          ekilir ve kızdırılan fırında pişirilir.
        
        
                       Bir tencerede 1 litre su ile bir kilo şeker konularak 
          ateşin üzerinde karıştırılarak şeker eritilir. Kaynayan şeker 
          şurubunun içine limon tuzu atılır bir taşım kaynatılır tencere bir 
          kenara alınır.
        
        
                       Kızartılan kadayıf sıcak ise soğutulmuş şeker şerbeti 
          ekilir. Kızartılan kadayıf soğuk ise kaynatılmış şeker şerbet olarak 
          ekilir.
        
        
          | 
      
      
        
        
         
        
          
          
          
          
          
          
          
          
          
          
          
          
          
          
         
  | 
      
      
        | 
        DİKKAT ! BU BİLGİ TELİF ESERİ 
        OLUP YAZARI VE YAYINEVİMİZDEN  İZİN ALINMADAN KULLANILMAMALIDIR | 
      
      
        | 
         
        
        
        BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız  | 
      
      
        | 
         
        
        
        BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için 
        tıklayınız  | 
      
      
        | 
         | 
      
      
               | 
            
      
        | 
         | 
      
      
         | 
      
      
        | 
         | 
      
      
        | 
         | 
      
      
               | 
            
      
        | 
         | 
      
      
         | 
      
      
        | 
         | 
      
      
        | 
         | 
      
      
               | 
            
      
        | 
         | 
      
      
         | 
      
      
        | 
         | 
      
      
        | 
         | 
      
      
        | 
         | 
      
      
        | 
         | 
      
      
        | 
         | 
      
      
        | 
         | 
      
      
               | 
            
      
        | 
         | 
      
      
         | 
      
      
        | 
         | 
      
      
        | 
         | 
      
      
        | 
         | 
      
      
        | 
          24  | 
      
      
        | 
         
        
        KİTAP BAŞINA DÖNMEK İÇİN TIKLAYINIZ!  | 
      
      
        | 
         
        
        
        BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız  | 
      
      
        | 
         
        
        
        BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için 
        tıklayınız  | 
      
      
        | 
         
        
           | 
      
      
        | 
         Üzeyir Lokman ÇAYCI  | 
      
      
        | 
         
        
        Üzeyir Lokman ÇAYCI HAYAT HİKAYESİ  | 
      
      
        
          
            - 
            
            GEÇTİKÇE BAHARLARIN KIYISINDAN…
 
            - Biri karanlıkta çıplak, diğeri gece 
            yarısında yorgun… 
 
            - Bir başkasının babasının babası 
            benzerdi oğlunun oğluna. 
 
            - Kırardı testiyi, sonra ağlardı.
            
 
            - Değirmenci öğüttükçe zamanı, buğday 
            un, un da ekmek olurdu.
 
            -  
 
            - Rüzgâr kuş sesi gibi pencere 
            aralığındaydı. 
 
            - Seçilmiş renklere rağmen her şey 
            simsiyahtı. 
 
            - Fark edilmiyordu ilkbaharlar.
            
            
 
            - Kedi gözleri sürüklenip gidiyordu 
            Paris sokaklarından. 
 
            - Uzaklarda merdivenler yukarı 
            çıkarıyordu ak saçlıları.
 
            - Yakınlarda merdivenler derinliğine 
            indiriyordu yırtılmış yamaçları. 
 
            - Soğukluktan yüzleri eskimişti 
            insanların.
 
            - Onlar önceden biliyorlardı 
            “gölgelerin utanmadıklarını...” 
 
            - Yarın yine aydınlıklar yüreklerinden 
            vurulacaklardı! 
 
            - Çığlıklar kaplayacaktı ortalığı.
 
            - Gülleri fark ettirmeyecekti acılar.
 
            - Pencere önlerini saracaktı korku 
            duvarları.
 
            - Oldukça zor açılacaktı kapılar.
 
            -  
 
            - Paylaşılmayan pırıl pırıl gökyüzü,
            
 
            - Denizleri okşayan martılar yırtılmış 
            resimlerle düşecekti ayak altlarına. 
 
            - Biri karanlıkta çıplak, diğeri gece 
            yarısında yorgun.
 
            - Bir başkasının babasının babası, 
            benzerdi oğlunun oğluna. 
 
            - Kırardı testiyi, sonra ağlardı.
            
 
            - Değirmenci öğüttükçe zamanı, buğday 
            un, un da ekmek olurdu.
 
            -  
 
            - Rüzgâr kuş sesi gibi pencere 
            aralığındaydı. 
 
            - Seçilmiş renklere rağmen her şey 
            simsiyahtı. 
 
            - Fark edilmiyordu ilkbaharlar.
            
            
 
            - Yarın yine aydınlıklar yüreklerinden 
            vurulacaklardı! 
 
            - Çığlıklar kaplayacaktı ortalığı.
 
            - Gülleri fark ettirmeyecekti acılar…
            
 
            - Paris,  31.05.2003
 
           
          
        
          | 
      
      
        | 
        DİKKAT ! BU BİLGİ TELİF ESERİ 
        OLUP YAZARI VE YAYINEVİMİZDEN  İZİN ALINMADAN KULLANILMAMALIDIR | 
      
      
        | 
         
        
        
        BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız  | 
      
      
        | 
         
        
        
        BİR SONRA Kİ Sayfaya dönmek için 
        tıklayınız  | 
      
      
        | 
         | 
      
      
        | 
         | 
      
      
        | 
         | 
      
      
        | 
         | 
      
      
        | 
          25  | 
      
      
        | 
         
        
        KİTAP BAŞINA DÖNMEK İÇİN TIKLAYINIZ!  | 
      
      
        | 
         
        
        
        BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız  | 
      
      
        | 
         | 
      
      
        | 
         
        
           | 
      
      
        | 
         Üzeyir Lokman ÇAYCI  | 
      
      
        | 
         
        
        Üzeyir Lokman ÇAYCI HAYAT HİKAYESİ  | 
      
      
        | 
        DESENLER | 
      
      
        | 
         
        
          
        
          
        
          
          | 
      
      
        | 
        DİKKAT ! BU BİLGİ TELİF ESERİ 
        OLUP YAZARI VE YAYINEVİMİZDEN  İZİN ALINMADAN KULLANILMAMALIDIR | 
      
      
        | 
         
        
        
        BİR ÖNCEKİ Sayfaya dönmek için tıklayınız  | 
      
      
        | 
         | 
      
      
        | 
         | 
      
      
        | 
         | 
      
      
        | 
         | 
      
      
        | 
         
        
        FİKİR DERGİSİ BAŞINA DÖNMEK İÇİN TIKLAYINIZ!  | 
      
      
        | 
         | 
      
      
        | 
         | 
      
      
        | 
         | 
      
      
        | 
         | 
      
      
        | 
         | 
      
      
        | 
         
        Hazırlayan 
        Mahmut Selim GÜRSEL yazışma adresi  corumlu2000@gmail.com  | 
      
      
    |  
        
        DİKKAT ! BU BİLGİ TELİF ESERİ 
          OLUP YAZARI VE YAYINEVİMİZDEN  İZİN ALINMADAN KULLANILMAMALIDIR | 
            
      
    | 
         
          
    
     | 
        
      
          | 
      
       Hukuka, Yasalara, 
Telif  ve Kişilik Haklarına saygılı olmayı amaç edinmiştir. | 
        
      
          | 
Gizlilik şartları ve Telif Hakkı © 1998 Mahmut Selim GÜRSEL 
adına tüm hakları saklıdır. M.S.G. ÇORUM | 
        
      
          | 
           | 
        
      
          | 
           
        16. SAYI FİKİR DERGİSİ 01/01/2010  |