 |
YIL
13 SAYI 148 25 Haziran 2011 |
-
FIRINDAN YENİ ÇIKMIŞ ÇORUM SİMİDİ
|
|
DİKKAT ; BU BİLGİLER TELİF ESERİ OLUP YAZARI VE YAYINEVİMDEN
İZİN ALINMADAN KULLANMAYINIZ! |
YAZARLARIMIZIN HAYAT HİKAYELERİNE GİTMEK
İÇİN TIKLAYARAK GİDİNİZ! |
Aşağıdaki dizinler ile tıklayarak üye
olmadan sayfalara girebilir ve inceleyebilirsiniz!1 |
1 |
|
|
|
BİLGİ PAYLAŞILDIKÇA KIYMETİ ARTAR! |
|
-
Mahmut Selim GÜRSEL BÖYLE İNSANLAR VAR MIYMIŞ?
-
Muhsin AKTAŞ BİR BAKIŞTAN SIZANLAR(1)
-
Emine SEVİNÇ ÖKSÜZOĞLU
BABA İLE OĞUL’UN KADERİ
-
Murat HACIOĞLU ACILARA TUTUNMAK
-
İsa KAYACAN AZERBAYCAN’IN “ŞEFEG” DERGİSİ
-
Mustafa Nevruz SINACI DİNDARLIK, ADALET VE DEVLET
-
Selma GÜRSEL ÇORUM SİMİDİ SİMİT USTASI YUSUF
YALÇIN
-
Erhan TIĞLI DOST GÜZELLİKLER
-
Rıza KANDAMİR YÖRÜMEDEN GEL
-
Emine GENÇ YILLARA İNAT
|
|
|
|
|
|
01 |
Bu sayının
içindekiler bölümüne dönmek için tıklayınız |
Bir önceki Sayfaya Gitmek İçin Tıklayınız! |
Bir sonraki Sayfaya Gitmek için
Tıklayınız! |
 |
Mahmut Selim GÜRSEL |
Mahmut Selim GÜRSEL Hayat Hikayesi |
- BÖYLE İNSANLAR VAR MIYMIŞ?
- Birkaç gün önce saat 19,30
haberlerini izliyordum. Kapı çalındı. Herhalde komşulardan
birisi olsa gerek diye düşünürken mutfakta bulunan eşim kapıyı
açtı. Karşısındaki bayan:
- -Selma Abla! Beni tanıdın mı?
Diye sorduğunu bende oturduğum odadan duydum. Eşim de:
- -Evet tanıdım. Sen bizim
apartmanda oturan filancanın kızısın. Duydum. Herhalde bizi
ziyarete geldiler diye düşünürken, bayanla gelen beyi eşime:
- -Selma Abla Selim ağabeyin
arabanın kapısına bir araç vurup kaçtı. Biz de plakasını
aldık. Selim Ağabey yok mu? Diyince eşim bana seslendi.
Oturduğum odadan kapıya doğru gittim. Gelenlere:
-
-Hoş geldiniz
dedim. Erkek misafir doğrudan konuya girdi:
-
-Selim Ağabey;
senin arabaya şu plakalı araç çarptı ve durmadan gitti. Ön
kapıyı çökertmiş. Plakası bu. Dedi. Bende:
-
-Sağ olun
fakat bu plaka ile o aracın vurduğunu ben ispat edemem. Şayet
siz görgü şahitliği yaparsanız o zaman o aracın sahibinden
şikâyetçi olabilirim. Dedim. Birlikte aşağıya indik. Cidden
aracımın ön kapısı epey çökmüş vaziyette idi. Kapıyı açmak
için uğraştım açılmamıştı. Yeni trafik kazaları yaptırımına
göre taraflardan birisinin olmadığı için polisi aradım. Beş
dakika sonra mahalli karakoldun bir ekip geldi. Gelenler
aracın konumuna baktılar ve şikâyetçi iseniz karakola gelin
dediler.
-
Bize bilgi
veren arkadaşa baktım.
-
-Giderim
ağabey diyince. Aracımın öbür kapısından araca binerek
karakola gittik. Aracıma vuran plakayı araştırdılar, sahibinin
cep telefonunun buldular, benim telefonumdan araç sahibini
aradılar, karakola gelip uzlaşmamızı söylediler. Bir saat
sonra aracıma vuran şahıs ile babası geldiler. Anlaştığımız
için tutanak tuttular, karakoldan ayrıldık.
-
Olmuşla
yitmişe çare yoktu. Araca vuranda yakın komşu idi. Ertesi gün
komşuya telefon ettim, kapıyı yaptıralım mı diye sordum. Olur
dedi ve sanayiye gittik. Oto boyacısından fiyat istedik,
pazarlık yapıldı ve aracıma vuranın babası parayı ödedi.
Birlikte benim araçla çarşıya geldik, arkadaşı bıraktım. Ben
eve geldim.
-
Aracım kaporta
ve boya olunca baktık ki; minderlerin kılıfları yağ ve kara
olmuş. Bunlar üzerimize çıkar diye eşimle beraber kılıfları
söktük ve eşim kılıfları yıkadı. İki gün sonra kılıfları evin
önünde takarken benden yaşlı olan karşı komşum bana kolay
gelsin ne var ne yok? Diyince, bende yukarıdaki olayı
anlattım. Beni dinledi ve ekledi:
-
-Böyle
insanlar halen var mıymış? Dedi ve yoluna devam etti.
-
Evet böyle
insanlar halen var. Bu insanların yüzü suyu hürmetine Ülkemiz
halen ayakta. Allah rızası için gördüğünü söyleyen, bu dünyada
da, öbür dünyada da şahit olacağımı bilen kişidir. Benden
büyük olan komşunun şaşması gayet normal. Dünya korkanların,
susanların dünyası. Yalan yere yemin edenlerin, yapılanları ve
duyulanları görmedim, duymadım diyenlerin dünyası.
|
|
|
|
|
02 |
Bu sayının
içindekiler bölümüne dönmek için tıklayınız |
Bir önceki Sayfaya Gitmek İçin Tıklayınız! |
Bir sonraki Sayfaya Gitmek için
Tıklayınız! |
 |
Muhsin AKTAŞ |
Muhsin AKTAŞ Hayat Hikayesi |
- BİR BAKIŞTAN SIZANLAR 1
-
İlkbaharla yazın kucaklaştığı bir Cuma akşamı
idi. İçim bomboş, bir davetle koyulmuştum yola. Yol kenarlarında rengarenk
ahenkle sallanan kır çiçekleri üzgün, hüzün kokuyordu. Akşam güneşi üzerlerine
düştükçe hüzünleri yüzlerinden okunuyordu. Ben ise hem arkadaşlarla sohbet
ediyor hem de içimdeki tarifsiz acılarla onlara bakıyor ve yol alıyordum.
Çünkü onları oradan alıp eline tutuşturacağım bir sevgilim bile yoktu artık.
Bu yüzden onlara bakınca kokusunu alınca, içimdeki mağara yalnızlığı saz
çalmaya başlıyordu.
- Her yolun bir sonu olduğu gibi, bu yolculukta kısa sürmüş
ve güzelim bir ilçeye düşmüştü yolum. Bir kaç dakika hoş peş çay sohbeti
derken bir şeyler atıştırmak için dışarıya çıkmıştık. İşte ne olduysa ondan
sonra oluverdi birden. Arkadaş bir yemek yiyelim sonra geliriz dediler. Bunda
garipsenecek bir şey yoktu tabi. Rutin bir yemekti işte. Dönüp biraz
- bekleyelim bir arkadaş daha gelecek onu da alalım dedi.
-
Hiçbir şeyden habersiz, canhıraş önümüzden bir
biri arkasına geçen araçlara bakarken bir güneş doğuyordu yavaş yavaş ahenk
içinde. Yaklaştıkça yüzümü yüreğimi, gönlümü aydınlatıyordu olanca gücü ile.
Elini uzattığında ellerim ellerinin içinden kalbine doğru yavaşça ilerliyordu.
Bütün vücudumu ateş basmış buram buram terler döküyordu. Ellerinin sıcaklı
yetim ve öksüz ellerimi üşümekten kurtarıyordu. Ben ise kayboluyordum
gözlerinin içinde. Çoktan uçup gitmiştim arkadaşların arasından. Hayal
aleminde çoktan volta atmaya başlamıştım. Yudum yudum kalbime iniyordu
bakışların. Gergef gergef, nakış gibi işliyordu
- yüreğimi. Artık ben bende değildim. Sana kilitlenmiştim. Bakışlarım
boşluğa düşmüş iç aleminde yitiğimi arıyordum. Gözlerinden, kaşlarından,
kirpiklerinden, gülüşlerinden, en ufak bir işaret bekliyordum.
-
Kafamda bin bir çeşit düşüncelerle saatler
ilerliyor ben bakışlarımı senden alamıyordum.
-
Oysa sadece bir merhaba deyip el sıkışmaktan
öte seni tanımıyordum. Evli misin, bekâr mı? Hayatında başka biri var mı?
Bunların hiç birini bilmiyordum. Bu sorular beynimi bir hafriyat makinesi gibi
kazıyordu. Gönlüme teselli vermeye çalışıyorum dinlemiyordu. Kalbim bu iş
olmaz, gönlüm ve altıncı hissim olur diye çarpışıp duruyordu. Damarlarımda
- kanım harekete geçmiş bir sağa bir sola hızla dolaşıyordu. Kalbim, Kör
oğlu gibi atını mahmuzlamış dağlara dehlemişti çoktan. Program başlamış ben
hala kendime gelememiştim. Şiir mi okudum senimi anlamadım. Gece ilerliyor
nefesim boğazıma geliyordu. Saatler dursun yanında biraz daha kalayım diye
Allah'a dua ediyordum.
-
Hep seni izliyor konuşmalarını dinliyordum.
İçimde sam yeli gibi sıcacık esintiler dolaşıyordu. Ne demeliydim, nasıl
konuşmalıydım her şeyi bir anda unutmuş, hafızam sıfırlanmış gibi
hissediyordum. İnsanların varlığından sana söyleyeceklerim boğazıma kadar
hücum ediyor ben ise zorla yutkunarak bastırmaya çalışıyordum.
-
Artık saatler epeyce ilerlemiş tatlılar
yenmiş kahveler içilmişti. Zamanı durdurmak elimde olsa çoktan ipini çeker
olduğu yere mıhlardım. Bu şansımın olmadığını bilen yüreğim acı biber yemiş
gibi yanıyordu. Ah bir yalnız kala bilseydim sana neler söylemezdim ki diye
içimden geçiriyordum.
-
Belli ki senin de içinde fırtınalar kopmuş,
gözlerinde aradığını yıllar yılı bulamamışlığın izleri duruyordu sanki.
Bakışların bunu ele veriyor, ayrılık ve acılardan izler taşıyordu. Belki
yanılıyor, belki de söz dinlemez gönlümün rüzgarına kapılmış idiyordum. İşte
bu duygularla gecenin nihayetine doğru yol alıyorduk. Ayrılık saati gelip
çatmaya yüz tuttuğunda soğuk sular başımdan aşağı boca edilmişçesine içim
titriyor, ellerim buz
- kesiyordu. Siz konuşurken ben yüreğinizde sere serpe geziniyordum.
Gözlerinizden gönlünüze çıkan bir yol bulmuştum nedense. İzin istemeden bir
hırsız misali yürek duvarlarınıza yapışıp tutunmaya çalışıyordum. Belki bunun
farkında değildiniz, belki de kararsızda olsanız ses çıkarmıyordunuz.
-
Ayrılık saati gelmiş vedalaşıp ayrılmıştık.
Daha ayrılalı birkaç dakika olmuştu, gayri ihtiyari sol yanımı yokladığımda
kalbimi sende bıraktığımı anladım. Sende kalmıştı. Belki öyle olmasını
istediğim için ses çıkarmamış, emin ellerde olduğu için unutmuş gibi
yapmıştım.
-
Artık kalpsiz bir ölü gibi yaşıyordum. Gece
boyu bir sağa bir sola dönüp durdum. Her nereye baksam resmini görüyordum. Ben
daha ulaşmadan ünlü bir ressam odalarımın bütün duvarlarını senin resimlerinle
donatmıştı. Bana da doyasıya onları seyretmek düşmüştü.
-
Sabaha karşı yorgunluğa daha fazla dayanamayan
vücudum gülen resimlerini seyrederek hayallere dalıp gitmişti.
-
İşte o gün bu gündür ben kendimde değilim. Her
an her saniye senin hayalin var yanımda. Sonu ne olur bilmeden bir girdabın
içinde dolaşıp duruyorum. Bir dahaki buluşma için sabırsızlıkla bekliyor,
kalbimin arta kalanını, sakinleştirmeye çalışıyorum. Bu bir rüyada olsa, belki
hiç başlamayacak bir hayalde olsa, sonu kısa bir hikayede olsa beynime söz
geçiremiyordum. Beni hiç dinlemiyordu. İlk görüşte aşk derlerdi işte öyle bir
şeydi galiba yaşadıklarım. Senden habersiz senden izinsiz bunları düşündüğüm
için umarım bu garibi affedersin.
-
Birde işin bu tarafı var ben kendi kitabım
gibi almışım önüme hiçbir satırını atlamadan seni okuyorum. Belki senin bundan
haberin bile yok. Bu yüzden umarım beni affedersin.
-
Şimdi ise bu yazıyı sana ulaştırmak gerekli
ama nasıl. Bu duygularımı nasıl karşılayacağını düşündükçe beynim zonkluyor,
acılar içinde kıvranıyorum. Bu nedenden dolayı bu yazımı sana nasıl vereceğimi
bir türlü kestiremiyorum. Umarım okuduğunda memnun olursun. Olmazsan da açıkça
bana gerekçeni söylemeni beklerim. İşte harika bir gün daha bu düşüncelerle
nihayete erdi. Şimdi durup senin tepkini beklemek düştü bana da.
- Bütün bu duygu ve düşüncelerle kal sağlıcakla. Kendine
dikkat et. Görüşmek, konuşmak, birlikte Ummanlara yelken açmak dilek ve
temennisi ile gözlerinden gülücükler, yüreğinizden sevgi eksik olmasın.
-
Sağlıcakla mutlu kalın.
|
|
|
|
|
|
03 |
Bu sayının
içindekiler bölümüne dönmek için tıklayınız |
Bir önceki
Sayfaya Gitmek İçin Tıklayınız! |
Bir sonraki Sayfaya Gitmek için
Tıklayınız! |
 |
Emine Sevinç ÖKSÜZOĞLU |
Emine Sevinç ÖKSÜZOĞLU Hayat Hikayesi |
- BABA İLE OĞUL’UN KADERİ
-
Vatani görevini yapmak üzere, henüz
yeni doğmuş olan oğlu Hakkı’ yı ve çok sevdiği karısı Hacer’i bırakıp gitmek
zorunda kalmıştı. Onları böyle bırakıp gitmek istemiyordu, ama çaresiz
mecburdu. Çünkü vatan borcu namus borcu idi.
-
Mustafa; askerliğini doğuda yer
alan, Şırnak ilinde yapacaktı. Yüreğinde bir sıkıntı sürekli onu boğuyor,
neredeyse nefes alamayacak kadar daralıyordu. İlk günler çok zor geçiyordu.
Ara sıra eşi ile oğlunun fotoğraflarına bakıp, bir çocuk gibi kendini
avutuyordu. Oğlu Hakkı ve karısı Hacer gözünde tüter olmuştu. Sık sık mektup
yazıyor, hasretini böyle dindirmeye çalışıyordu. Hele Hacer den mektup aldığı
zamanlar, mektubu öpüyor, kokluyor, tekrar tekrar okuyordu. Hacer de
Mustafa’dan gelecek bir mektup ümidi ile, sürekli postacının yolunu gözler
olmuştu. Kocasından gelen her mektup ta, adeta bir bayram çocuğu gibi
seviniyordu. Mektubu okurken oğlu Hakkı’nın da dinlemesi için yüksek sesle
okuyor sonra da oğlu ile konuşuyor, ona uzun uzun babasını
anlatıyordu. Günler günleri, haftalar ayları kovaladı durdu. Sayılı gün geçmek
bilmiyordu sanki.
-
1985 yılının soğuk ve
çetin geçtiği bir kış günü, Cudi dağındaki teröristler için bir operasyon
düzenlenmişti. Bu operasyonda Mustafa da yer alıyordu. Mustafa sanki şehit
olacağını hissetmiş gibiydi. Kağıdı kalemi bir kez daha eline alıp, karısına
ve oğluna bir mektup yazdı. Mektup öyle bir mektuptu ki, okuyanın yüreği
yerinden kopuyordu adeta. Operasyona katılmadan önce, oğlu ile karısının
fotoğraflarına bir kez daha bakıp, fotoğrafları cebine koydu.
-
Hacer o gece kâbus
denecek kadar kötü bir rüya görmüştü. Sabah uyandğında; “Hayır olsun inşallah”
diyerek rüyayı kötüye yormak istemedi. Sürekli kocasına dualar ediyor
“Allah’ım onu sen koru.” diyordu.
-
Mustafa ise katıldığı
operasyonda “Allah’ım eğer bana bir şey olursa, oğlumu ve
karımı sana emanet ediyorum, senden başka kimsem yok, sen kudret sahibisin,
yaratansın, onları koru yarabbi.” diyerek, karısı ve oğlu için
sürekli dualar ediyordu. Atılan kurşunların ardı arkası
kesilmiyordu. Kurşun sesleri Mustafa’nın kulağında tınılı bir ses
oluşturmuştu sanki. Her geçen dakika da, ölüme biraz daha yaklaştığını
hissediyor gibiydi. Zaten bu çatışmada, bu kurşun yağmurunun arasından
sağ çıkabilmek mucize gibi bir şey olmalıydı.
-
Ertesi gün Hacer’in
kapısı acı acı çaldı. Hacer kapıyı açtığında, karşısında bir Jandarma ile
rütbesini bilmediği bir asker duruyordu. Hacer o an anlamıştı sanki
-
-Mustafa’m ! Mustafa’m !
Ona bir şey mi oldu yoksa?” Diye sorabildi. Yüreğinde büyük bir acı vardı.
Nedense bu acının adını bir türlü koyamıyordu. Kapıdaki Jandarma ve asker:
-
-Yok, Yok! Kocanıza bir
şey olmadı. Feryat figan etmeyin lütfen, sadece sizi ona götürmek için
geldik. Hemen hazırlanırsanız iyi olur!
-
Hacer hemencecik
üzerine bir şeyler giydi, oğlunu da battaniyesine sarıp, askerlerle
birlikte İl Jandarma’ya doğru yola çıktılar. Yol bir türlü bitmek bilmiyor,
uzadıkça uzuyordu. Hacer yol boyunca oğluna sıkı sıkıya sarılıp ağladı. İl
jandarmaya gelindiğinde Hacer’i yüksek rütbeli olduğunu düşündüğü, fakat kim
olduğunu bilmediği bir asker karşıladı. Hacer’in sakinleşip, rahatlaması için
onunla konuşuyor, sorular soruyordu. Hacer ise; yöneltilen bu sorular
karşısında, utana sıkıla cevaplar veriyordu. Bir an da tüm cesaretini
toplayıp:
-
-Buraya neden
getirildiğimi anlamadım, kimse bir şey söylemiyor, yoksa Mustafa’ma kötü
bir şey mi oldu?”
-
Karşısında oturan asker
bir Hacer’e, bir de kucağındaki bebeğe baktı. Sonra da başını önüne
eğerek:
-
-Üzgünüm, gerçekten
çok üzgünüm. Nasıl söyleyeceğimi bilemiyorum. Bunu söylemek benim
için gerçekten çok zor. Bu gibi durumlarda ne yapılır, nasıl
söylenir onu da bilmiyorum. Ne yapacaksınız kader işte. Takdir-i
ilahi. Başın sağ olsun bacım! Duydukları karşısında adeta dünyası başına
yıkılmıştı Hacer’in. Hıçkıra hıçkıra ağlıyor, göz yaşlarını tutamıyordu.
Kapı çalındı ve bir asker selam vererek odaya girdi. Masaya bir
paket bırakıp odadan dışarı çıktı. Masada oturan yüksek rütbeli asker,
Hacer’e bir peçete uzattı. Ardından gelen paketi vererek:
-
-Kocanızın üzerinden
çıkanlar ve özel eşyaları. Bir kaç şehidimiz daha oldu, hepsi için resmi bir
tören düzenlenecek. Törende siz de bulunursunuz. Hacer; perişan bir
haldeydi. İl jandarma’ya ait resmi bir araç Hacer’i evine bıraktı. Yol boyunca
kocasını ve birlikte yaşadıkları günleri düşündü. Geride bıraktıkları acı
tatlı anıları, bir film şeridi gibi geçti gözünün önünden. Sonra oğlu Hakkı’yı
düşündü. Onun babasız büyümesi içini acıtıyordu. Bu zamanda nasıl
bakacaktı ona tek başına? Şu saatten sonra oğluna hem ana, hem baba
olacaktı. Oğluna sıkı sıkıya sarılıp, öpüp kokladı, bağrına basıp, hıçkıra
hıçkıra ağlamaya devam etti. Gözyaşları dinmek bilmiyordu bir türlü. Yüreği
bu acıya dayanamıyordu. Evine gelir gelmez, kocasının üzerinden çıkan, özel
eşyalarının bulunduğu paketi açtı. Bir kaç kıyafeti, karısına ve çok sevdiği
oğluna mektup yazdığı kalemi, Hacer ile oğlu Hakkı’nın bulunduğu bir
fotoğraf çıktı paketten. Hacer kocasının kıyafetlerini öpüp kokluyor, eşinin
asker kıyafeti ile çektirdiği fotoğrafını eline alıp ağlıyordu. Ertesi gün
cenaze töreni vardı ve kocası toprağa verilecekti. Hacer bunca acıya
nasıl dayanacaktı?... Ya o her şeyden habersiz minicik yavrusu, hiç baba
sevgisi tatmadan nasıl büyüyecekti?... Hacer çok çaresiz ve
yalnızdı…Allah’tan gelen bu ölümü kabullenmekte çok zorlanmıştı. Yüreği
yangın yerinin küllerine dönmüştü. Adeta kolu kanadı kırılmış,
oğlu ile bu dünya da yapayalnız kalmıştı. Şu an da tek varlığı oğlu
idi. Hiç değilse onun için ayakta kalmalı, en azından kendine
daha iyi bakmalıydı.
-
Cenaze töreni olmuş
bitmiş, Mustafa’sını ebedi yolculuğuna uğurlamıştı. Bu onun hayatındaki en
acı günüydü. Bu acı yüreğine kor olup düşmüştü. Cenaze töreni sonrası evine
geldiğinde, postacı eşinin ona şehit olmadan önce yazdığı mektubu getirdi.
Hacer mektubu okudukça yüreğindeki yangın daha da büyüyordu.
Sürekli ağlıyor, kendini ağlamaktan geri koyamıyordu. Gözleri neredeyse fal
taşı gibi şişmiş ve kıpkırmızı olmuştu. Bu acıya nasıl direnecekti
bilmiyordu. Onsuz bu hayatın yükünü bir başına nasıl taşıyacaktı?... Dahası
çok sevdiği kocası, Mustafa’sı olmadan nasıl yaşayacaktı?... Düşündükçe
çıldıracak gibi oluyor, üzerine çöreklenen bu sıkıntıdan bir türlü kendini
kurtaramıyordu. Her geçen günün bu acıyı hafifleteceği bir
gerçekti. Ama asıl önemlisi, bu günler nasıl geçecekti?... Hacer, minicik oğlu
Hakkı ile bu acımasız dünyanın ağır yükünü kaldırabilecek miydi?...
-
Günler haftaları,
haftalar ayları, aylar yılları kovalamış. Zorlu geçen 19 yılın ardından
Hakkı büyümüş genç, yağız bir delikanlı olmuştu. Tek şey hariç, her geçen
gün onlardan çok şey götürmüştü; o da kocası Mustafa’nın acısı, bu gün
gibi yüreğinin orta yerinde duruyordu Hacer’in. Tek yaşama gücü,
mutluluğu, her şeyi, canı - ciğeri, oğlu Hakkı idi. Hayatını ona adamış, onun
mutluluğu ve okuması için adeta saçlarını süpürge yapmıştı. Hayatın
getirdiği acımasız ve ağır yaşam koşulları, onları sefaletin ve
yoksulluğun içinde yoğurmuştu. Gün ne getirdiyse onunla avundular. Bir gün
buldularsa, bir gün bulamadan gün geçirdiler.
-
Hacer kocasından bağlanan
şehit maaşıyla kıt kanaat geçiniyordu. Bu nedenle küçük bir iş yerinde
temizlik işçisi olarak işe girmiş, burada az bir maaşla çalışıyordu.
Oğlu ise; ancak liseyi bitirebilmiş, girmiş olduğu üniversite sınavını
kazanamamıştı. Hacer bu duruma çok üzülüyor, oğlu üzülmesin diye ona belli
etmemeye çalışıyor ve sürekli ona moral veriyordu. Ne de olsa, oğlu onun
dünyada ki her şeyi, kıymetlisi, tek varlığı ve tek yaşama gücüydü.
-
Günlerden bir gün Hakkı’
ya asker ocağından çağrı mektubu geldi. Hakkı üniversite sınavını
kazanamadığı için, askerliğini yapıp aradan çıkartmak istiyordu. Annesi ile
bu durumu konuştu, fakat annesi bu duruma her ne kadar karşı geldiyse, Hakkı
annesini dinlemek istemedi. Çünkü çalışmak, annesine yardımcı olmak
istiyordu. Evde boş boş oturmak çok ağırına gidiyordu, lakin hangi iş yerine
başvuruda bulunduysa işe alınmamıştı. Bu durum Hakkı’nın moralini
iyice bozmuştu. Her şey üst üste geliyor, bütün aksilikler bir an da
yaşanıyordu. Her ne kadar Hacer oğlunu ikna etmek için uğraşsa da,
sonuç olumsuz oluyordu. Hakkı asker olup, vatani görevini yapmak, vatan
borcunu ödemek istiyordu. Bu konuda annesinin sözünü dinlememiş, kararını
çoktan vermişti bile.
-
Nihayet Hakkı’nın ana
ocağından ayrılıp, asker ocağına gideceği gün gelmişti. Acemi birliğini
Manisa Kırkağaç’ da yapacaktı. Asker olmanın verdiği gurur ve heyecanla,
gözü yaşlı annesinin elini öpüp, hayır dualarını alarak yola çıktı.
-
Hacer oğlundan ayrı
kalmanın acısını, yüreğinin taa orta yerinde hissediyordu. Oğlu için
sürekli Allah’a dualar ediyor, sık sık oğluna mektup yazıyordu.
Aldığı her mektupta derin bir “ohh” çekip, biraz olsun yüreğindeki sızıyı
dindirmeye çalışıyordu. Bir yandan Hakkı’nın asker kıyafeti ile çektirip,
kendisine gönderdiği fotoğrafa bakıyor, bir yandan da mektubu okurken
gözyaşlarını tutamıyordu. Oğlunun kokusunu hissetmek için, mektubu öpüp
kokluyor ve fotoğrafı baş yastığının altına koyup, öylece uykuya
dalıyordu. Bu ona çok huzur veriyordu.
-
Hakkı acemi birliğini
bitirmiş, annesinin yanına dönmüştü. Ana ile oğul uzun uzun sarılıp, hasret
giderdiler. Hacer sağ salim oğluna kavuştuğu için çok mutluydu. Ne de
olsa kaygıları, onca endişesi boşa çıkmıştı. Hakkı’da annesini çok
özlemişti. Askerlik anılarını annesine anlatarak, hasret gidermeye
çalışıyordu. Bu kısa izin dönemindeki bütün gününü, çok sevdiği annesi ve
arkadaşları ile geçirmişti.
-
Güzel günler su gibi
geçmiş, Hakkı’nın usta birliğine gitme vakti gelmişti. Yalnız bir sorun
vardı, Hakkı usta birliğine Şırnak’a gidecekti. Oğlunun Şırnak’a gitmesinden
dolayı, Hacer’in yüreğine bir sıkıntı gölü dolu vermişti. Yüreği neredeyse
nefes bile alamayacak kadar daralıyor, boğuluyordu. Gece olunca uyumak için
girdiği yatağında, bir türlü gözüne uyku girmiyor, sabahlara kadar
sürekli oğlunu ve şehit verdiği kocasını düşünüyordu. Uyuduğunda ise;
kabus denilecek kadar kötü rüyalar görüyordu. Ne de olsa, kocası
Mustafa’da Şırnak’ta askerliğini yaparken şehit düşmüştü. Oğlunun da babası
ile aynı kaderi yaşamasını istemiyordu. Bu düşünce Hacer’i çok korkutuyordu.
Hacer bunları düşündükçe daha da bir fenalaşıyor, yüreğinde sönen yangın,
adeta yeniden alevleniyor, içini yakıyordu. Çok mutsuzdu, çünkü çok
sevdiği, tek yaşama gücü olan oğlundan yine ayrılacaktı. Üstelik bir de,
kocasını şehit verdiği topraklara gönderecekti oğlunu. Sonunda ayrılık günü
gelip kapıya dayanmıştı. Oğlunun acısı şimdiden çöreklenmişti yüreğine.
-
Hacer oğlunu otobüs
terminalinde yolcu edip uğurlarken, hem acı acı ağlıyor hem de onu bir
daha göremeyecekmiş gibi sıkı sıkıya sarılıyor, onu bırakmak
istemiyordu. Hacer’in bu denli ağlaması, Hakkı’yı çok üzüyor, annesinin
daha fazla göz yaşı dökmemesi için, ona moral vermeye çalışıyordu. Ancak
Hacer, yüreğinde yeniden alevlenen bu yangına dur diyemiyordu. Sanki
bu acıyı kocası Mustafa’yı şehit verdiğinde de, yıllar önce bir kez
daha yaşamıştı. Bu nedenle olmalı ki; aynı acıyı bir kez daha
yaşayacak gücü yoktu.
-
Hakkı otobüse binip,
Şırnak’a doğru yol almaya başlamıştı. Hacer ise; göz yaşları içinde, oğlunun
arkasından uzun uzun el sallayıp, dualar okudu. Günler geçmek
bilmiyordu. Her geçen gün, yüreğindeki sıkıntı biraz daha büyüyor,
neredeyse nefes almak ta bile zorlanır hale geliyordu. Kendince dualar
okuyup, Euzu besmele çekip, rahatlamaya çalışıyordu. Oğlundan gelen her
mektup ta derinden bir “ohh” çekip, Allah’a şükrediyordu. Hakkı annesine
yazdığı bu mektubunda, okuyanın içini sızlatan ve yürek dağlayan bir şiirle
mektubunu bitirmişti.
-
ŞEHİTLER ÖLMEZ Kİ,
ÖLMEZ Kİ ANNE!!
-
“Anne bu bir ayrılık değil kavuşma
-
Bir oğlun babasına kavuşması gibi bir şey
-
Sen demez miydin ki, benim oğlum büyüyecek,
askere gidecek
-
Aslanlar gibi vatanını bekleyecek
-
Vakit geldi, gidiyorum anne vatanı beklemeye
-
Anne ağlarsan sadece sevinçten ağla
-
-
Ancak böyle dayanırım gözyaşlarına
-
Dün gece nöbetteydim
-
Gece ilk defa bu kadar güzel ve anlamlıydı
-
Vatanı bekliyordum
-
Sen rahat uyu anne
-
Gözün arkada kalmasın anne
-
Eğer büyük görev gelirde vatan için can
verirsem
-
Gözyaşların hüzünden değil, sevinçten gururdan
olsun anne
-
Şehitler ölmez ki, ölmez ki anne”
-
Oğlun Hakkı
-
-
Hacer mektubu
okuduktan sonra: “Hakkı’mın kokusu var bu mektup ta” diyerek öpüp
kokluyor, bağrına basıyordu. Nedense gelen her mektuptan sonra bile, Hacer’in
içindeki sıkıntı geçmek bilmiyordu. Sanki kalbine bir bıçak saplanmış gibiydi.
Öyle ki; oğlundan aldığı mektuplar bile, bu sıkıntıyı geçirmiyordu.
-
Yağmur çisil çisil yağıyordu. Adeta
mavi gök eriyor, bahar oluyordu. Toprak kokusu güllerle buluşmuştu. Oysa ki
mevsim henüz yaz’dı. Daha dün’e kadar güneş durduğu yerden ayrılmadan,
yerküreyi sıcacık sarıyordu. Yol kenarındaki ağaçlar ise; aralıklı olarak
asker gibi dizilmiş doğayı seyrediyordu. Birden bire bardaktan
boşanırcasına yağmurun böyle yağmasına bir anlam verememişti Hacer.
-
Penceresinin önünde
durup, dışarıda yağan yağmuru seyretmeye başladı. Uzun bir süre, yağan
yağmurun penceresinin camına vurarak yere düşmesini seyretti. Sonra aklına,
kocası Mustafa’nın şehit haberini aldığı gün geldi. O gün de böylesine deli
bir yağmur yağmıştı ve hava çok soğuktu. Hacer’in gözlerinden iki damla yaş
süzülüverdi yanaklarına. Birden bire akılına oğlu Hakkı geldi. Uzun
uzun oğlunu düşündü. Koynundan oğlunun fotoğrafını çıkartıp, onu sevdi
ve oğlu ile konuştu.
-
Tam o sırada kapı
çaldı. Hacer kapının çalması ile birlikte kendine geldi. Başındaki
eşarbını düzeltip, fotoğrafı yeniden koynuna koydu ve kapıyı açtı.
Karşısında bir jandarma eri ile, rütbesini bilmediği bir asker duruyordu.
Hacer sanki yıllar önce yaşadığı o anı, yeniden yaşıyor gibiydi. Gözleri
yine yaşla dolmuştu. Ağlamamak için kendini ne kadar tutmak
istiyorsa, göz yaşları da o kadar sel olup akıyordu. Ancak
kapısındaki askerler daha hiç bir söz söylemeden, onların yüzüne
bakıp:
-
-Biliyorum, oğlum da
şehit oldu değil mi? O da babası gibi bu vatan uğruna gözünü kırpmadan canını
feda etti. Askerler ne yapacaklarını, ne diyeceklerini bilmez bir
haldeydiler. Sadece askerlerden biri:
-
-Başınız sağ olsun
anacığım. Takdir-i ilahi. Bu cennet vatana hepimiz can kurban. Oğlunuz
Allah’ın sevgili kuluymuş ki; şehitlik mertebesi ile
onurlandırıldı. İnanın bana, diyecek bir söz bulamıyorum. Hacer son
derece sakin ve metanetliydi. İçindeki bu anlamsız sıkıntının artık
adını koyabiliyordu. Beyninde şimşekler çakıyor, bağrına taş basıyordu. Oysa
ki kocası Mustafa’nın şehit haberini aldığında, bu kadar metanetli ve sakin
olamamış, göz yaşları içinde feryat figan etmişti.
-
Askerler hiç bir şey
söyleyemiyor, ne yapacaklarını bilmez bir halde, kapıda öylece Hacer’i
izliyorlardı. Hacer ise ağıt yakar gibiydi, yüreğinde ne varsa tek tek
söylüyor ve ağlıyordu. Ama nafile, giden geri gelmiyordu. Bir an
askerlere bakara:
-
-Benim Hakkı’m babasının
oğluydu. İçimde hep bir sıkıntı vardı zaten. Demek bunun içinmiş,
demek Hakkı’mın ölüm haberini alacakmışım da ondanmış. Rabbim sizin
acınızı sevdiklerinize göstermesin. Bu acı hiç bir şeye benzemiyor, yürek
yakıyor evladım.
-
Koynundan oğlunun
fotoğrafını çıkartıp uzun uzun baktı. Sonra da:
-
-Sen de beni yalnız
bıraktın oğlum. Tek dalımdın, canımdın, umudumdun. Yaşama sevincimdin,
mutluluğumdun. Şehit karısıydım, bir de şehit anası oldum. Babanın ölüm
haberini aldığım gün de böyle yağmur yağıyordu, senin ölüm haberini
aldığım gün de yağmur yağıyor. Bu yağmur gibi, Allah rahmetinizi bol
etsin. Mezarınız nur’la dolsun, Bu nasıl bir kadermiş böyle ki,
baba oğul aynı kaderi yaşadınız.
-
14.
07. 2006 / ANKARA
|
|
|
|
|
04 |
Bu sayının
içindekiler bölümüne dönmek için tıklayınız |
Bir önceki Sayfaya Gitmek İçin Tıklayınız! |
Bir sonraki Sayfaya Gitmek için
Tıklayınız! |
 |
Murat HACIOĞLU |
Murat HACIOĞLU Hayat Hikayesi |
- ACILARA TUTUNMAK
- Bir şarkı sözü vardı, sanırım oradan aklıma geldi. Genel anlam
itibariyle protest bir yaklaşım tarzı olarak algılanabilir yazı başlığı. Ancak
içeriği kesinlikle protest bakış açısı içermiyor. Daha ziyade Polyanna Bakış
açısı olarak adlandırabileceğimiz bir yaklaşımı ifade etmek istedim.
- Genel anlamda düşünülecek olursa hayatın dinamikleri arasında
tatlı anlar olduğu kadar acı anlar ve hatıralar olması kaçınılmazdır. Her ne
kadar gülmeyi sevsek ve her zaman gülmek istesek de, hayata adım atar atmaz
ağlamaya başladığımızı lütfen aklınızdan çıkarmayın.
-
Bebek doğduğu an ağlarken, belki de hayatın bu
acı gerçeğinin farkına varıyordur.
- Hayata adım attığımızda ya da hayatın her hangi bir evresinde
ağlamış olmamızın, gözlerimizden akan gözyaşları ve yüreğimize verdiği
ağırlığın haricinde bize bir yük getirmediğini varsaymalıyız belki de.
-
Önemli olan yaşarken ağlamak değil de, ölürken
gülebilmektir, kim bilir?
- Veyahut bu dünyadan göçüp giderken arkamızda gülümseyebilen
yüzler bırakabilmektir belki de hayatın erdemi.
- Hiçbir yolun düz ve engebesiz olduğunu hayal etmeyiz. Yürürken
mutlaka ayağımızın takılabileceğini öngörebiliyorsak, hayat denen bu yolda da
zaman zaman ayağımızın takılabileceğini ve hatta düşebileceğimizi
unutmamalıyız galiba. Kimi zaman avuçlarımıza işleyen asfalt sürüntüsüdür
bıraktığı izler, kimi zaman da çatlayan bir kemik.
- Toprağın çamura döndüğü bir bağ yolunda yürüyormuşçasına
dikkatli atmak gerek adımları. Paçalarımızın çamura bulaştığına üzüleceğimize,
varmak istediğimiz yere varabildiğimize şükretmeliyiz belki de. Ulaştığımız
yerde içebildiğimiz bir tas sıcak çorbanın hazzını doyasıya yaşayabilmeliyiz.
- Ve yürürken yalnızca kendimizi düşünmeyip, arkamızdan gelecek
kimselere de yol hakkında bilgiler bırakabilmeliyiz. Ayağımızın bıraktığı
izleri takip edenler daha az çamurlu paçalarla kurtulabilmeli bu çileli
yoldan.
- Ve eğer biz bundan mutluluk duyabiliyorsak hayatın erdemine ulaşabilmeyi
hak etmişiz demektir.
- Çekilen sıkıntıların bir amacı varsa, sıkıntı çekmeye değer
diyebilmektir erdem.
- Yaşamayı sadece yemek ve içmekten ibaret sayıyorsak zaten nafile bir
çabadır anlatmaya çalıştıklarımız.
-
Tatlıdan zevk aldığımız kadar acıdan da zevk
alabiliyorsak damak tadımız gelişmiş demektir tıpkı hayattaki acılardan zevk
almak gibi.
- Kimi zaman gülerken ağlar insan, kimi zaman da ağlarken
gülebilir. Ağlarken gülebilmektir bilgeliğe giden yol. Çünkü ağlarken gülmeyi
becerebilmektir sanat. Tıpkı ölürken yaşayabilmek gibi.
- Acılara da tutunmalıyız, sevinçlere tutunduğumuz kadar.
Acılardan da zevk almalıyız (mazoşist olmadan). Siyah olmadan beyazın
güzelliğini bilemeyiz. Ölüm olmadan yaşamanın kıymetini bilemeyeceğimiz gibi…
|
|
|
|
|
05 |
Bu sayının
içindekiler bölümüne dönmek için tıklayınız |
Bir önceki Sayfaya Gitmek İçin Tıklayınız! |
Bir sonraki Sayfaya Gitmek için
Tıklayınız! |
 |
İsa KAYACAN |
İsa KAYACAN Hayat Hikayesi
|
- AZERBAYCAN’IN “ŞEFEG” DERGİSİ
- Biz “Şafak” diyoruz. Azeri kardeşlerimiz “Şefeg” diyorlar.
Yakınlık var değil mi?. Edebi-bedii jurnal. 2009 yılına ait (1 ve 2) nci
sayıları birlikte yayınlanmış. Haddizatında derginin başlangıç itibariyle
sayısından sözetmemiz gerekirse (40-41) nci sayıdan bahsetmemiz gerekiyor
Şefeg için
- Dergi, Azerbaycan Yazıcılar Birliğinin Lenkeran Bölmesinin
edebi-bedii organı olarak Günyüzü görüyor. Büyük boy kitap görünümünde.
Elimizdeki sayısı 102 sayfayla bize ulaştı.
- Baş Redaktor: İltifat Saleh, Baş Redaktor Muavini (dostumuz)
Gardaş Elişoğlu. Mesul Katib: Hafiz Mirze. Yazışma adresi: Lenkeran şehri, Ş.Axundov
küçesi (cad) No: 18 Bakü-Azerbaycan.
- Öykü, nesir, kitap tanıtımı, şiirler şeklinde bir içerik
dikkat çekiyor dergi içinde.
- Gardaş Elişoğlu’nun “Düşündüren şair” başlıklı değerlendirmesi
79, 80 ve 81 nci sayfalarda yeralıyor. Haneli Kerimli’yi anlatıyor ince-uzun.
Detaylı, bilgilendirici. Buradan bir cümle:
- -“Haneli Kerimli, evvelki kitaplarında olduğu gibi, vetenaş
agidesine, temiz ahlaka sahip kalan bir şairdir”.
- Gardaş Elişoğlu’nun bu yazısının ardında, bitimindeki cümle;
“Şefeg Jurnalının okuyucularına Haneli Kerimli’nin yeni şiirlerini takdim
ederik” şeklinde. 82,83,84 ncü sayfalarda Haneli Kerimli’nin şiirleri var
efendim. Şöyle bir göz atalım Kerimli şiirleri üzerine:
- “Ben çok inanmalıydım” adlı, başlıklı Haneli Kerimli şiiri 7
dörtlükten meydana geliyor. Bu şiirin ilk dörtlüğü:
- Allah sana insaf versin, bana da sabır,
- Özümüzü başa düşek, anlayarak barı.
- Yazan yazdı, pozan pozdu, kısmet böyleymiş,
- Aktarmayag ne sebebkar, ne günahkarı..
- İltifat Saleh, Gardaş Elişoğlu, Hafiz Mirze isimli
kardeşlerimizin ciddi, kalıcı çalışmalarıyla ortaya çıkan Şefeg, her sabah
yeniden atacak-doğacak, aydınlıklar getirecektir. Tebriklerimi sevgi ve
saygılarımı sunuyorum efendim.
- Ayrıca ve özel olarak; Sevgiden başlayan yol, Beni tanımak
olur, Niye soldun benövşe, Unutabilmiyorum, Garibe tale, İki damla gözyaşı,
Kod ehvalatı, Türk Dünyasını nurlandıran insan, adlı kitaplarıyla kültür
dünyamızın aydınlık yüzü Gardaş Elişoğlu’nu kutlamak, alkışlamak istiyorum.
-
- GÜNÜN SÖZLERİ:
- 1- Dünyanın neresinde Türk varsa, ellerimizi uzatmalı ve kucaklaşmalıyız.
- 2- Milli davalar, sözle, tek gözle değil, çift gözle, fiiliyat olarak
izlenmeli ve değerlendirilmelidir (İsa Kayacan)
|
|
|
|
|
06 |
Bu sayının
içindekiler bölümüne dönmek için tıklayınız |
Bir önceki Sayfaya Gitmek İçin Tıklayınız! |
Bir sonraki Sayfaya Gitmek için
Tıklayınız! |
 |
Mustafa Nevruz SINACI |
Mustafa Nevruz SINACI Hayat Hikayesi
|
- DİNDARLIK, ADALET VE DEVLET
-
Osmanlı İslâm Devleti’nin., evrensel
İslâmi değer, adalet ahlâkı, insanî norm, ilke ve standartları terk
ederek çöpe atmaya; Yönetim ve yaşam biçimini tefessüh etmiş
(yozlaşmış, çürümüş) maddeci Batı kültürüne göre şekillendirme
gafletine düştüğü 1700’lerden itibaren, muharref ve mukallit İncil
yandaşlarının yıldızı parlamış, buna paralel olarak fanatik Musevi
camiasında yükselme devri, Osmanlı’da (1734) gerileme, düşüş ve
çöküş başlamıştır.
-
Bunun ana nedeni: Tabiatın boşluğa
tahammül edememesidir
-
Daha açık bir anlatımla batı, Türk
ve İslâm âleminin içini boşaltıp değerlerini çalmış; Yerine
kendine ait yozlaşmış, çürümüş, ahlâksızlık, hırsızlık, yolsuzluk,
namussuzluk illetini koymuştur. Merhum Milli Şâir Mehmet Akif
Ersoy, bir Avrupa gezisi dönüşü bu hali tespit eder ve şöyle
açıklar: “Batı İslâm’ın ilmini almış; Bize ancak adı kalmış
pâyidar…”
- “EY İNSANLAR VE MÜSLÜMANLAR!...
-
‘Evrensel hukuk ve İslâm’a göre:
Devlet insan içindir. İnsan’ı yaşat ki, devlet yaşasın, düsturu,
iktisat ve müttefik içtihat gereği: Hak edilmiş ve helâl olmak
şartıyla, ‘kazanç’tan en az bir yıl kullanıldıktan sonra vergi
alınır. Gelir Vergisi oranı 1/40, yani: % 2.5 olup; gümrük hariç
“peşin vergi” haram ve yasaktır. Başta tekel ürün ve hizmetleri
olmak üzere; Akaryakıt, Doğalgaz, Tüpgaz, Elektrik, Su, Telefon,
Ekmek zorunlu ihtiyaç ve sürüme dayalı “sürekli ve garantili”
kazanç unsuru mal ve hizmetlerde azami kâr oranı, maliyet artı %
5;, Alımı isteğe bağlı, zorunlu ve yaşamsal olmayan mal ve
hizmetlerde ise kâr oranı: Maliyet artı en fazla % 20’dir.
Üretici, Sanayici ve Tüccar halka hizmetle memur-mükellef
kimsedir. Fahiş ve haksız kâr edilemez. Devlet’in varlık sebebi
vatandaşlar adına piyasaları geliştirme ve kontrol, huzur,
istikrar ve insicamı temin; Halkı, hür teşebbüsü, üretim ve
hizmetleri Düzenleme, Destekleme ve özellikle Denetleme ile
yetkili, görevli ve sorumludur.’ İYİ BİLİN!..”
-
Enteresandır; Osmanlı ve İslâm
devletlerinin duraklaması Batı’nın ayağa kalkmasına; Gerilemesi
ise yükselmesine denk gelir. Bizde duraklama ve gerilemenin
nedeni: "nepotizm, gayrimüslimlere yalakalık, ABD, İngiltere,
Almanya ve Fransa’ya yardakçılık, hak, adalet ve hukuku siyasete,
din’i hem siyaset ve hem de ticarete alet edecek kadar ahlâki
düşüklüktür. "
-
Dönem itibarıyla tüm İslâm âlemini
kucaklayan, temsil ve izam eden Osmanlı’nın bu minval üzere
zevali, doğal ve evrensel yaşam biçiminden uzaklaşarak; Hızla
küfrün kucağına düşmesi, 200 yıl süren “hilâl-i salip” mücadelesi
neticesinde sözde Müslümanların ric’ati (pes ederek geri
çekilmesi), mağlubiyeti ile sonuçlanmış ve bu illetle yıkılıp
gitmişlerdir.
-
Gelinen nokta: Adalet ve faziletle
hükümferma olunan 20 milyon 500 bin km2’lik bir cihan devletinden,
780 bin km2’lik arenadır. Oysa Cumhuriyetin kuruluş ilkesi Türk
İnkılâbı ile Osmanlı’nın kuruluş düsturu birdir. İmanlı-şuurlu,
onurlu-sorumlu, hak, adalet ve fazilete dayalı namuslu, dürüst,
demokrat “antiemperyalist” Türkiye Cumhuriyeti…..
-
Dolayısıyla, her iki halde de
olması gereken, beklenen ve mayalanan ne idi?
-
“Ebed Müddet Devlet”; Hak, adalet,
huzur, emniyet, eşitlik ve barış iklimi!..
- OSMANLI’DA OLMADI!...
-
Bunun sebebi: İnsan için en
doğal, rahat, özgür, şahsiyetli ve haysiyetli yaşam biçimi olan
İslâm’dan uzaklaşmak, bid-at ve hurafelere saplanmak;
Müslümanlık bir yana, insanlık dışı, alt ve alçak bir yaşam
tarzına rıza göstermektir. Aşağıda arz, ifade edeceğim şekilde
bu, bütün İslâm âlemi bir yana İnsanlık âlemi için de büyük bir
hezimet, ıstırap, sıkıntı ve utanç nedeni olmuştur. 1700 ilâ
1930 yılları arasında aralıksız cereyan eden Müslüman odaklı
savaş, tehcir (zorunlu göç), sistemli soykırımlar, suni olarak
teşkil ve teşekkül ettirilen sözde ana dil, etnik kök, mezhep ve
tarikat sapkınlıkları da hesaba katmak gerek!..
-
İşte bu feci izmihlâl ve ağır
hezimetin faili: Vahşi Batı, Hıristiyan ve Yahudiler;
-
Suçlu ve sorumlusu: Apaçık gaflet,
dalâlet ve hıyanetle malûl, din tacirliğine müptelâ ‘Müslümanların
Emir’i vasfını terkle “Kral” kisvesine bürünen, kibir, sefahat,
saltanat ve ilmî sefalet zafiyetiyle illetli ümera (amirler,
yöneticiler) ve bu zûl-zilletten maişet dilenecek kadar alçalan,
ilim, ahlâk ve fazilet fukarası ulema, fukaha ile sözde zamanın
aydınlarıdır... (./..)
-
- DİNDARLIK, BİLİM VE DEVLET
-
Devletten, sosyal hayat ve
kurumlardan dini soyutlamanın, ahlâkı dışlamanın faturası daima
çok yüksek olmuş; “insan, ekosistem ve bütünüyle doğal hayata
ihanet” anlamına gelen bu menfur teşebbüsler, sonuçta çok büyük
ekonomik, sosyal ve kültürel felâketler, travma ve çöküntülere
neden olmuştur. (BAK: Dindarlık, Adalet ve Devlet)
-
Mağdurları: Sorumluluk duygusu,
medeni cesaret, onur, ahlâk, iman ve ilimlerini terk edip; Dinî
ticarete, adaleti siyasete, ilmi menfaate alet etmeye kalkışan;
rüşvet-iltimas, ayırma, kayırma, haksızlık, yolsuzluk ve
suiistimale yönelen, icabında yalan söylemek ve yalan yere yemin
etmekten kaçınmayacak kadar insanlık dışına çıkmış öz haini, sözde
Müslümanlar…
-
Bu yüzdendir ki; (1300–1923) 623
yıllık ömrün 434 yılını insanca ve İslâm’ca hüküm süren; Adalet ve
barış iklimi, fazilet güneşi Osmanlı’nın çöküşü 189 yıl sürmüştür.
Oysa yeni Türkiye Cumhuriyeti henüz 89 yaşındadır. Bilinen ve
belli olan, tarih boyunca kurulmuş Türk devletlerine oranla henüz
çok gençtir. Yenidir…
-
Mayası itibarıyla Osmanlı’ya rücu
eder korkusuyla da;
-
Genç Türkiye Cumhuriyeti,
olgunlaşmadan boğulmak istenmektedir..
-
Bu istek ve ihtirasın zebunu ise:
Kadim “Şark Meselesi’nden” mütevellit bedhahlardır.
-
Hakikatte MS 300 yıllarından beri
Türk milletine karşı düşmanlığı bilinen ve sürekli bileylenen,
tarihin en kanlı soygun, vurgun, katliam ve soykırımlarından biri
“Haçlı Seferleri” ile maruf, eli kanlı, kara vicdanlı, haramzade,
emperyalist batıdır. Musevi, Hıristiyan âleminin siyasal, sosyal,
bilimsel ve kültürel yapısı; Türk ve Müslümanların, bütün
devirlerine nazaran, çok ileri, koyu ve derin bir dindarlıkla
örülmüştür…
-
Hıristiyan Batı ve Kuzey Yıldızı
Yahudiliğin referansı din’dir. (Din kullanılarak 19. yy’da İsrail
devleti kurulmuştur.) Ancak öncelikle, “arz’ı idare etme” iddiası
güden, yaygın söylem ve yayınlara göre bu ideal, iddia veya
ütopyasını hayata geçirmek için evrensel bazda yoğun çaba harcayan
Yahudi toplumunu ele almak ve analitik olarak incelemek gerek:
-
- “EY İNSANLAR VE MÜSLÜMANLAR!...
-
‘Evrensel hukuk ve İslâm’a göre: Her insan bir devlettir. Devlet
insan için vardır. İnsan’ı yaşat ki, devlet yaşasın düsturu,
iktisat ve içtihat gereği: Her nevi kazanç sadece ve yalnızca “bir
defa” vergilendirilir. Vergilendirilmiş kazançtan; ÖTV, KDV ve
sair namlar altında, doğrudan veya dolaylı olarak başkaca vergi
alınamaz. Buna teşebbüs ve tevessül insan hakları, adalet ahlâkı
ve hukuka aykırıdır. Üretici, Sanayici ve Tüccar halka hizmetle
memur ve mükelleftir. Meşru hükümet adaletin teminatı olmakla;
hüküm ve hikmet de, adalet iledir. Hükümete rağmen hiç kimse fahiş
ve haksız kâr elde edemez.
-
yolsuzluk domuzluktur. Devlette
suiistimal, ihmal ve hırsızlık varsa hükümet yok demektir. Devlet’in
varlık sebebi. Millet Adına kontrol, huzur, istikrar ve insicamı
temin; Sektörleri tanzim, tertip, üretim, hizmet, serbest rekabet,
fiyat ve piyasaları “insan lehine” Düzenleme, Destekleme ve
özellikle Denetleme ile yetkili, görevli ve sorumludur.’ İYİ
BİLİN!..”
-
- MUKAYESELİ BİR İNCELEME VE DEĞERLENDİRME
-
2012’de nüfusu 7 milyara ulaşan
Dünyada yalnızca 14 milyon Yahudi / Musevi var.
-
(Kuzey ve Güney Amerika'da 7,
Asya'da 5, Avrupa'da 2 milyon ve Afrika'da yaklaşık 100 bin Musevi
yaşamakta) Buna mukabil, aynı dünya’da 1 milyar 600 milyon Müslüman
var. (1 milyar 100 milyon Asya'da, 500 milyon Afrika'da, 44 milyon
Avrupa’da, 6 milyon Amerika kıtasında.) Yani dünyada 1 Musevi’ye
karşın 114 (!) Müslüman var... İyi ama bu Yahudiler Müslümanlardan
niçin 100 kat daha güçlü ve daha zengin ve daha eğitimli ve daha
mucitler?
- Tarafsızlık ve bilimselliği “Müslümanlar açısından”
tartışmalı tespitlere bakalım…
-
- NEDEN VE NİÇİN?..
-
Yakın çağın en etkin bilim adamı
Albert Einstein; Psikanalizin (ahlâksızlık, dinsizlik ve insanlık
düşmanlığı öğretisinin) babası Sigmund Freud; Sayısı milyonları
bulan masum ve suçsuz insanın sefalet, açlık, yokluk, ideolojik
kargaşalarda, harplerde telef edilmesine neden olan Karl Marks,
Engels, Stalin, Buharin ve Kuzinen Yahudi idi… (./…)
-
- DİNDARLIK VE SİMSARLIK
- Umur-u devlette dindarlık, öncelikle ihlâs, mutlak
doğruluk, adalet ahlâkı, dürüstlük, engin hoşgörü, derin tevazu ve
samimiyeti zorunlu kılar. Bu, aynı zamanda “insani boyut ve bilinçli
İslâm toplumunun” devlet adamı profilidir. Kur-an ahlâkı, İslâmi
ilimler ve müspet bilim olarak adlandırılan bütün disiplinlere göre
“devlet adamları” ile “bilim insanları” birer aktör veya figüran
değil; Nevi şahsına münhasır, karakteri özgürlük, mürşidi (rehberi)
sadece ilim, adalet ve gerçek olan; “namus borcu, kumar borcu
olmayan” yüksek şahsiyetlerdir.
- İdare sanatı “iyi, namuslu, dürüst (bilge) ve
demokrat” Müslümanların işidir.
- İyi’lerin seçilmesi, ileri doğru atılmış bir adım;
Kötülerin idareyi ele geçirmesi ise: Gericilik, irtica ve yobazlığa
avdet olup; Hazreti Âdem’den bu yana İslâm’ın Cumhuriyet dışında bir
yönetim sistemi önermemesinin sebebi budur. Aslında İslâm, aleni bir
şekilde Cumhuriyeti de önermez. Sadece halkın kendi kendisini
yönetebilmesini ve “devlet idaresinde millet iradesinin” belirleyici
olmasını ister. Bu nedenle Yüce Peygamber; Kral, İmparator ve
Reislere gönderdiği mektuplarda: “İslâm, sizin idare şeklinizle
değil, halkın Müslüman olması ve İslâm’ı yaşaması ile alâkadardır”
der. Çünkü insanların İslâm’ı yaşaması; İnsanca yaşaması anlamına
gelir. Huzur, güvenlik, eşitlik, adalet ve barış sadece İslâm’dadır.
.
- “EY, İNSANLAR VE EY, MÜSLÜMANLAR!...
- ‘Evrensel hukuk ve İslâm’a göre, devlet insan içindir. İnsan’ı
yaşat ki, devlet yaşasın, ilkesi, iktisat ve müttefik içtihat
gereği: Hak edilmiş ‘kazanç’tan en az bir yıl kullanıldıktan sonra
vergi alınır. Gelir vergisi oranı 1/40 yani: % 2.5 olup; gümrük
hariç ‘peşin vergi’ haram ve yasaktır. Başta tekel ürün ve
hizmetleri olmak üzere akaryakıt, doğalgaz, Lpg, elektrik, su,
telefon, ekmek zorunlu ihtiyaç ve sürüme dayalı “sürekli ve
garantili”
- kazanç unsuru mal ve hizmetlerde azami kâr oranı, maliyet artı
% 5; Alımı isteğe bağlı, zorunlu/yaşamsal olmayan mal ve
hizmetlerde ise:, Maliyet artı % 20’dir. Üretici ve Tüccar, halka
hizmetle mükelleftir. Fahiş kâr edilemez. Devlet’in varlık sebebi
halk adına piyasaları geliştirme ve kontrol, huzur, istikrar ve
insicamı temin; Halkı, hür teşebbüsü, üretim ve hizmetleri
Düzenleme, Destekleme ve özellikle Denetleme ile yetkili, görevli
ve sorumludur.’ İYİ BİLİN!..”
- DİN’İ YAŞAMA GÖREVİ
- Şu kadar ki; Milletçe seçilmiş yahut “devlet
idaresinde, millet iradesini temsil etmek üzere” hükümetlerce
atanmış; Bilumum devlet adamları, hükümet görevlileri ile millet
memur ve müstahdemleri dini söylemekle değil, ancak ve sadece
yaşamakla mükelleftir. Ayrıca, halk adına hükümet eden veya devlet
adına iş gören kimseler; Vatandaşlar arasında tam bir eşitlik,
adalet ve hakkaniyetle muamele etmeye memur ve mecburdur. Nasıl
ki; Rab insanları imtihan maksadıyla yeryüzüne gönderip,
sınamasına rağmen, din, inanç, fikir ve vicdani kanaatlerinde hür
bırakır; Peygamberlerine dahi “dinde zor yoktur” diye sadece
“nasihati” emreder! Şu hale nazaran: Ne diğer insanların ve ne de
devlet adına hükümetlerin “din, inanç, mezhep, düşünce ve vicdani
kanaatlere (hukuken suç unsuru olmadıkça) karışma hakları yoktur.
- Bu kaide rüştünü ispatlamış, akil ve rey sahipleri
için geçerlidir. 18 yaşına kadar olan her çocuğa (Anne ve
Babasının dâhil olduğu) dini öğretmek; Velev ki, anne ve babası
dinsiz ise, bu defa “fıtrat gereği” çocuğu Müslüman olarak eğitmek
ve İslâmi öğretime tabii tutmak devletin görevidir. Dinsiz anne ve
babalar, devletin bu tasarrufuna itiraz edemez, dava yoluna
gidemezler. Rüşt yaşına gelen çocuk, kendi kararını bizzat kendisi
verir.
- DİN’İ ANLATMA VE AÇIKLAMA GÖREVİ
- Toplum önünde dini temsil, ilzam ve ifade görevi
sadece ve yalnızca Halife, Şeyh-ül İslâm yerine kaim Diyanet
İşleri Başkanı, Müftü, İmam yahut gayrimüslim cemaatler adına
Patrik, Papaz ve Hahamlar ile ilim ve edep dâhilinde olmak kaydı
şartıyla bizatihi halka aittir.
- TC, 11 Kasım 1938 karşı devrimine kadar, bu
özelliklerle mütemayiz 1.sınıf devlet adamlarınca yönetilmiş;
TSK’da er-erbaş talimi, Eğitimin her aşaması ile Harp
Okullarında;, Kur-an, Din ve ahlâk dersleri zorunlu tutulmuş; Harp
Okulu ve Kışlalarda Namaz İçtimaları uygulanmıştır. Cihanşümul bir
devletin bakiyesi için olağan, doğru ve gerekli olan da budur.
- Dinsiz devlet olmaz. Lâiklik: “Fert’in, devlet
içinde dinini yaşama teminatıdır” ./..
-
- DİNDARLIK VE KİNDARLIK
- Eğer bir hükümet, ordu’yu kendince hizaya
sokabiliyor, generalleri çok ağır iddia ve ithamlarla hapse
atabiliyor, pamuk eldiven giyili demir yumruğunu bakan,
milletvekili, yargıç ve savcıların başına indirebiliyorsa;, Bu
hükümet, TC’nin kurulduğu günden itibaren vaki tüm
yolsuzluk-haksızlık, hukuksuzluk, faili meçhul, yalan-talan,
soygun-vurgun dâhil olmak üzere her suiistimalin üstüne rahatlıkla
gidebilir. Özellikle referansı insan hakları/adalet, demokrasi,
kalkınma, barış ve dindarlık olmakla; Zaten gitmeye mecbur ve
mahkûmdur.
- HESAPLAŞMA VE YÜZLEŞME
- Her ne kadar 27 Mayıs sorgulanıp, yargılanmadıkça
12 Mart, 12 Eylül ve 28 Şubat hiçbir anlam ifade etmiyorsa;
Verilecek hesabı olmayan 1919-38 dönemi ile hesabı yassı-ada
cehenneminde verilmiş 1950-60 hariç olmak üzere:, 1938-1950 ilâ
1960-2012 dönemlerinin şaibeli hesabı mutlaka verilmeli,
hesaplaşma ve yüzleşmesi mutlaka yapılmalıdır.
- İşte!.. Halkın ihtiyacı olan, “zorunlu hesaplaşma
ve yüzleşme” budur.
- Vizyon ve misyonunu “hesaplaşma-yüzleşme, adalet ve barış”
üstüne oluşturan cari hükümetin başta gelen görevi: Tüyü bitmemiş
yetimin hakkını almak ve devletin namusunu kurtarmaktır. Aksi
takdirde: 12 + 52 = 64 yıl boyunca trilyonlarca doları “siyaset +
medya + mafya” işbirliği sonucu soyulan bu milletin mâşeri vicdanı
huzur bulmayacak, haksızlık ve adaletsizlik üzerine kurulu güncel
siyaset ıslah ve iflâh olmayacaktır.
- Dahası, yıllardır apaçık bilinen yabancı etkisi,
Ülke üzerinde vaki insanlık dışı baskı, dayatma, dezinformasyon ve
yönlendirmeler; Mezkür hesaplaşma - yüzleşme olmadan mâkus talih
sona ermeyecek, yıllardır, ülkemiz ve dünyada Türk insanına reva
görülen çifte standart, alçaklık, kalleşlik ve zulüm nihayet
bulmayacaktır.
- Öyle ki, bir Türk yabancı bir ülkeye gittiği zaman,
asli unsur veya ‘yerli halk’ denilen yasal vatandaşların sahip
olduğu hakların büyük bölümünü kullanamaz; “Milli değerleme” ve sair
namlar altında misillenmiş fiyat politikalarına maruz kalırken;.
Türkiye’ye gelen ne idüğü belirsiz, ahlâken tefessüh etmiş, bu
topraklara adım atmaya bile lâyık olmayan bir yabancıya akıl almaz
kolaylıklar, ucuzluklar, imkânlar ve fırsatlar sunulmaktadır!...
- Bu da
bir yolsuzluktur. Vatana, vatandaşa, eşitlik ilkesi ve insan
haklarına ihanettir.
- Katlanarak artan ve sürüp giden bu ve benzer
yolsuzlukların acilen durdurulması ve bu hükümetin en başta rüşvet,
iltimas, haksızlık, yolsuzluk, kasıtlı işsizlik, pahalılık,
adaletsizlik, görevi kötüye kullanma ve suiistimallerle “kendi
dönemi dâhil” yüzleşmek ve hesaplaşmaktan başka bir çaresi yoktur.
Aksi takdirde olay, sadece ‘darbe, dikta, cunta ve sulta’
meselesinden ibaret kalırsa bunun adı dindarlık değil, kindarlık
olur, biline!..
- “EY İNSANLAR VE MÜSLÜMANLAR!...
- ‘Evrensel hukuk ve İslâm’a göre: Her insan bir devlettir. Devlet
insan için vardır. İnsan’ı yaşat ki, devlet yaşasın düsturu, iktisat
ve içtihat gereği: Her nevi kazanç sadece ve yalnızca “bir defa”
vergilendirilir. Vergilendirilmiş kazançtan; ÖTV, KDV ve sair namlar
altında, doğrudan veya dolaylı olarak başkaca vergi alınamaz. Buna
teşebbüs ve tevessül insan hakları, adalet ahlâkı ve hukuka
aykırıdır. Üretici, Sanayici ve Tüccar halka hizmetle memur ve
mükelleftir. Meşru hükümet adaletin teminatı olmakla; hüküm ve
hikmet de, adalet iledir. Hükümete rağmen hiç kimse fahiş ve haksız
kâr elde edemez. Rüşvet, haksızlık ve yolsuzluk domuzluktur.
Devlette suiistimal, ihmal ve hırsızlık varsa hükümet yok demektir.
- Devlet’in varlık sebebi. Millet Adına kontrol, huzur, istikrar
ve insicamı temin; Sektörleri tanzim, tertip, üretim, hizmet,
serbest rekabet, fiyat ve piyasaları “insan lehine” Düzenleme,
Destekleme ve özellikle Denetleme ile yetkili, görevli ve
sorumludur.’ İYİ BİLİN!..”
-
Bütün iddia ve kara propaganda (dezinformasyon)
biçiminde söylenen yalanların dışında, ötesinde ve arkasında yaşanan
gerçek tüyler ürpertici olup:, Ülkemizde uygulanan vergiler insanlık
dışı, fiyatlar fahiş, piyasa “rüşvet, iltimas, hırsızlık, yolsuzluk,
soygun ve vurgun” üzerine kuruludur. “Eşit işe eşit ücret” ve
“serbest rekabet” kuyruklu bir yalandır.
- Şu haliyle rejim; Dindarlık değil, adeta simsarlık; Başta
Kürtçülük misali ayrımcı furyalar olmak üzere, yurttaşlara eziyet,
zulüm, küstahlık ve kindarlık üzerine kuruludur.
-
Bütün iddia ve kara propaganda (dezinformasyon)
biçiminde söylenen yalanların dışında, ötesinde ve arkasında
yaşanan gerçek tüyler ürpertici olup:, Ülkemizde uygulanan
vergiler insanlık dışı, fiyatlar fahiş, piyasa “rüşvet, iltimas,
hırsızlık, yolsuzluk, soygun ve vurgun” üzerine kuruludur. “Eşit
işe eşit ücret” ve “serbest rekabet” kuyruklu bir yalandır.
- Şu haliyle rejim; Dindarlık değil, adeta simsarlık; Başta
Kürtçülük misali ayrımcı furyalar olmak üzere, yurttaşlara eziyet,
zulüm, küstahlık ve kindarlık üzerine kuruludur.
-
- ADALET GÜNEŞİ VE HUZUR İKLİMİ İÇİN…
-
Adalet güneşi, huzur ve hukuk iklimi Osmanlı dâhil;
Tarihteki (101 devlet ve 16 cihan imparatorluğundan ibaret) kadim
Türk devletlerinin en büyük özelliği ‘nevi şahsına münhasır’ ortak
karakteridir.
- “Medeni Siyaset” bilimi, bu kaynaktan beslenir. Dolayısıyla
onurlu, soylu ve medarı iftihar Türk tarihinde ‘nevi şahsına
münhasır olmak’ kıskançlıkla korunduğu, hayat bulduğu sürece,
Devlet ve millete zeval gelmez. Hüküm ve hikmet sahipleri
(hükümetler) asla acizlik, zaaf, atalet ve dumur ile malul
olmazlar. Ta ki, iç/dış düşmana borçlanıncaya, sonuçta namertten
emir almaya başlanıncaya değin!… Her ne kadar, tüm devletler için,
kural aynı olsa da, Türk’ler için bu (Yahudi kurnazlığı iç ve dış
borç) tam bir fecaet ve felâket sebebidir.
- Tıpkı şimdi ve 1960’dan itibaren olduğu gibi...
- Borçlanma ve sözde müttefik güdümü altında
ezilmenin bedeli çok pahalıdır.
- Bugün Türkiye’nin borçlu olduğu ABD ve AB
ülkelerinin tamamı, baş belâsı melânet ve ihanet şebekesinin
yardım, yaltakçı, aleni patron ve yatakçısıdır. Üstelik bunların
hükümet çevresi, parlamento ve kurumlar içinde sadık
hizmetkârları, kartel medyasında sahibinin sesi it, karındaş ve
kripto beyinleri vardır. Her hükümet bunu bilir, fakat ses
çıkartamaz…
- İç borç erbabı da; Cüz-i bir tasarruf kesimi
hariç, haraççı, şantajcı ve rantçıdır..
- Daha dün “0 Sorun” derken, şimdi (borç
yüzünden!..) geldiğimiz yere bakın..
- Amerika bizi cepheye sürmeye kalkışıyor. Suriye
ile resmen olmasa da, fiilen savaş halinde sayılırız. Hatta savaş
devlet katına sıçradı. İllegal de olsa, Kore’deki gibi Amerika
adına ön cephedeyiz. Haberlere göre: Suriye’de 49 istihbaratçımız
tutuklu. 49 esir verilmiş. Buna mukabil Türkiye’ye sığınmış bir
isyancı subayı takas eden, üst düzey MİT görevlisi özel yetkili
savcılarımız tarafından sorguya çekilmiş. Bu yüzden mit, akp,
Hükümet ve TBMM’nin başı derde girdi. Yıldırım hızıyla “hale
mahsus özel yasa düzenlemesi” yapılarak kriz atlatıldı.
- Sorun bu şekilde aşılmasa ve süreç devam etseydi;
mit yöneticilerinin sorgulanması ve yargılanması; Bazı kişi ve
kesimlerin ipliğini pazara çıkartır ve sonuçta Recep Usta bu
yüzden eş başkanlıktan olabilirdi. Olmalıydı da... Çünkü, hiç
olmazsa ondan sonra Amerikan domuzu karşısında dik durulabilir, TC
“nevi şahsına münhasır” bir politika rotasına girebilir; İncirlik
ve Malatya rezilliği son bulabilir, belki de çuvalın intikamı bile
alınabilirdi!.. Olmadı!...
- Sonuçta on yıllık açıklık, şeffaflık, adalet,
hukuk ve demokrasi lâfları boş çıktı.
- Bunun yerini deli saçması Oslo dedikoduları ve
Abdullah Gül’ün Başbakan iken Colin Powell ile yaptığı iddia
edilen ipe sapa gelmez gizli antlaşma söylentileri ve çuval
fitnesi aldı, ihanet yürüdü tefrika büyüdü. Oysa cümle âlem bilir
ki; Değil Ermeni, Yunan, Rum /Romalı, Yahudi, (İsevi & Musevi)
zerre miskal insan olan TC vatandaşı dahi bu tür kir, kin ve
ihanet paçavralarına belge diye imza atmaz, ekmeğine hain olmaz,
asla kabul etmez, onaylamaz…
- Anadolu insanı; Adalet güneşinin ışığı ve huzur
ikliminin güneşidir.
- Asil’i; Namuslu, dürüst ve demokrat olanıdır. Asıl
azmaz, bal kokmaz.
- YAPILMASI GEREKEN: ONURLULUK VE SOYLULUKTUR!..
- Başta Suriye olmak üzere, dünkü hinterlandımızda
yaşanan insani, ilmi, siyasi, sosyal ve kültürel sorunları;. Tıpkı
Ceddimiz Osmanlı misal “kutsal bir dava uğruna” hayır, himmet ve
adaletle, Türk ve İslâm dünyası ile el ele ve istişare ederek
halletmeye çalışmalı;. Özellikle, Suriye cenahında evvelâ Türkmen
kardeşlerimiz ve kadim tebaamızın emniyet, ırz-namus can ve mal
güvenliği, toprak bütünlüğü ile devlet varlığının korunup,
kollanması için tüm imkân ve kaynaklar açıkça, dürüstçe ve mertçe
seferber edilmelidir. Gâvurla, domuzla birlikte değil!
- Vahşi Batı (AB) ve kalleş ABD ile iştirak insanlık
ve İslâm’a hakarettir.
- Gayrimüslim ile Müslümanların imdadına koşulmaz.
Bu alçaklık ve küstahlık olur.
- Zira Türk Milleti ve Türkiye Cumhuriyeti
hükümetlerinin şiarı adil, namuslu, dürüst ve demokrat olmak,
adalete muhtaç olanlara rıza-i ilâhi için koşmak; Adaleti çiğneyen
güruh, çete devletleri ve sözde devlet adamlarını cezalandırmak;
Türk tarihi, talih-kader ve tabiatının olağan ve doğal gereğidir.
Aksi takdirde mukadder olan akıbet ve hakikat: “Adaleti çiğneyen
devlet adamlarını cezalandırmayan milletler çökmek zorundadır.”
Hz. Muhammed (S.A.V)
|
|
|
|
|
07 |
Bu sayının
içindekiler bölümüne dönmek için tıklayınız |
Bir önceki Sayfaya Gitmek İçin Tıklayınız! |
Bir sonraki Sayfaya Gitmek için
Tıklayınız! |
 |
Selma GÜRSEL |
Selma GÜRSEL Hayat Hikayesi |
- ÇORUM SİMİDİ SİMİT USTASI YUSUF YALÇIN
-
Simit Yapımını
şimdi Çorumlu Yusuf Ustadan dinleyelim:
-
Çorum'un kendine has simidi vardır.
-
Mayalanan katıca hamur önce alınarak
simit yapılacak büyüklükte ayrılır.
-
Ayrılan hamur mermer tezgâhta el ile
simit kalınlığında silindir haline getirilerek iki ucu
birleştirilir.
-
Simit haline gelen bu hamur yüzde
onu pekmez olan kaynar suya atılarak birkaç saniye haşlanır, bu
haşlama Çorum simidinin çıtır olmasını sağlar.
-
Kaynar sudan çıkartılan simidin
üzerine susam serpilerek hemen fırına sürülür.
-
Belirli bir pişme süresinden sonra
fırından çıkartılarak satıcılara verilerek satışa sunulurlar.










 |
|
|
|
|
|
08 |
Bu sayının
içindekiler bölümüne dönmek için tıklayınız |
Bir önceki Sayfaya Gitmek İçin Tıklayınız! |
Bir sonraki Sayfaya Gitmek için
Tıklayınız! |
 |
Erhan TIĞLI |
Erhan TIĞLI Hayat Hikayesi |
- DOST GÜZELLİKLER
- Ne güzel kalem yontan, kitap tutan el
- Ne güzel sevgiye dostluğa uzanan,
- Sevdiğini kucaklayıp okşayan el
- Alan değil veren
- Yıkan değil yapan
- Yakan değil söndüren
- Gönlümüzü bahara çeviren
- Gözyaşlarımızı silen el
- Ve ne güzeldir
- Eğriyi kötüyü çirkini kınayan
- Doğruyu iyiyi güzeli alkışlayan, yayan el!
|
|
|
|
|
09 |
Bu sayının
içindekiler bölümüne dönmek için tıklayınız |
Bir önceki Sayfaya Gitmek İçin Tıklayınız! |
|
 |
Rıza KANDEMİR |
Rıza KANDEMİR Hayat Hikayesi
|
YÖRÜMEDEN GEL
Gel dinle sözümü nazlı cananım
Ela gözden yaşlar yörümeden gel
Aşkın deryasında yüzerken gemi
Çekilip suları kurumadan gel
Sitem edip beni yorma boşuna
Gücüm yetmez gayri gönül kuşuna
Ekin ektim gözlerimin yaşına
Temmuz’da başağı kurumadan gel
Dünyada yaşadık boşu boşuna
Azrail musallat oldu peşime
İmam gelip dikilmeden başıma
Kefenime makas yürümeden gel
Çileden belaya salma başımı
Hayallerin süsler oldu düşümü
Elinle dikmeden mezar taşımı
Komşular peşime yürümeden gel
Kara kazan kapımıza kuruldu
Komşuları KUL RIZA’DAN soruldu
Musallada namaz talgını verildi
Üzerime toprak yürümeden gel
10 Ekim 2007 04,30 |
YAZARLARIMIZIN HAYAT HİKAYELERİNE GİTMEK
İÇİN TIKLAYARAK GİDİNİZ!
|
Bu
sayının içindekiler bölümüne dönmek için tıklayınız |
|
|
|
|
DİKKAT ; BU BİLGİLER TELİF ESERİ OLUP YAZARI VE YAYINEVİMDEN
İZİN ALINMADAN KULLANMAYINIZ! |
YAPTIKLARIM YAPACAKLARIMIN GARANTİSİ ALTINDADIR! |
1 |
Hazırlayan
Mahmut Selim GÜRSEL
yazışma adresi corumlu2000@gmail.com |
|
Hukuka, Yasalara,
Telif ve Kişilik Haklarına saygılı olmayı amaç edinmiştir. |
1 |
Gizlilik şartları ve Telif Hakkı © 1998 Mahmut Selim GÜRSEL
adına tüm hakları saklıdır. M.S.G. ÇORUM |
BİLGİ PAYLAŞILDIKÇA KIYMETİ ARTAR! |
149 SAYI 25 Temmuz 2011 SAYIYA Gitmek İçin Tıklayınız! |