YIL 13     SAYI 150    25 Ağustos 2011

Dr. Ali EMİROĞLU, Mahmut Selim GÜRSEL, Selma GÜRSEL bir ziyaretimizden

 

 

Hazırlayan  Mahmut Selim GÜRSEL yazışma adresi  corumlu2000@gmail.com

DİKKAT ; BU BİLGİLER TELİF ESERİ OLUP YAZARI VE YAYINEVİMDEN  İZİN ALINMADAN KULLANMAYINIZ!

YAZARLARIMIZIN HAYAT HİKAYELERİNE GİTMEK İÇİN TIKLAYARAK GİDİNİZ!

Aşağıdaki dizinler ile tıklayarak üye olmadan sayfalara girebilir ve inceleyebilirsiniz!1

1
 

BİLGİ PAYLAŞILDIKÇA KIYMETİ ARTAR!

 
Mahmut Selim GÜRSEL YAZARIMIZ DR. ALİ EMİROĞLU VEFAAT ETTİ
Müslüm  TUNABOYLU KENTLER   BÜYÜDÜKÇE  SORUNLAR  ÇOĞALIYOR
Attila ALPAY OKULLARDA  ŞİDDETİN  ÖNLENMESİNE DAİR BİR ARAŞTIRMA
İsa KAYACAN BURDUR’DAKİ GAZETECİLER YİNE ÜZGÜN
Mustafa Nevruz SINACI NE ME'NEM “BİR BÜYÜK FIRSAT”
Emine Sevinç ÖKSÜZOĞLU KAMBUR FATMA
Selma GÜRSEL BULGUR HEDİK
Erhan TIĞLI ÇİÇEKLİYOR YÜREĞİMİZİ OZANLARIN DOST IŞIKLARI
Rıza KANDAMİR GÖNÜL
 
 
 
 
 01

Bu sayının içindekiler bölümüne dönmek için tıklayınız

Bir önceki Sayfaya Gitmek İçin Tıklayınız!

Bir sonraki Sayfaya Gitmek için Tıklayınız!

Mahmut Selim GÜRSEL
Mahmut Selim GÜRSEL Hayat Hikayesi
YAZARIMIZ DR. ALİ EMİROĞLU VEFAAT ETTİ

Ali Emiroğlu ile tanışmam epey eskilere dayanır. Babamın vefat ettiği gecenin akşamı babam ağırlaşınca Dr. Ali EMİROĞLU’NU babamların evine getirmiştim. O da tecrübeleri gereği babamı hastaneye götürmemizi önermiş ve babamı hastaneye kaldırdıktan altı saat sonra kaybetmiştik.
Ali Ağabey ile arkadaş olmamızın en büyük etkenlerinden birisi olan zaman dilimi ise 1998 tarihi ile başlayan Çorumlu 2000 Dergime verdiği yazı ile perçinleşmişti.
Dergim için yapılmakta olan ALACAHÖYÜK ŞENLİKLERİNİN yapıldığı Alacahöyük Köyüne gittiğimde aynı köyden olduğu için beni ev sahibi olarak karşılayan Dr. Ali Emiroğlu dergimde bahsedeceğim için sevindiğini söyledi. Bende kendisine Ali Ağabey istersen yazıyı sen yazar isen ben sizin adınızla dergimde yayınlarım demiştim. Ertesi gün işyerimde otururken telefon ederek yazının hazır olduğunu söyledi. Gittim yazıyı aldım ve ÇORUMLU 2000 Dergimin 4’ü sayısı Ekim 1998  tarihide yayınladım O tarihten sonraki sayılarımda devamlı yazarım olmuştu.
Her şey nasip kısmet meselesi!  27 Temmuz 2011 tarihinde Çorum Devlet Hastanesinde vefat ettiğini çok sonradan öğrendim.  Ölmeden önce eşimle onu evinde ziyaret etmiştik. Ölümü hakkında da bilgi veren olmadığından cenazesine katılmak nasip olmadı.
Dr. Ali EMİROĞLU bilgili ve yüksek kültürü ile Çorum’un tanınmış bir şahsiyeti idi. Onu kaybetmekten üzüntü duyar iken ailesine baş sağlığı ve sabırlar dilerim
  Yazarımız Doğduğu yer olan Alacahöyük'te yatmaktadır

 
 
 

 

 02

Bu sayının içindekiler bölümüne dönmek için tıklayınız

Bir önceki Sayfaya Gitmek İçin Tıklayınız!

Bir sonraki Sayfaya Gitmek için Tıklayınız!

Müslüm TUNABOYLU
Müslüm TUNABOYLU Hayat Hikayesi
KENTLER   BÜYÜDÜKÇE  SORUNLAR  ÇOĞALIYOR
Toprak ana doğal nemi bulduğu süre içinde canlılar için neler üretir neler. Üretilenleri isimlendirmeye kalksak belki ömrümüz yeterli olmaz.
Bir zamanlar Orta Asya da bir iç deniz var iken insanlar bu su birikintisinden uzun süre yararlanmış, toprağın nemi kaybolmaya başladığında ise dünyanın çeşitli yerlerine göç başlamıştır.İnsanlar Orta Asya da ki kazanımlarını karşılaştıkları nemli topraklarda konaklayarak yaşamları için gerekli üretimleri gerçekleştirmişlerdir.
Yerkürenin her yeri nemli topraklarla kaplı olmadığı içindir ki insanlar bulundukları yerleşim birimlerinde uzun süre kalamamışlar, zorunlu olarak nemli toprakları aramaya koyulmuşlardır. Buna tarihi bir süreç diyebiliriz.
Küçücük toplumlar giderek artış göstermiş böylece artan nüfusla birlikte bazı sorunlarda birlikte gelmiştir.
Ülkemizin tarihine bir göz attığımızda, üretimin bol olduğu yerlerde nüfus yoğunluğunun giderek arttığına tanık oluruz. Buralarda ki sorunlar çok değişik türde gelişirken çözümlerde aranmaya başlanmıştır. Böyle olmasının tek nedeni kentlerin büyümesi, kırsal kesimin sorunlarını da ikinci plana bırakılması zorunluluğunu getirmektedir.
Ülkemizde akarsuların toplanarak, göletler ve barajlar yapılmaya başlanması cumhuriyet döneminde başlamıştır. İlimiz sınırları içinde uzun süre kalan Hititlerin toprak anayı nemlendirmek için barajlar yaptıklarına kazılar sonucu tanık olmaktayız.
İnsanoğlu zamanın koşullarına göre çözüm üretmeyi de bilmiş, yıllar boyu yaşamını artan nüfusuna karşılık yeni çözümleri de beraberinde getirmiştir. Dün karasabanla nemli toprağı değerlendirerek gerekli oranda üretimi gerçekleştirmiş, karşılaştığı zor koşullara karşı kendi varlığını koruyabilmiştir.
Nüfus yoğunluğunun artış gösterdiği yerleşim birimlerinde insanoğluna öncelikle içme ve kullanma suyu gereklidir. Sağlıklı bir işgücünü su sorunu bulunan yörede sağlamanız mümkün değildir. İnsanoğlu yaşamanın ilk koşulu olarak suyu kullanmayı öne çıkarmıştır. Bu olgu tarihte de öyle olmuş, şimdide öyle olmaktadır. Dün mahalle çeşmeleri var iken bugün onlar birer tarih olmuş, insanoğlu suya yakın olmak için onu konutuna kadar getirmiştir.
Nereden nereye geldik. Kırsal alandan kentlere göç zorunlu olarak başlamasından sonra kentlerin nüfus yoğunluğu artmış, kırsal alanda ise köylerde günün gelişen ve değişen koşullarını karşılamak imkansız hale gelmiştir. Devlet öncelikle nüfus yoğunluğunu dikkate alarak hizmetleri karşılamaya çalışmaktadır.
Yaklaşık olarak yirmi yıldan fazla basında çalışarak Çorumun sorunlarını kamuoyu adına ilgililere yansıtmaya çalıştığım süre içinde kırsal alan olsun kent sorunları olsun su sorunu önde gelen sorun olmuştur.
Bin dokuz yüz yetmişli yıllarda. Çorum’da su sorunu artış göstermiş olmasına karşın kent halkı olanla yaşamını sürdürmeyi bilmiş, ilgili kurum ve kuruluşlar sorunu çözümlemek için olduğunca çaba harcamışlar, bazı kısa vadeli ve masrafı az olan su olanaklarını Çoruma getirmeye çalışmışlar, ancak yöredeki yöneticilerin kendi yörelerindeki su olanaklarının Çoruma uzantısını engellemişlerdir.
Rakımı Çorum’dan l50 metre yüksekte olan bir ilçemizden cazibe ile su getirmek istenilmiş, ilçe yönetimi bu girişimi önlemiştir.
Bana göre ülke genelinde su sorununu çözümlemek için önce bir su yasasına ihtiyaç vardır. Yasama organı yurt ölçeğinde ki suların kullanımını bu yasa ile belirlemeli, enerji yurt ölçeğinde nasıl uygulanıyorsa sularda o şekilde bir uygulamaya tabi tutulmalıdır.
Son yağmurlar gelmeseydi Çorum nerdeyse bir çölleşmeye doğru yol almaya başlamıştı. Bundan böyle kentlerin, beldelerin ve köylerin su sorununu çok ucuz olarak sağlamanın yolu il sınırları içindeki akarsuların yüksek rakımlara enerji ile depo edilerek cazibe yolu ile yerleşim birimlerine eşit düzeyde ulaştırmak olmalıdır. Aksi halde enerji bedelleri ülkenin ekonomi sorununu daha da artıracaktır diyor saygılar sunuyorum.
 
 
 

 03

Bu sayının içindekiler bölümüne dönmek için tıklayınız

Bir önceki Sayfaya Gitmek İçin Tıklayınız!

Bir sonraki Sayfaya Gitmek için Tıklayınız!

Atilla ALPAY
Atilla ALPAY Hayat Hikayesi
OKULLARDA  ŞİDDETİN  ÖNLENMESİNE DAİR BİR ARAŞTIRMA
Okullarımızda  teknik ve kriminal anlamda  bir şiddet olduğu kanaatinde değiliz. Çok şükür ki ilimiz  dahilindeki okullarda çeteleşme, yaralama, kavga,cinayet vb gibi ağır suçlar görülmemekte ,öğretmenlerimiz şiddete  maruz kalmamakta ve öğrencilerin  mala ve cana  yönelik  taşkınlıkları bulunmamaktadır. Bize göre esas tehlike dışarıdadır. Büyük şehirlerdeki  istenmeyen  haller de   önümüzdeki -belki-bir on yıl içinde şehrimizde de görülmeye başlanacaktır. Bunun içinde  şimdiden  bazı tedbirlerin  alınması  gerekmektedir.
Okul müdürlerimizin ve değerli  eğitimcilerimizin  çeşitli vesilelerle  basına verdiği bilgiler içerisinde kayda değer disiplin suçları olmadığını ve okullarımızda  asayişin berkemal bulunduğunu da memnuniyetle  öğrenmiş  bulunuyoruz.
Ancak Türkiye  Yeşilay Derneği ;  ülkemiz çapında yaptığımız araştırmalar  ve anketler sonucu okullarımızda şiddet  diye bir kavramın -en az gelişmiş ülkelerdeki  oranlarda-bulunmamasının yeterli olmadığını; eğitimin ve  başarının artması için  gençlerimizin  ruh ve beden sağlıklarının da  yerinde olması gerektiğini düşünmektedir.
Bu itibarla tespit ettiğimiz  tehlikeler şunlardır:
1/ Yurdumuzda  1-17 yaş arası  genç nüfus 26 milyondur. Bunun on beş milyonu öğrencidir.Bu gençlerimiz yedi-on bir yaşları arasında sigara ve alkole başlamaktadır.Yakın yıllarda enerji içecekleri de bağımlılık yapan  maddeler  arasında yerini almış; sentetik uyuşturucular (extasy' ler ) bilhassa büyük  şehirlerimizde  adeta  salgın  haline gelmiş bulunmaktadır. Büyük  uyuşturucu  trafiğinin  köprüsü olan ülkemizde de hemen her gün zararlı maddeler  yakalanmakta, bunlarda büyük miktarlara  tekabül etmektedir.
Yurdumuzda seksenli yıllardan  beri gittikçe artan yabancı sigara bağımlılığı tekel idaresinin  tümüyle satılması  neticesi  çok uluslu şirketlerin eline geçmiş, propaganda, üretim ve çeşitlilikler gittikçe artarak hızlanmıştır. Sigara ile mücadele  yasası  çıkmasına rağmen ülkemizde sigara, alkolizm ,uyuşturucu ve buna benzer maddelerle mücadele ve eğitimi  adına  hemen hiçbir şey yapılmamaktadır.Ülkemizde  kanser salgın halindedir. Kolalı  içecekler  karaciğer  kanserlerine, içinde  kimyasal katı  maddeleri bulunan formülü meçhul sigaralar da akciğer kanserlerine kalp ve damar hastalıklarına  da zemin  hazırlamaktadır.
2/İlimiz çevre kirliliği olarak  önde gelen  vilayetler arasındadır.
Şehrin kuzeyindeki taş ocaklarının  atmosfere yaydığı  kalsit kristalleri  silikozis hastalığına, yanındaki  çimento fabrikası da yüksek atmosfer kirliliğine  yol açmaktadır. Otomobil sayısı fazladır.(üç kişide  ikisinin motorlu aracı bulunmaktadır.)Bu itibarla
kış aylarında atmosferdeki karbon monoksit miktarı  öldürücü seviyelere  yükselmekte baca gazları, egzoslar, tavuk ve büyükbaş hayvan çiftlikleri , baz istasyonları,gürültü  gibi  bir çok tehlikeli çevre  faktörü  ilimizde   yaşayan halkın ruh ve beden sağlığını haddinden fazla  tehdit etmektedir.
3/Her gün  beş-yedi hemşerimiz vefat  etmekte ve bunların yarısı da çok genç yaşlarında  ilk ve son kalp  krizleri ile ve yine  ilk ve son beyin kanamalarından hayatlarını  kaybetmektedirler.
4/Bütün bunlar yetmezmiş gibi  fast-food  türü beslenme rejimi ,popüler  kültür kirlilikleri medya, moda,sinema internet ve televizyon bağımlılığı  , kumar, her türlü  fuhuş ve zührevi hastalıklardan da  bilhassa  gençlerimiz  şiddetle  etkilenmekte ; bunun  neticesinde de kişilik kaymalarına  uğrayarak, milli ve  manevi  değerlerine  yabancılaşmış,istediğimiz vasıflardan uzak bir nesil haline gelmek üzeredir. İşte bugün  önemsemediğimiz  şiddet  o zaman tam olarak başlayacak ve bunun önünü de  kimse alamayacaktır. Yılda 160 bin insanımızı kanserden  kaybederken; kalp ve damar hastalıklarından ölenlerin  envanterini de  kimse tutmamaktadır.
5/Hemen  her ilimizde  AİDS’ten ölenler vardır, adi suçlar artmakta ve cinsel suçlar taciz ve tecavüz iddiaları  yüzümüzü  kızartmaktadır.
6/Ne yazık ki eğitimcilerimizin pek çoğunda  bunlara dair bir endişe bulunmamakta ; küresel kriz ve  artan çevre sorunlarına ve bunların fertlere  yükleyeceği sorumluluklara dair kimsede de bir endişe taşımamaktadır.
Bu saydıklarımız  müfredatlara, planlara ve programlara alınmadıkça ve  toplum önderlerinin  endişesi ve derdi  olmadıkça  önümüzdeki  on yılların  büyük sıkıntılar ve acılar getireceği  aşikardır.
Bunun için  Türkiye Yeşilay Derneğinin  ilgi ve mücadele alanlarına giren konular   açısından okullarımızda acilen alınması gereken tedbirler aşağıdadır:
1/Bu güne  kadar çalışmayan ve hemen hiçbir faaliyeti  bulunmayan Yeşilay Kulüpleri yeniden canlandırılmalı, çalışır hale gelmeli, gönüllü  öğretmenler ve öğrenciler  aracılığı  ile sigara alkol ve her türlü  madde bağımlılığı ile mücadele  edilmeli; gençler bilgilendirilmeli, bu gibi maddelerin insan bünyesine verdiği  zararlar  iyice öğretilmelidir. Bunlarla mücadele  için yarışmalar tertiplenmeli, kim ne kullanıyorsa  bıraktığı takdirde armağanlar verilmeli ve  sağlıklı yaşam teknikleri ,metotları ve biçimleri özendirilmelidir.
2/Gerek  okullardaki şiddet  ,gerek  madde bağımlılığı, gerekse de diğer ahlaki mevzuular hakkında  öğrencilerin olduğu  kadar ebeveynlerin de bilgilendirilmesine ve eğitimine yönelik projeler geliştirilmeli; okul  yönetimleri tarafından da öğrencilerin  takibine
 dair  gerekenler  mutlaka yapılmalıdır.
3/Dünyamızın  besin kaynakları hızla azalmakta ve iklimi değişmektedir. Bu itibarla  ne zaman bir tabii  afetle  veya besin kıtlığı ile karşı karşıya kalacağımız bilinmemektedir. Gençlerimize tasarrufu, nimetlerin  kıymetini, bulunmadığı  önceki yılların dramatik  hikayelerini  anlatmalı ve "büyük israf furyasının" önlenmesine  çalışılmalıdır.
4/Obezite artık gençlerimizin  en önemli  hastalığıdır. Sağlıklı yaşam bilgileri ile donatılmaları ve doğal yaşam  prensiplerini benimsemeleri ve bilmeleri ; spora ve buna benzer  faaliyetlere yönlendirilmeleri gerekmektedir.
5/İlimizde yüzü aşkın internet kafe, iki yüze yakın kahve ve çay ocağı bulunmaktadır. Pastane, kafeterya vb gibi gençlerin  gidebileceği yerlerin sayısı bilinmemektedir. Bunların hemen hepsinde sigara içilmekte ve yeterli denetimler yapılamamaktadır. Ayrıca
gençlerimizin  kimlerle arkadaşlık ettikleri, ne zaman evlerine gelmeleri  gerektiği, nasıl beslenmeleri ve paralarını  nerelere harcadıkları  ebeveynleri tarafından iyice denetlenmelidir.
6/Ebeveynleri tarafından  gençlerimizin yetenekleri, musiki ve güzel sanatlara; spora vb meşguliyetlere olan eğilimleri belirlenmeli; özendirilmeli ve takibi de   yapılmalıdır. Okul dışında dersler aldırılmalı, spor  salonlarına ve kültürel etkinliklere de yönlendirilmelidir.
7/Bütün bunlardan da en önemlisi " Dini ve Milli terbiyenin" okulların yanı sıra  aileler  tarafından da  yeterince verilmesi gerekliliği olmaktadır. Bu konuda  medyanın geliştirdiği  popüler kültür ve evlilik dışı yaşamların özendirilmesi, şiddet içeren tv dizileri ve
gayrı ahlaki şekilde yaşayan  sanatçı ve sporcu gibi insanların medyaya yansıyan hayat tarzları  maalesef gençlerimizi  içten içe etkilemekte hatta zehirlemektedir.Bunlarla  mücadele  için yeni projelerin geliştirilmesine ve acil tedbirlerin alınmasına  çok
ihtiyaç vardır.
Bütün bu yukarıda  saydıklarımız  ne yazık ki kimse önemsememekte, yine kimse bunlarla  mücadele konusunda  ciddi bir adım atmaya,plan ve proje üretmeye hatta tedbir almaya  yanaşmamaktadır.
8/Yine bu saydıklarımız  müfredatlara, okullara, ders kitaplarına ve programlarına  yerleşmedikçe, insanlarımızın  yaşama ve düşünce biçimi değişmedikçe ruh ve beden sağlığı yerinde  gençler yetiştirmemiz ,şiddeti  ve suçları önlememiz hatta kalkınmamız ve medeniyet
hamleleri  yapmamız  asla mümkün olmayacaktır.
Saygılarımızla…
 
 
 
 04

Bu sayının içindekiler bölümüne dönmek için tıklayınız

Bir önceki Sayfaya Gitmek İçin Tıklayınız!

Bir sonraki Sayfaya Gitmek için Tıklayınız!

İsa KAYACAN
İsa KAYACAN Hayat Hikayesi
BURDUR’DAKİ GAZETECİLER YİNE ÜZGÜN
Gazetecilik zor bir meslektir.Hele, gazeteciliği kurallarına göre yapanlar için bu zorluk bir-iki kat daha artar.
Büyük merkezlerde, Bakanlıkların,Genel Müdürlüklerin,Büyükşehir Belediye Başkanlıklarının bulunduğu yerlerde, her kuruluşun basından sorumlu resmi görevlileri vardır.İllerimizde, İlçelerimizde bu görevlendirme farklı adlar-ünvanlar altında varlığını sürdürür kuruluşlar olarak.
Belediyelerimizde de Basın ve Halkla İlişkilerin önem verilmesi gerekiyor.Yer yer bu önemin verildiği gerçeğiyle karşılaşıyoruz.
Konuyu, Burdur ilimiz merkezine doğru getirmek, gazeteci arkadaşlarımızın, zaman zaman karşılaştıkları zorluklar ve gazeteci varlığının adeta ‘yok!’ sayıldığı örneklerden söz etmek istiyorum:
Burdur’da bir zamanlar, bir gazetemizde çıkan imzalı bir haber üzerine ilgili kuruluş yöneticilerinden birinin, muhabir arkadaşımız için; “Buraya gel ifadeni alacağım” deyişini burukluk içinde hatırlıyorum.
Yine Burdur’da, Ankara’dan bir veya birkaç açılış için Burdur’a gelen bakanlarımızdan birinin yanında “Özel kalem müdürüyüm” edasıyla, muhabir arkadaşlarımızın yemek sırasında dışarı çıkarılmaları için yakışıksız davranışlar içine girdiğini, arkadaşlarımızın protesto ile oradan ayrıldıklarını da makalelerim arasındaki yer alışlardan biliyorum.
 
GELELİM ÜÇÜNCÜYE
 
Burdur merkezde yayınlanan gazetelerdeki muhabir akadaşlarım gazetelerindeki köşelerinde yazdılar, değerlendirip üzüntülerini belirttiler. En son, Yenigün Gazetesinin 30 Haziran 2009 tarih ve 16 bin 761. sayısında Ferit Öz arkadaşımızın köşesindeki “Şenlik-evlere şenlik” başlığıyla sütununa aktardığı yazıyı da okuyunca üzüntülerim arttı.
Konu, olay şu: Burdur’un yeni ilçelerinden Kemer’de 16.yayla şenlikleri Belediye koordinatörlüğü ve sorumluluğunda düzenlenir.8 gazeteci 21.06.2009 tarihinde valiliğin tahsis ettiği “basın arabasıyla” şenlik mahalline varırlar.11.30 da basın için ayrılan yere oturmak isteyen gezetecilere, Belediye görevlisi olduğunu söyleyen şahıs;”sanatçılara yemek yedireceğiz” diyerek ayrılan yere gazetecilerin oturamayacağını söyler.Yemek faslı saat 13.30’a kadar sürer.
Gazetecilerden biri, Kemer Belediye Başkanı Durmuş Erdem’e “Başkanım rahat çalışamıyoruz.Bize ayrılan yere geçmek istiyoruz.” deyince Başkan;”Mesele çıkarmayın” diyerek basın mensuplarını adeta azarlar.Gazeteciler şenlik mahallinden ayrılırlarken-terkederlerken, Belediye Başkanı yanlarına gelir ve “Arkadaşlar..Kapris yapıyorsunuz.Mesele çıkartıyorsunuz.Sizin yaptığınız terbiyesizlik.Yediğiniz önünüzde,yemediğiniz arkanızda.Benim reklama ihtiyacım yok” diye gazetecileri kovmaktan beter bir tavır sergiler.Gazeteciler şenlik mahallinden ayrılırlar.Valilikçe tahsis
 edilen araçla dönmek isterler.Ancak resmi aracın içinde üç-dört kişinin alkol aldıkları görülür.Tepki gösterirler.Ama Şoför; “Arkadaşlar Antalya’dan misafir.Ne var bunda, bunu büyütmeyelim.” diyerek direksiyon kullanabilecek durumda olmadığı mesajını verir.Gazetecilerden bazıları Kemer Emniyetine ait araçla, bazı gazeteciler de oto stopla ilçe merkezine ulaşırlar.Üç saat beklemeden sonra minibüsle 18.30’da Burdur merkezine gelebilen gazeteciler,buruk,öfkeli ve mesleklerine karşı yapılan Belediye Başkanı davranışları karşısında üzgündürler.
Basın mensuplarına önem vermeyen kuruluşlar, bu kuruluşların yöneticileri, gazetecilerin;”reklam elemanı” oldukları görüşünden hareket ediyorlarsa yanılgı içindedirler.Gazeteciler haber peşinde koşarlar ve bu haberleri kamuoylarıyla paylaşırlar.Burdur milletvekillerinin,vali vekilinin de bulunduğu bir şenlik ortamında,gazetecilere böyle davranılabiliniyorsa, söylenecek ne olabilir ki!.

 

 
 
 
 05

Bu sayının içindekiler bölümüne dönmek için tıklayınız

Bir önceki Sayfaya Gitmek İçin Tıklayınız!

Bir sonraki Sayfaya Gitmek için Tıklayınız!

Mustafa Nevruz SINACI
Mustafa Nevruz SINACI Hayat Hikayesi
NE ME'NEM “BİR BÜYÜK FIRSAT”
Mesele aslında, “Şark Meselesi” ve “Batının müstakbel hayat alanı” konusudur.
Yakın geçmişi, ta İngiliz Muhipleri, Kürt Teali Cemiyeti, Ermeni-Yunan Rum çeteleri, Batı (Avrupa) ve ABD Mason mahfilleri ile misyoner terör örgütlerine kadar dayanır.
Süreçte; Mustafa Suphi olayı, 21 Temmuz 1923’de Lord CURZON’un hazırlayıp İsmet İnönü’nün ‘çok gizli kaydıyla’ imzaladığı (1) Lozan belgesi, 150’likler, kadrocular, 10 Kasım 1938 -9.05 karşıdevrimi, aydınlıkçılar, 27 Mayıs gasp’ı, Ermeni, Elen-Rum diasporası, doğu kültür ocakları, dev-genç, asala, pkk, tip, tkp, mnp, msp, 1974 affı, 12 Mart, 12 Eylül ve 28 Şubat sendromları (Sendrom: Birbirleriyle ilişkisiz gibi göründükleri halde, bir arada tek bir hastalık olarak birleşen şikâyet ve bulgular bütünü) yer alır.
Süreçteki ilk teşebbüs “İsmet paşa” damgasını taşır.
Olay şu; Bir gün İnönü geç vakit Atatürk’e giderek: “Paşam şu azınlık meselesini bir Meclise getirsek.” diyince Atatürk: “Bu gün git, akşam oldu, yarın gel konuşalım” der, İnönü gittikten hemen sonra köşk’ün bekçi ve bahçıvanlarını çağırarak: “Lâle hariç, şu ön bahçede bulunan bütün çiçekleri sökün atın” diye emir verir.
Ertesi gün İsmet İnönü geldiğinde bahçenin halini görür, çok şaşırır. Sebebini sorar ve Atatürk’ten şu cevabı alır: “İsmet! Türkiye Cumhuriyeti Türk Milleti tarafından kurulmuştur. Cumhuriyette azınlık yok. Ne mutlu Türk’üm diyen herkes Türk’tür ve eşit haklara sahiptir. Azınlık ve ayrılık iddia edenler böylece sökülüp atıla. Sakın Meclise böyle bir tefrika sokma!”
YURTTAŞLIKTA BİRLİK
Gaflet, dalâlet ve hıyanet ehli bilmiyor ya da unutmuş da olabilirler.
TC azınlıkları Lozan’da kendilerine tanınan ayrıcalıklarından vazgeçip eşit yurttaşlar olmayı 1925’de istemiş; 1926’da yurttaş olmak için azınlık haklarından feragat dilekçeleri vermiş ve Milletler Cemiyetinin onayı ile TC’de azınlık kavramı ilgi edilerek bütün gayri/ Müslimler, Müslümanlarla eşit hak ve hukuka sahip yurttaş statüsüne yükseltilmişlerdir. (2)
Bu olayın dünyada başkaca bir eşi, benzeri, örnek veya emsali yoktur.
“MUSA DAĞI’NDA 40 GÜN” ADLI ROMAN
1933’te bir Musevi’nin yazdığı kitapta Türkler Ermeni soykırımı yapmakla suçlanınca, tüm Musevi, Ermeni ve Rum yurttaşlarımız ayağa kalkarak, romancıya lanetler okumuşlardır.  Ermeni yurttaşlarımız ise "bu roman yalan söylüyor, Türk kardeşlerimiz bize asla soykırım yapmadı. Bu roman bizim aramızı bozmak istiyor," diye haykırmışlar. Dahası, Ermeni ve Rum-Yunan kökenli Türk yurttaşlarımız kilisede toplanıp bütün dünya basınını da çağırarak, onların gözleri önünde bu romanı ve yazarının portresini ateşe vermişlerdir; yani Türkiye’nin asla bir azınlık sorunu olmamıştır, olası teşebbüslerin bütünü mutlak surette dış kaynaklı olur; Milli tarihte buna “bedhah”ların kalkışması denilir.
YILLAR SONRA!
Mesele şu ki, Türkiye’nin 60-70’li yıllara kadar her hangi bir azınlık, Kürt, Ermeni, terör-tedhiş ve soykırım meselesi olmadı. Zaten fiilen ve hukuken de bu mümkün değildi. Her şey, bir çökertme ve kırılma darbesi olan 27 Mayıs vuruşu ile başladı. Burada fazla ayrıntıya girmek gereksiz zira zerre kadar “gerçek tarih” bilgisine sahip herkes konuyu çok iyi bilir.
SÖZ KONUSU OLAN VATAN'DIR; GERİSİ TEFERRUAT !
Ülkemiz elli yıldır siyasi vesayet, dâhili-harici kuşatma ve abluka altındadır.
Şimdilik bunu kırmanın tek ve son hukuki ve demokratik yolu sandık olup; Son çare: ‘ya AKP’ye karşı tek parti olarak birleşmek’ veya seçimde hiçbir parti’ye oy vermemek şartıyla 27 Mayıs cunta, dikta, sulta ve statüko partilerini sandığa gömerek Cumhuriyet’i kurtarmaktır.
1, DİKEN, Hükümet Sistemleri, H. H. Memiş, s:341
2, Bütün bilgiler, dilekçeler ve Cemiyet-i Akvam kararları Adalet Bakanlığı arşivindedir.
WEB: http://www.mustafanevruzsinaci.blogspot.com
mail: gercek.demokrat@hotmail.com
NOT: Bu makale 5846 sayılı telif yasası kapsamı dışında olup; Aynen veya kaynak gösterilerek yayınlanabilir.
 
 

 

 
 06

Bu sayının içindekiler bölümüne dönmek için tıklayınız

Bir önceki Sayfaya Gitmek İçin Tıklayınız!

Bir sonraki Sayfaya Gitmek için Tıklayınız!

Emine Sevinç ÖKSÜZOĞLU
Emine Sevinç ÖKSÜZOĞLU Hayat Hikayesi
 KAMBUR FATMA
          Güneydoğudaki bir şehrin, küçük ve şirin bir mahallesiydi burası. İnsanların birbirine yardım ettiği, güzel ilişkilerin kurulduğu, büyüğün küçüğü sevdiği, küçüğün büyüğü saydığı güzel bir mahalleydi. Komşuluk ilişkileri öyle güzeldi ki; sanki bir aile gibiydi mahalle halkı. Herkes birbirinin derdine koşar, yardımcı olurdu. Bu mahalle de yaşayan, gerçekte de kambur olan, ve adını sırtındaki kamburundan alan, kambur Fatma adında yaşlı,  hiç evlenmemiş  ve  kimsesiz   bir   hanım  yaşardı.
          Bu hanımla mahallede ki tüm çocuklar dalga geçer, alay ederlerdi. Mahallenin bir başından diğer başına kadar taş atarak kovalar, sonra da Kambur Fatma’nın canını acıtarak onu hırpalarlardı. Kambur Fatma bu duruma çok üzülse de bir şey demez, olanları çocukluklarına verirdi. Yalnız mahallede Hatice adında öyle bir kadın vardı ki; o kambur Fatma’yı hiç sevmez onu her gördüğünde yüzüne tükürür, kamburuyla dalga geçer ve alay ederdi. Çocuğunu da bu konuda sıkı sıkıya tembih eder, onunla dalga geçmesini söylerdi. Oğlu Hasan da annesinin sözünü dinleyerek arkadaşlarını etkileyip, kambur Fatma ile aşağılayıcı davranışlarda bulunurlardı.
Mahalleli Hatice’ye her ne kadar kambur Fatma’ya  böyle  davranmaması gerektiğini söylese de, o buna aldırış etmez alaycı tavırlarıyla komşularını hiçe sayıp, yine bildiğini okurdu. Kambur Fatma’nın ihtiyaçları ise mahalleli tarafından karşılanır, ona olan sevgilerini gösterirlerdi.
Günler günleri, kovaladı durdu. Aradan epey bir zaman geçti. Gel zaman git zaman, kambur Fatma ile dalga geçip, yüzüne tüküren Hatice hastalanıp, yatağa düştü. Çok acılar çekiyordu. Ağrıları yüzünden nefes bile alamaz hale gelmişti. Hatice’nin kocası Mahmut, sonunda Hatice’yi şehirdeki hastaneye götürdü. Röntgen filmleri çekildi, kan ve idrar tahlilleri yapıldı. Sonuç itibari ile Hatice böbrek yetmezliğinden dolayı son derece acı içinde kıvranıyordu. Acilen uygun bir böbreğe ihtiyacı vardı. Yoksa belli bir zaman sonra  böbrek  iflas  edecekti. Hatice ölümün  o  soğuk  nefesini  hissetmeye  başlamıştı  bile.  Hatice’nin kocası Mahmut, karısının çektiği acılara dayanamıyordu. Gün geçtikçe gözlerinin önünde karısı eriyip bitiyor ve Mahmut hiç bir şey yapamıyordu. Çünkü karısına böbreğini vermek istemiş fakat doktorlar çıkan tahlil sonuçlarının uygun olmadığını belirtmişlerdi.
Mahmut mahalledeki komşularına uygun bir böbrek aradıklarını, bulunmadığı takdirde karısının öleceğini söylemişti. Ne var ki; kim böbreğini vermek istediyse sonuçlar negatif çıkıyordu. Mahmut’un ümidi iyice azalmıştı. Hatice ise dinmek bilmeyen acılar içinde kıvranıp duruyordu.  Hatice acılar içinde inledikçe, Mahmut bir şeyler yapamamanın ezikliği içinde üzüntüden kahroluyordu. Karısını çok seviyordu, ne de olsa oğlunun annesiydi. Hatice hasta yatağında yatarken, Sürekli oğlu Hasan’ı ve kocasını düşünüyordu. “Eğer ölürsem oğluma kim bakar, kim ona annelik eder. Mahmut’uma kim aş pişirir, kim onun çamaşırlarını yıkar” diye düşünüp hayıflanıyordu. Özellikle oğlu Hasan gözünün önünden gitmiyordu bir türlü. O annesinin bir tanesiydi, kıymetlisiydi, canıydı, ciğeriydi çünkü.
Mahmut’un ve Hatice’nin ümidi iyice kesilmişti ki; günlerden bir gün mahallenin ileri gelenlerinden olan, Emine teyze adındaki yaşlı bir hanımla kambur Fatma, Hatice’nin hastanedeki odasına girdiler. Onları Hatice’nin kocası Mahmut “hoş geldiniz” diyerek karşıladı. Hatice’nin konuşacak dermanı olmadığından hiç seslenmedi, sadece konuşulanları dinleyebildi.
Emine teyze Mahmut’u dışarı çağırarak konuşmak istediğini söyledi.  Kambur Fatma, Emine teyze ve Mahmut odadan dışarı çıkıp, kapı önünde konuşmaya başladılar. Emine teyze Mahmut’a, kambur Fatma’nın böbreğini vermek istediğini söyledi. Mahmut şaşkınlık içerisinde, sonucun negatif çıkacağı ümidi ile kabul etti. Doktorla konuşup tahliller için gün alındı.  Emine teyze  ile  kambur Fatma tahlil günü hastaneye birlikte gittiler. Tahliller için gerekli işlemler yapıldı, sonuçlar için beklenmeye başlandı. Mahalleden bir çok kişi Hatice’ye  geçmiş olsun ziyaretine gelmişlerdi.
Doktor elindeki tahlil sonuçları ile birlikte odaya girdi.
“Eveeet… Hadi bakalım gözünüz aydın. Sonuçlar pozitif çıktı. Uygun böbreği bulduk.  Kurtuldun. Seni yarın ameliyata alıyoruz.”
Herkes  büyük  bir  şaşkınlık   içinde,   mutlulukla  birlikte  nasıl   olduğunu anlamadan, merak içinde sevinip Hatice’ye moral verdiler. Emine teyze, kambur Fatma ve Mahmut hiç kimseye bir şey söylemediler. Çünkü;  Fatma böbreği verenin kendisi olduğunun bilinmesini istemiyordu. Mahmut  onları  yolcu  ederken  Emine  teyzenin  elini  öpüp, başına koydu.
“Çok teşekkür ederim. Sağ olasın teyzem, var olasın.”
Emine teyze ise gülümseyerek;
“O teşekkürü bana değil, Fatma’ya yap oğlum.”
Mahmut kambur Fatma’ya duygu dolu, ağlamaklı gözlerle bakarak;
“Sağ olasın bacım, Allah senden razı olsun, Allah’ta senin yüzünü güldürsün, Hatice’m önce Allah’ın sonra da senin sayende yaşayacak.”
Mahmut’un yüzünde büyük bir sevinç, ve sesinde mutluluğun ifadesi vardı. Çünkü  karısı  sağlığına  kavuşacak,  eski  mutlu  günlerine  döneceklerdi.
Nihayet o mutlu gün gelmişti. Hatice ameliyat olacak, o inanılmaz acılardan kurtulacaktı.  Dahası  oğlu  annesiz,  kocası  onsuz  kalmayacaktı. Ameliyat olup bitmişti. Hatice narkozun etkisi ile baygın bir şekilde yatağında yatıyordu. Kambur Fatma ise böbreğini verdiğinin bilinmesini istemediğinden, başka bir odaya alınmış, orada yatıyordu. Emine teyze, kambur Fatma’nın başucunda onun ayılması için bekliyordu. Hatice kendine gelmişti.  Kocası Hatice’nin ellerini tutarak;
“Kurtuldun Haticem… Çok şükür Allah’ım karım kurtuldu.”
Birkaç gün sonra kambur Fatma taburcu edilip evine gönderilmişti. Emine teyze kambur Fatma’yı hiç yalnız bırakmamış, hastane de ona bakmıştı. Ne de olsa  onun  hiç  kimsesi  yoktu. 
Aradan biraz zaman geçmiş, Hatice’de iyileşmişti.  Doktor Hatice’yi de taburcu edip evine göndermişti. Hatice gün geçtikçe daha da iyileşiyor, yaşadığı   bu   ikinci   hayatın   tadını   çıkartmaya   çalışıyordu. 
Havanın güneşli olduğu, güllerin, kırmızı karanfillerin açtığı güzel bir gündü. Güneş tüm asaletiyle, gökyüzünde nazlı bir gelin gibi ışıklarını saçıyordu. Çocuklar sokakta oyunlar oynuyorlardı.  Mahalleden   bir   kaç kadın ise, köşe başındaki kaldırım taşına oturmuş koyu bir sohbet ediyorlardı. Kambur Fatma Emine teyzesinin yanına gidiyordu. Ona götürmek için, yol kenarında dikili olan güllerden, kırmızı karanfillerden koparıp, bir demet yapıp eline aldı.  Bu sırada Emine teyze de tam karşıdan geliyordu. Hatice ise penceresinin camından dışarı uzanarak, kambur Fatma ile eski günlerdeki gibi dalga geçiyor, alay ediyor, uzaktan ona tükürükler savuruyordu.
Kambur Fatma bu olan bitene hiç seslenmiyor,  bir Hatice’ye bakıp, bir de elindeki güllere bakıyordu. Bunu gören Emine teyze daha fazla dayanamayıp Hatice’ye çıkıştı.
“Hiç Allah’tan korkun yok mu be kızım, ayıp bu yaptığın. Sen ona o kadar hakaret edip, laf söylüyorsun,  yüzüne  tükürüyorsun,  o sana hiç sesini bile çıkartmıyor. Ne  istiyorsun  Allah’ın  garibinden?  Eğer bu gün  yaşıyorsan, onun sayesinde  yaşıyorsun. O sana böbreğini  vermeseydi,  şimdiye  kadar çoktan toprak olmuştun kızım. Senin bu yaptığına nankörlük denir. Onun yaptığını kimse cesaret edip de yapamazdı. O sana canının yarısını verdi. Sakın bir daha görmeyeyim ona kötü davrandığını.”
Hatice büyük bir şaşkınlık içindeydi. Davranışından dolayı çok utanmıştı.
“Bilmiyordum Emine teyze, yemin ederim ki bilmiyordum.”
Emine teyze yumuşak bir ses tonuyla;
“Fatma o kadar onurlu ki, senin istemeyeceğini düşünerek, böbreği verenin o olduğunun bilinmesini bile istemedi.”
Hatice tarifi edilmez bir duygu içinde, Emine teyze ile kambur Fatma’nın yanına doğru geldi. Kambur Fatma’nın yüzüne bakıp, bir zamanlar hiç sevmediği yüzüne tükürükler savurduğu bu kadının ellerini aldı ve öptü.
“Bundan böyle sen benim kardeşimsin, yaptıklarım için senden binlerce kez özür diliyorum, lütfen affet. Gerçekten ne diyeceğimi bilemiyorum, çok şaşkınım. Ama senin sayende Hasan’ım annesiz kalmayacak bunu bilmeni isterim. Ben sana çok kötü davrandım, sen bana can verdin. Çok pişmanım.”
Olanlardan dolayı Emine teyze çok mutlu olmuştu. Çünkü o mahallenin büyüğüydü. Bir kırgınlık, bir dargınlık olması onu çok üzüyordu. Yüzünü derin bir gülümseme sarmıştı.  Bu tebessüm  dolu  ifade  ile onları izliyordu. Hatice  kambur  Fatma’nın  boynuna  sarılıp  ağladı.
“Beni affettin mi Fatma?  Söyle hadi affettin mi kardeşim?” diye ısrarla sordu.
Kambur Fatma hiç konuşmadı.  Bir Emine  teyze’ye baktı, bir de Hatice’ye. Sonra da; elindeki gülleri Hatice’ye verdi, gözlerinin içine bakıp gülümsedi. Onu  çoktan  affetmişti bile.  Zaten  ona  hiç  kırılmamıştı…

 

 
 
 
 07

Bu sayının içindekiler bölümüne dönmek için tıklayınız

Bir önceki Sayfaya Gitmek İçin Tıklayınız!

Bir sonraki Sayfaya Gitmek için Tıklayınız!

Selma GÜRSEL
Selma GÜRSEL Hayat Hikayesi
BULGUR HEDİK
1 Bardak Nohut
1 Bartak Kuru fasülye
2 bardak ilaçsız buğday
Bunlar güzelce yıkanarak bir tencereye konulur ve pişene kadar ateş üzerinde durdurulur.
Pişen bulgurun üzerine fıhdık, badem, ceviz, fıstık ile süslenebilir.
Bu karışım Hıdırellezde ve Çocukları Dişi çikinca Diş bulguru olarak da bilinir ve bu bulgur soğuk olarak çacuk bir temiz beze otturularak başından bir miktar dökülür.

 

 
 
 
  08

Bu sayının içindekiler bölümüne dönmek için tıklayınız

Bir önceki Sayfaya Gitmek İçin Tıklayınız!

Bir sonraki Sayfaya Gitmek için Tıklayınız!

Erhan TIĞLI
Erhan TIĞLI Hayat Hikayesi
ÇİÇEKLİYOR YÜREĞİMİZİ OZANLARIN DOST IŞIKLARI
Ozanların yediveren elleri
Dur diyor kötülüklere çirkinliklere
Ama kovanımızı yağma etmeye kalkan
Katran karası şer böcekleri
Görmezlikten geliyor balını
İğnesine takıyorlar kafalarını
Ama ne kadar tutsalar da
Dört duvar arasında
O kadar çok yayılır dört bir yana
Sesi nefesi bahar yeli
Söndüremez ışığını karanlık adamlar
Deniz feneri olur yıldızlı gözleri
 
 
 
 
 09

Bu sayının içindekiler bölümüne dönmek için tıklayınız

Bir önceki Sayfaya Gitmek İçin Tıklayınız!
 
 
Rıza KANDEMİR
Rıza KANDEMİR Hayat Hikayesi
 GÖNÜL
Uyma derim sen feleğin sözüne
Yalçın kayaları tur etme gönül
Beş parmağı hedef alıp gözüne
Dünyayı başıma dar etme gönül

Adını yazdırıp tozlu yolları
Derdini söyleme sakın ellere
Gönül bağım destan edip dillere
Nazara gelip çöl etme gönül.

Olmadık dertleri açtın başıma
Zehir kattın ekmeğime aşıma
Aklar düşürüp siyah saçıma
Ömrümün üstüne yol etke gönül

Atlastan kendine gömlek içersin
Nerede zoru görsen hemen kaçarsın
Aşk meylinden yudum yudum içersin
Ellere sırrımı yad etme gönül

Seyrederken şu Kıbrıs’ın çölüne
Hep gülersin KUL RIZANIN haline
Engel koyma kayalardan yoluma
Dönemem geriye zor etme gönül
 

YAZARLARIMIZIN HAYAT HİKAYELERİNE GİTMEK İÇİN TIKLAYARAK GİDİNİZ!

Bu sayının içindekiler bölümüne dönmek için tıklayınız

DİKKAT ; BU BİLGİLER TELİF ESERİ OLUP YAZARI VE YAYINEVİMDEN  İZİN ALINMADAN KULLANMAYINIZ!
YAPTIKLARIM YAPACAKLARIMIN GARANTİSİ ALTINDADIR!

1

Hazırlayan  Mahmut Selim GÜRSEL yazışma adresi  corumlu2000@gmail.com

 Hukuka, Yasalara, Telif  ve Kişilik Haklarına saygılı olmayı amaç edinmiştir.

1

Gizlilik şartları ve Telif Hakkı © 1998 Mahmut Selim GÜRSEL adına tüm hakları saklıdır. M.S.G. ÇORUM

BİLGİ PAYLAŞILDIKÇA KIYMETİ ARTAR!

151 SAYI 25 Eylül 2011 SAYIYA Gitmek İçin Tıklayınız!