 |
YIL 13 SAYI 152 25 Ekim 2011 |
 |
|
DİKKAT ; BU BİLGİLER TELİF ESERİ OLUP YAZARI VE YAYINEVİMDEN
İZİN ALINMADAN KULLANMAYINIZ! |
YAZARLARIMIZIN HAYAT HİKAYELERİNE GİTMEK
İÇİN TIKLAYARAK GİDİNİZ! |
Aşağıdaki dizinler ile tıklayarak üye
olmadan sayfalara girebilir ve inceleyebilirsiniz!1 |
1 |
|
|
|
BİLGİ PAYLAŞILDIKÇA KIYMETİ ARTAR! |
|
-
Mahmut Selim GÜRSEL BENİMDE GÖNLÜM DE VAR MIYDI
-
Atilla ALPAY ERTUĞRUL FİRKATEYNİ
-
Mesut ARTAR GERÇEĞİ GÖRMEK ZORDUR, ÖZELLİKLE ONU GÖRMEK
İSTEMEDİĞİMİZDE
-
Mustafa TURAN ÇOBANLIKTAN YAZARLIĞA NASIL GEÇTİM
-
İsa KAYACAN MUAMMER SUSUZLU’YU SONSUZLUĞA UĞURLADIK
-
Mustafa Nevruz SINACI VESAYETİ İLGA VE DİP DALGA
-
Selma GÜRSEL TEL KADAYIF
-
Erhan TIĞLI ÇIRAĞIN OLAYIM EY AŞK
-
Rıza KANDAMİR TURNALAR
-
|
|
|
|
|
|
01 |
Bu sayının
içindekiler bölümüne dönmek için tıklayınız |
Bir önceki Sayfaya Gitmek İçin Tıklayınız! |
Bir sonraki Sayfaya Gitmek için
Tıklayınız! |
 |
Mahmut Selim GÜRSEL |
Mahmut Selim GÜRSEL Hayat Hikayesi |
- BENİMDE GÖNLÜM DE VAR MIYDI?
- Bir gencin, bir kimseye vereceği neler olduğunu o delikanlılık
çağında anlamasının imkânı ve ihtimali yoktur.
- O; yaşadığı dönemin etkisi ile kanının kaynadığı ve başındaki
kavak yelleri ideali olmadan arkadaşları ve sevdiklerinin katkısı ile hayatın
daima böyle olacağını zen etmesi çok tabidir.
- O; yaşadığının farkına varana kadar pek çok ileride ona lazım
olacak yatırımları yapamamış, birçok fırsattan faydalanamamış olarak okumaya
çalıştığı üniversitesindeki kol için uğraşırken hayatının ileriki döneminde
kaybettiklerinin ve kazandığı bilgilerin etkisinde ve bilincinde yaşamına
devam eder.
-
Bu yaşamının sonu olmadığı ve arkasına dönüp
baktığında kimlere, nelere, nerelere ve o andaki hayatının düzenin bakmadan
gününü gün etmeye çalışır.
-
Çevre ve arkadaşlarında görerek özentilerle
kötü alışkanlıklar, sonradan edinilmiş huylar ve ileride kendisine pek çok
sıkıntılar verecek bir çevre ile büyür ve gelişir.
-
Gün gelir o artık bir sorumluk sahibi olduğunu
anlamış, iş başa düştüğünü görmüş ve yaşamının artık hayalle, arkadaşlarının
hay huyları ile ve gezip tozduğu yerlerin, çevresinin ona verdiği zararları
görür. Pişmanlığı artık fayda vermez, geriye dönülemez bir zaman diliminde
yaşadığını farkına varır.
-
Bir meslek edindiğini zannettiği anda o eski
birikimlerinin, zarar veren alışkanlıkların karşısına dikildiğini görünce
şaşırır. Heyhat artık onları bir sünger çekerek silse sile, beyaz bir sayfa
ile hayatına başlasa bile o eski çevre ve alışkanlıkları bir yerlerde çıkar
karşısında dururu.
-
Basen bu geçmişini saklayarak mesleğinde
ilerlese bile, belirli bir makama geldiğinde o eski birikimlerinin
kaybolmadığını birileri ona anlatır. Birileri o eski arkadaşlar, eski
alışkanlıklar ona en önemli yükselme zamanında bir Çin Setti gibi karşı durur
ve onu mat eder.
-
Benim de gönlüm var mıydı? Sorusu ileriki
yaşlarda düşünüldükçe ortaya çıkan bir soru olarak beynimizi kurcalar. Her
insan gibi bu soruyu soranlar da hatalar yapmak için belirli olgu ve sahalarda
bulunmuş ve bu hatalardan kaçınmasını bilerek yaşamışlar, arkadaşları
tarafında hor görülmelerine rağmen belirli bir yaşa geldiklerinde bunun
mükâfatını görerek hayatlarına devam ederler.
-
Gençlerin dikkat edecekleri bu davranış,
arkadaş seçme, kötü alışkanlıktan kaçma en önemlisi ise kendi gözünün önüne
bakması onun menfaatidir.
-
“Nasihat veren çok olur. Para veren olmaz”
derler.
|
Telif Eseridir izinsiz
kullanmayınız |
|
|
|
|
|
02 |
Bu sayının
içindekiler bölümüne dönmek için tıklayınız |
Bir önceki Sayfaya Gitmek İçin Tıklayınız! |
Bir sonraki Sayfaya Gitmek için
Tıklayınız! |
 |
Atilla ALPAY |
Atilla ALPAY Hayat Hikayesi |
- ERTUĞRUL FİRKATEYNİ
-
2.Abdülhamit Han’ın
emriyle japonya ile Devlet-i Ali' i Osmani arasındaki dostluk ilişkilerini
pekiştirmek amacıyla bir gemi hazırlanır.
-
İçinde kalabalık bir
seçkin insanlar heyeti ve hediyelerle Japonya’ya gidilecek ve imparatora Ulu
hakanın selamları ve dostluk mesajları sunulacaktır.
-
Zamanın en büyük
gemilerinden yelkenli ve üç direkli Ertuğrul firkateyni bu sefer için günlerce
hazırlandı.
-
Japon imparatoruna nadide
mücevherler, doru atlar, gümüş eyer ve koşum takımları, atlas çadırlar,hanedan
üyelerine ipekler ,tüller, halis dokumalar, ibrişim,incili ve simli
kaftanlar, sedef kabzalı kılıçlar, tombak miğferler ve kalkanlar, gergedan
boynuzu yaylar, çakmaklı altın kaplama kundaklı tüfekler; ülkedeki meyva
,sebze ve yemişlerden hazırlanan kumanyalar ve buna benzer değişik armağanlar
itina ile hazırlanmış ve nihayet yola çıkılmıştı.
-
Bir buçuk ay süren
yolculuk neticesi Japonya’ya varıldı. İmparatorun huzuruna çıkıldı. Ziyaret
de, oradaki geziler de , karşılamalar da her şey muhteşemdi. Osmanlı uleması,
fen adamları ve sanatkârlar için bu ülke adeta bambaşka bir yer ve bir masal
ülkesiydi.
-
-Ama efendim..Bu kadar
kısa zamanda bu hazırlığı yapamayız. Tamam heyeti karşılarız ,devlet
konukevine yeleştiririz. Fakat..Baş üstüne Efendim..anlaşıldı efendim..
-
Heyet çok kalabalık
efendim. Konukevine sığmadılar... oteline yerleştirdik. Heyette bir çok da
budist rahibi var.
-
-Bu heyet ne gerekçeyle
gelmiş, gelmeden önce konsolosluğumuza bildirmişler mi ?
-
-Evet efendim,
-
-Peki konsolos bize
bildirmiş mi?
-
-Evet Efendim.
-
-Peki bizim niye
haberimiz yok.
-
-Bu kadar ciddiye
alacaklarını sanmıyorduk efendim.
-
-Neyi
-
-Ertuğrul gemisinin
batışının ..yılını anmak üzere ülkemize gelerek dini bir tören yapmak
isteyeceklerini..
-
-Hoppala, ne yapacağız.
Bunları, Ayasofya’ya mı götürsek,ya biz laik bir ülkeyiz. Ne dini töreni.
Hemen dışişlerini ve başbakanlığı arayın.
-
-Haber geldi mi.
-
-Evet ,gereğini yapınız
diyor.
-
-İyi bizde protokole
haber verelim bari..Ama herkesin işi gücü var .
-
-Nereyi ayarladınız..
-
-Dolmabahçe sarayı,
muayede salonunu.
-
-Ala , haydi kolay
gelsin..
-
O gün çok ekren saatlerde
kalabalık Japon heyeti için Dolmabahçe sarayı açıldı. Sabah gün doğmadan
boğazın sularına karşı Dolmabahçe rıhtımında Budist rahipler tarafından
yapılan Ertuğrul şehitlerini anma duası ve töreni ile boğaza bırakılan çelenk
görülmeye değerdi. Ülkemizde bu kadar çok sayıda Budist rahibi ve onların
gerçekleştirdiği bir dini tören ilk defa oluyordu. Bir daha da olacağı yoktu.
Sonra salona geçtiler. Tütsüler yakıldı. Güneş yavaş yavaş doğuyordu. Garip
enstrümanlardan çıkan ince ve titrek sesler eşliğinde yine dualar edildi. Daha
sonra herkes derin bir sessizliğe gömüldü. Saatler süren bekleyiş sona erdi.
İstanbul protokolü nihayet korumalar ve eskortlarla tantanalı bir şekilde
saraya geldi. Kapılar açıldı, telsizler çalışıyor, korumalar birbiri ile
yarışıyor, bir hareketliliktir gidiyordu.
-
Türk heyeti Muayede
salonunun kapısında frak ve smokinleri ile göründüğünde içerden güzel tütsü
kokuları yayılıyor ve garip enstrümanlardan ince ve ahenkli duygusal sesler
çıkıyordu. Kimono ve ulusal giysileri, nahif makyajları içinde bayanlar bir
kenarda oturuyor, saz heyeti bir başka kenarda iken Budist rahipleri de
ellerini kavuşturmuş dua ediyor; erkekler de samuray kılıçları ve topuz
yapımı saçlarıyla,ince sarkık bıyıkları ve sert bakışlarıyla bağdaş kurmuş
birer buda heykeli gibi oturuyorlardı.
-
Heyet birden durmak
zorunda kaldı. Çünkü kendilerini ayakta karşılayan frak,smokin veya koyu
renk elbiseli güler yüzlü adamlar yoktu. Sanki bir tarihi film dekorundan
çıkmışçasına yüzü aşkın Japon Dolmabahçe Sarayının o tarihi dekorunda ince
minderler üzerinde yere oturmuş dua ediyorlardı.
-
Kısa bir sessizlik oldu.
Kimse yerinden kıpırdamıyordu. Sonra bir Budist rahip yüksek ve davudi bir
sesle dua etmeye başladı. Diğerleri de tasdik eder bir hece ile
mırıldanıyorlardı.
-
Bu arada görevliler bir
yerlerden sessizce sandalye taşıyor, heyet üyeleri için Japon’ların tam
karşılarına bir yer hazırlıyorlardı.
-
Törenin sonuna gelindiği
anlaşılıyordu. Bir kenardan kısa boylu zayıf bir Japon görevli zuhur etti ve
heyetin en önündeki resmi görevlinin kulağına eğilerek heyet adına bir konuşma
yapılacağını bildirdi.
-
En öndeki samuray kılıçlı
ve heybetli ,saçları topuzlu mahalli kıyafetli Japon ,sert ve kısa hecelerden
oluşan bir konuşma yaptı. Anında tercüme edildi. Türk heyetinden bir başka
yetkili de Japon heyetine duyarlılığından ötürü teşekkür etti. Bir genç Japon
kızının verdiği çiçeği ve küçük bir kutu içindeki armağanı aldı. Sonra resmi
görevli Japon sordu. Ve sorusu heyet başkanına tercüme edildi.
-
-Bizim duamız ve
törenimiz bitti. Sizin din adamlarınız nerede, onlarda kutsal kitabınızı
okuyup dua etmeyecekler mi ? Veya yapacağınız bir şey yok mu ?
-
Hazırlıksız
yakalanılmıştı. Bir yetkili hemen yakınlardaki Beyoğlu Cihangir Camii imamını
getirtmeyi düşündüyse de sonra vazgeçildi. Japonlar da durumu anlamışlardı ve
hiç itiraz etmeden sırayla kalkarak sandalyelerinde oturan heyeti eğilerek
selamladılar ve birer birer saraydan dışarı çıktılar.
-
Son olarak yine zayıf
Japon görevli ortaya çıktı ve heyetin şimdi de o dönemin imparatoru
2.Abdülhamit Hanın türbesine gitmek istediğini bildirdi.
-
Yine telsizler çalıştı.
Eskortlar, makam arabaları, korumalar koşuşturdu. Smokinli insanlar sarayın
merdivenlerinden hızla indi. Japonlar birkaç turist otobüsünde büyük bir
disiplin içinde yerlerini almışlardı. Makam arabaları, trafik ekipleri ve
konvoy hızla Cağaloğlu’na oradan da Divanyolu’na yöneldiler.
-
Nihayet büyük türbenin
önünde duran otobüslerden Japonlar indi ve sırayla türbenin dışında yan yana
ilkokul çocukları gibi dizildiler. Halk durmuş ne olduğunu anlamaya
çalışıyordu. Kalabalık gittikçe arttı. Nihayet kapılar açıldı. Japon heyeti
küçük guruplar halinde türbenin içine girerek dua etmeye ve daha sonrada geri
geri giderek ve arada bir eğilerek türbeden dışarı çıkmaya başladı.
-
En son bir yetkili
türbenin bir kenarına bir buket çiçek yerleştirdi.Yine bir kutu bıraktı.
-
Toplantı ve ziyaret
kısaca her şey bitmişti. Japonlar da, Türk heyeti de yavaş yavaş dağıldılar.
-
Ertesi günün
gazetelerindeki başlıklar ilginçti.
-
Ertuğrul firkateyninin
Japonya’da batışının ..yıldönümünde bir parlamenter ve protokol heyeti,kırk
Japon samurayı,on bayan görevli,bir musiki heyeti ve yirmi Budist rahibi
İstanbul’a gelerek Dolmabahçe sarayında büyük bir anma töreni
gerçekleştirdiler.
-
Sabah gün doğmadan
Dolmabahçe rıhtımında duaya başlayan Japonlar boğazın sularına çelenk bıraktı.
Hiçbir gazetecinin ve televizyonun bulunmadığı bu töreni gören balıkçılar
böyle muhteşem bir hadise görmediklerini ve Japonların birer çocuk gibi
gözyaşı döktüklerini söylediler.
-
Öğlene doğru saraya gelen
Türk heyetinde din adamı olmaması ve Japonya topraklarında şehit olan 165
denizci, ilim ve Din adamlarından oluşan Osmanlı heyeti için de törende rol
alınmaması protestolara yol açtı.
-
Daha sonra Abdülhamit Han
türbesini ziyaret etmek isteyen heyet için “bakanlar kurulu izni” gereken
türbe önceden giden görevliler tarafından kapısı kırılarak açıldı ve başka bir
mahcubiyetten de böylece kurculundu.
-
Japon heyetinin türbede
dua ettikleri ve eğilerek geri geri dışarı çıktıkları gözlenirken Türk
heyetinden kimsenin türbenin içine girmediği de gözlerden kaçmadı.
-
Kimono ve Samurai
kılıçlarıyla Dolmabahçe de ince minderlerde saatlerce oturarak dua eden
japonlara mukabil ;Türk heyetinin sandalyelerde oturarak hiç dua etmedikleri
de toplanının hoş olmayan ayrıntılarındandı.
-
Japon Meiji Hanedanından
İmparatorun kardeşi ile saray erkanından bir çok hanedan üyesinin de Samuray
kıyafetiyle katıldığı törende resmi bir Türk Din görevlisinin bulunmaması
büyük bir skandal olarak nitelendiriliyor.
-
Heyet
İstanbul Vali Muavinine bir buket ve kutu takdim etti. Bunların bir eşi ise
Abdülhamit Han türbesine bırakıldı. Kutuda; Japonya’daki Ertuğrul Şehitlerinin
kabirlerinden alınan toprak olduğu ve buketin ise Türk denizcilerin
mezarlarında yetişen kiraz çiçeklerinden hazırlanıldığı öğrenildi.
|
Telif Eseridir izinsiz
kullanmayınız |
|
|
|
|
|
|
03 |
Bu sayının
içindekiler bölümüne dönmek için tıklayınız |
Bir önceki
Sayfaya Gitmek İçin Tıklayınız! |
Bir sonraki Sayfaya Gitmek için
Tıklayınız! |
 |
Mesut ARTAR |
Mesut ARTAR Hayat Hikayesi
|
- GERÇEĞİ GÖRMEK ZORDUR, ÖZELLİKLE ONU GÖRMEK
İSTEMEDİĞİMİZDE?.
-
Olaylara her zaman objektif olarak bakabiliyor
muyuz? Peki, bizim için çok önemli olan olaylara ne kadar objektif yaklaşa
biliyoruz?
-
Maalesef genelde, yaşamımızda alacağımız karar
ne kadar önemli ise, bizim objektif olarak kalabilmemizde o kadar güçtür.
Arkadaşınızın yanlış biri ile çıkmasında onun objektif olarak olaylara
bakamadığı, yani kör noktasının olduğu yerde, sizin bu olaylara daha objektif
yaklaşıyor olmanız kolaydır. Bu beraber çalıştığınız biri ise daha zor,
patronunuz ise biraz daha zor hele sizseniz çok, çok daha zor olacaktır.
-
Yaşam boyu bazı kararlar vermek zorundayızdır.
Bunlar bazen bize acı verirler, bazen de sevindirirler. Genelde acı çekmek
istemediğimizden, kaybetmekten korktuğumuz için ve duygularımız bizi uzun
süreli realiteye körleştirdiğinden, en kolay, acısız ve çatışmasız çözümleri
yeğleriz. Sayın Vekilim seçtiği bu yoldur. Sayın ÇESOB Başkanı ; sitemi
bundandır ama unuttuğu veya görmek istemediği taraf daha öncesi eski ÇESOB
başkanı bu yolla kendi partilerinde saf tuttuğudur. Bunu bir aile ortamında
düşünerek örneklersek Bir kadının eşi sürekli olarak başka kadınlar ile flört
ediyorsa, kadın bunun büyük olasılıkla farkına varacaktır. Ama ona âşıksa veya
maddi olarak bağımlıysa ya da ilişki alışkanlık boyutunda ise, onun flört
ettiğini görmek istemeyecektir, eşi de kendisine yakın davranıyorsa masum
olduğunu düşünecektir. Buradaki kör noktalardan biri, eğer adamın hayatında
başka biri olmasa eşine bu denli müşfik davranmayacağıdır.
-
Evet, bizler ne zaman gerçek bir tehlike ile
karşı karşıya kaldığımızı hissedersek at gözlükleri takma eğilimine gireriz.
Tatsız ve rahatsız edici şeyler karşısında, gözlerini kapamak ve aklını
çalıştırmamak insanın doğasındadır. Gerçeği görmek zordur, özellikle onu
görmek istemediğimizde.
-
Ancak bu eğilimlerimizi aşabiliriz, önce, bizi
en çok üzecek şeyin, gerçekleri görmemezlikten gelmek ve kabul edeceğimiz
yerde gerçeği çarpıtmak olduğunu anlamamız gerekir.
-
Duygusal olarak bağımlı olduğumuzda tam olarak
objektif olamayız ya da bunu sürdüremeyebiliriz, bağımlılığımız ne denli güçlü
ise akıl dışı davranma eğilimi o denli güçlü olur. Tutkumuz normale inene
kadar, ilişkideki temel çatlakları bile gözden kaçırma eğilimine gireriz. Bu
yüzden eğer duygusal olarak bağlı olduğumuz birini değerlendiriyorsak, en
azından objektifliğimizi sürdüremeyeceğimiz konusunda temkinli olmalı, bunun
bilincine varmalıyız. Daha objektif olabilecek bir dostumuza, arkadaşımıza
danışmalıyız ve geriye bakmalıyız.
-
Zamanınız kısıtlı ise, kendimizi farklı
tepkiler veriyor olarak bulabiliriz, ihtiyaç hali ile hareket ediyoruzdur ve
olayları açık bir şekilde değerlendiremeyiz. Bu durumda başlangıç için geçici
bir çözüm bulmalı, sonra esas çözüme odaklanmalıdır. Geçici çözümler kısa
vadede daha uygunsuzdur, ancak uzun vadede iyi bir seçim için bize ihtiyacımız
olan zamanı sağlar.
-
Aynı şekilde korkuda objektifliği etkileyen
etkenlerden biridir. Aslında çokta iyi gitmeyen bir evliliği sonlandırmaktan
korkarız, çünkü daha iyisini bulamamaktan çekiniriz. Bakış açımız acıdan
kaçmak isteği ile bir miktar çarpılır. Ancak korkularımızın da üstesinden
gelmek mümkündür.
-
Yukarıdaki örneğe dönersek, birkaç yıl sonra,
günlerinizin sayılı olduğunu biliyor ve ayrılmayı düşünüyorsak, sizi rahatsız
eden duygular içine girmiş olursunuz. Sizden ayrılmak için karşı tarafın bir
fırsat arayıp aramadığını anlamaya çalışırsınız. Ne kadar objektif olursanız
olun korkularınızı yenmek elinizden gelmez. Bu durumda korkularınızı yenmek ve
daha nötr hale gelmek için iki liste yapmalısınız. Biri eğer evli kalırsanız
yaşayacağınız mutsuz ve heyecansız hayata dair acı tecrübeleri, diğeri ise
eğer ayrılırsanız yaşayacağınız tecrübeleri içermelidir.
-
Bu listeleri yaparak korkularınızı kontrol
altına almaya başlayabilirsiniz. Bu listelerden biri açık şekilde daha kötü
ise daha az acı verecek olanı seçebilirsiniz. Ancak ikisi de kıyaslanabilir
riskler taşıyorsa o zaman korkularınız genel olmaktan çıkacak ve gerçek
korkunuz hakkında objektif olabilmek için odaklanacaksınızdır. Liste yaparak
kendiniz hakkında bilgiler elde edinirsiniz bundan sonra yakın bir arkadaş,
dost bu insanlarla konuşarak daha objektif kararlar alabilirsiniz. Unutmayalım
korkuya karşı en iyi silah bilgidir. Ancak topladığınız bilgiye dayanarak
hareket edemiyorsanız birkaç çözüm varmış gibi davranın ve kendinize sorun,
eğer yalnız olsaydım ve şu anda evli olduğum insana benzeyen biri ile tanışsa
idim, bu insanla beraber olur muydum, yoksa başkasını mı arardım diye.
-
Şimdi
elinizdeki bilgiyi objektif olarak değerlendirin, eğer kendinizi şu sıra başka
bir ilişkiye meyleder bulursanız, bir değişimin zamanı gelmiş olabilir.
|
Telif Eseridir izinsiz
kullanmayınız |
|
|
|
|
|
|
04 |
Bu sayının
içindekiler bölümüne dönmek için tıklayınız |
Bir önceki Sayfaya Gitmek İçin Tıklayınız! |
Bir sonraki Sayfaya Gitmek için
Tıklayınız! |
 |
Mustafa TURAN |
Mustafa TURAN Hayat Hikayesi
|
-
ÇOBANLIKTAN YAZARLIĞA NASIL GEÇTİM?
-
Çocukluğum, her defasında bir film
şeridi gibi gözümün önüne geldiğinde, iç çekip dakikalarca derinlere
dalar giderim. Çocukluğumu, bir çocuk gibi doyasıya yaşama
imkânından yoksunluğuma üzülürüm hep. Çünkü ben, normal bir çocuğun
ne yaşantısına, ne oyuncaklarına, ne de lüksüne sahiptim. Hayvan
tüylerinden oluşan yuvarlaktı gündüzleri benim yegâne topum.
Geceleri bir kandil ışığından ibaretti bütün ışığım. Çelik çomaktı
en lüks oyunum. Uçurtma uçuracak renkli bir kâğıttan dahi yoksundum.
20-25 haneli küçücük bir köydü benim bütün dünyam.
-
Böylesi olumsuz şartlarda ve mekânlarda bitirmiştim ilkokul’u.
Birleşik sınıflarda günde bir saat ders görerek,
muhtemelen
de hep vekil olan öğretmenlerde okumuştum.
- Henüz 10-11 yaşlarında körpe bir çocukken, kaderde hayvanların
peşine düşmek de varmış. Sabahları, önümde koyunlar, ardımda çoban
köpekleri dağlara doğru yol alırken, annemin kendi eliyle dokuduğu
bezden diktiği çantama, ekmek ve peynirle beraber, öğretmenimden
ödünç aldığım bir de kitap koymayı ihmal etmiyordum.
-
Akşama kadar o kitabı bitiriyor,
çoğu kere de kitapların gizemli dünyasına sırılsıklam tutulduğum
için, hayvanları kaybederek gözü yaşlı dönüyordum köye. Artık
kitaplar süslüyordu benim küçücük dünyamı. Kitaplarla o kadar
yakın dost olmuştum ki, yalnızlığımı onlarla yenmiştim. Gece
gündüz okuduğum kitaplarla avunuyor, birini bitirip diğerine
başlıyordum. İsli kandillerin ve ağır gaz kokulu lambaların cılız
ışığında yorgana bürünüp gece yarılarına kadar okuyor ve kitapla
sarmaş dolaş dalıyordum uykularıma.
-
Koyunları otlatırken dağdan köye dönmenin yaklaştığı akşamın
alaca karanlığında, Baltalı Köyü’nün meşhur Dalaksuyu mevkiindeki
yüksek Nâre tepesinden Bilecik ve Eskişehir’in, gökyüzüne yansıyan
kızılımsı ışıklarını görünce, başımı iki elimin arasına alıp,
dakikalarca hayallere dalıyor ve kendi kendime: “Mahkûm muyum ben
bu dağlara ve bu çobanlığa? İşte medeniyet orada. Ben o medeniyete
gitmeliyim…” diyordum. Ardından da, hafızamda şehirlerde yaşama
hayalleri kuruyordum dakikalarca.
-
Döksem şimdi o çocuksu hayallerimi yazıya, sığması mümkün
değil ciltler dolusu kitaplara. Çünkü dünyadan habersiz hayat
sürüyorduk o loş ışıklı gaz lambasıyla, yarı aydınlanan kerpiç
evlerde. Elektrik yoktu. Su, kaplarla taşınırdı köy çeşmesinden.
Bilmezdik şimdi kendisine esir olduğumuz televizyon kutusunu.
Tanımazdık şimdi yanımızdan hiç ayırmadığımız telefonu. Gelmezdi
köyümüze ne dergi, ne de gazete. Şimdi müzeleri süsleyen o
bataryalı hantal radyolar dahi, ancak köyün ağasında bulunurdu.
Bütün bunlar, o günün dünyasında lükstü bizim için. Düşünün
bir kere, o günün en hızlı ulaşım aracı yalnızca attı. Sadece
öğretmen ve imamdı köyün bilenleri ve aydınları.
-
Yedi yaşında öksüz kalan babam,
okuma-yazmayı kendi kendine öğrenmiş, takvim yaprağı, eski gazete,
eski dergi ve kitap ne bulursa okuyan bir insandı. O, birçok
yönüyle diğer babalara hiç benzemezdi. Öyle sanıyorum ki, okuma
aşkı bana rahmetli babamdan geçmişti. Çünkü O, bana her fırsatta,
okuduklarıyla elde ettiği birikimden örnekler ve öğütler verirdi.
Ders alınacak nitelikte ibretli ve hikmetli hikâyeler anlatır ve
alınacak dersi açıkça ifade ederdi. Babasız büyümenin ezikliğini
yaşadığını ve okuyamadığını her defasında iç çekerek anlatır,
ardından da: “Kaderimiz böyle yazılmış evlat, elden ne gelir”
diyerek kendini teselli eder ve “buna da şükür daha kötü durumda
olan insanlar da var ”derdi.
-
“Evladım!” diye başlayan öğüdüne:
“Sakın ola ki, vaktini boşa harcama. Her gün yeni şeyler oku ve
öğren. Hiç bir şey yapamıyorsan bol bol imza at… Hayatta hiçbir
zaman ben kimden yana olacağım deme. Benden yana olacak var mı de.
Dürüst ve mert ol. Doğruluktan ayrılma. Kötülüğe meyletme”…
Şeklinde sıralardı ard arda öğütlerini. Küçükken kekeme olan
birinin keçisiyle konuşa konuşa büyük bir hatip olduğunu, daha
sonra çok çalışıp Amerika başkanlığına kadar yükseldiğini
ballandıra ballandıra anlatır ve : “Evlat! İnsan azmettikten
sonra, bu dünyada başaramayacağı bir iş yoktur” derdi. Çoğu kere
tarlada kara sabanla çift sürerken yanı başında yürüdüğüm o
sıralarda, babamın bana verdiği, doğrusu o gün için pek de mana
veremediğim bu altın öğütlerin, bende ne büyük doping etkisi
yaptığını neden sonra ancak anlayacaktım. Nitekim yıllar sonra
kaleme aldığım Timaş yayılarından çıkan ve yeni yeni baskılar
yapan , “Tarih Boyunca Babaların Çocuklarına Öğütleri” adlı eser,
belki de bilinç altında yer etmiş bu duyguların bir
tezahürüydü.Ara sıra evde bir telaş görür ve rahmetli neneme
sebebini sorardım. O da: “Evladım! Hoca (imam) nöbeti var, baban
birazdan tarladan gelir. Yemek hazırlıyorum. Köy odasına yemek
götürecek” derdi. Kızartılan börekler, yapılan pekmezli tatlılar
ve hazırlanan en leziz yemekler köy imamı içindi. Köyün imamına
herkes büyük saygı duyar ve onu kemal-i hürmetle dinlerdi. Köy
odasında başköşede o oturur, çay önce ona ikram edilir, köyün bir
bileni olarak sohbet ve muhabbetin sahibi de hep o olurdu. Çok
büyük bir insan olmalıydı.
-
Hayal dünyalarımın perisini bulmuş
ve oracıkta kararımı vermiştim. Ben de o güzel yemeklerden tadmak ve saygın olmak için imam
olacaktım. Bu çocuksu fikrimi babama açtığımda, gülümsedi ve
gayet makul karşıladı. Rakımı çok yüksek dağ köyünden 17 km
uzaktaki kazaya inmiş hafızlık yapıyordum artık. Öylesine bu işe
yoğunlaşmıştım ki, gündüzler bir yana, geceleri dahi uykudan
kalkıp saatlerce Kur’an’ı ezberlemekle meşguldüm. Tamamını
ezberleyince hafızamda meydana gelen değişimleri ve gelişimleri
hissedebiliyordum. Zihnimdeki bu açılım, bana öylesine bir
potansiyel kazandırmıştı ki, ileride hoşuma giden beyitleri,
rubaileri, gazel, kaside, kelime, kavram ve özdeyişleri artık bir
iki kez okumakla çok rahat hafızama alabilecektim. 600 sayfa
Kur’an’ı hıfzettikten sonra, bunları ezberlemek benim için çocuk
oyuncağından farksızdı.
-
Ufkum da açılmış olmalı ki, hedeflerim büyümüştü. Çünkü, bir gün
kazada bulunan tüm imamların bir toplantısına şahit olmuştum.
Dışardan birisinin gelmesiyle hepsi ayağa kalkarak saygı
göstermişlerdi. Meğer müftüymüş o. Benim imrendiğim imamdan da
büyük bir müftünün varlığını tanımıştım o gün. Kararımı o anda
değiştirip, müftü olmayı koymuştum kafama. Artık gözlerim hep
müftü üzerindeydi. Bir gün kazada kutlanan Cumhuriyet Bayramını
izlemeye gitmiştim. Ortaokul öğrencileri ellerinde trampetler,
üzerlerinde tertemiz elbiseler ve boyunlarında kravatlarıyla
düzenli yürüyüş yaparak, çevresini halkın doldurduğu, meşhur
Gölpazarı Horhor çeşmelerinin bulunduğu alanda sıra olmuşlardı.
Gözümü üzerinden ayırmadığım Müftü Bey, birkaç kişiyle koltuğunda
oturmakta iken, birisinin gelmesiyle derhal ayağa fırlayıp
ceketini düğmeleyerek saygı gösterdiğini görünce, kim olduğunu
sormuştum. Böylece müftünün de üzerinde bir Kaymakamın olduğunu
öğrenivermiştim o gün oracıkta. Madem öyle, ben de Kaymakam
olmalıydım. Bütün bu gelişmeler olurken, imamlığı çoktan unutmuş
ve köye tekrar dönmeyi düşünmez olmuştum artık. Ortaöğretim için
bir anda Bilecik’te bulmuştum kendimi.
-
Benim
için, varlığımın bir parçası olan kitapların yazarlarına olan
ilgim ve hayranlığım da epeyce artmıştı bu arada. Bu yazarlar, çok
büyük insan olmalılar. Onlar büyük şehirlerde yaşarlar, ulaşmak
çok zor olmalı diyordum. Bir gün okulun bahçesinde gördüğüm Türkçe
öğretmenim Ruknettin Avcı Bey’in yanına koştum ve karşısında
durarak yekten : “Hocam, ben de yazar olabilir miyim?” deyiverdim.
Biraz da tebessümle mânâlı mânâlı yüzüme bakıyordu öğretmenim.
Benim ise kalbim neredeyse yerinden fırlayacakmışçasına güm güm
atmaktaydı. Çünkü “olamazsın” der diye ödüm patlıyordu . Babacan
bir tavırla ellerini omzuma atan öğretmenim, beni şefkatle
kendisine çektikten sonra, bir yandan başımı okşarken, bir yandan
da : “Evet olursun Mustafa Turan. Hem de iyi bir yazar olursun.
Ama bir şartla” diyordu. Heyecanla o şartın ne olduğunu sorunca
da : “Önce çok okumalısın yavrum , hem de çook. Çünkü okumadan
yazar olunmaz” cevabını almıştım. Teşekkür ettim. Artık, istediğim
o umutlu cevabı almanın mutluluğu içindeydim.
-
Bir gün
kendi yazdığım kitabın hayallerini çoktan kurmaya başlamıştım
bile. Bundan sonra ikinci adresim kütüphaneydi. Beyin mızrabımda
vuruşları hissediyordum ve sanki kitaplar beni Mevlanaca
çağırıyordu: “Gel! Ne olursan ol yine gel”. Bu düşüncelerle
girdiğim kütüphanede binlerce kitabı su gibi, yudum yudum
içmeliyim diyor ve artık bana hayat verecek iksire kavuştuğumu
düşünüyordum. Arşimed’in suyun kaldırma kuvvetini bulduğu andaki
heyecanı yaşıyor gibiydim. Bir yandan da raflarından çektiğim
kitapları kokluyor, bağrıma basıyor ve Yunusca haykırıyordum
:”Ballar balını buldum. Kovanım yağma olsun.” Bu duygular içinde ,
hiç bir ayırım yapmadan ne bulursam sürekli okuyordum.
-
İhtiyaç
duyduğum kitapları satın alacak param olmadığı için, il halk
kütüphanesine gidip orada okuyarak geçiriyordum çoğu zamanlarımı.
Bir gün yağmurlu ve soğuk havada gitmiştim okula.
Ayakkabılarım tabanlarından su aldığı için, çoraplarım ıslanmış ve
ayaklarım hem üşümüş, hem de uyuşmuştu. Hissetmiyordum artık
ayakkabılarım içinde onları. Sobaya yakın bir sırada oturuyordum.
Ders esnasında öğretmen tahtaya döndüğü anda, ayaklarımı sobaya
uzatıyor, geriye dönünce de aynı hızla çekiyordum. Bir sonraki
derse, öğretmen elinde bir listeyle girmiş ve fakir öğrencileri
tespit ederek ihtiyaçlarını not ediyordu. Utancımdan
arkadaşlarımın içinde “benim ayakkabıya ihtiyacım var” diyemezdim
elbette.
-
Ayağımın
birisini sıranın dışarısına özellikle çıkarmıştım ki, o yırtık
pırtık ayakkabımı öğretmen görsün de, kendisi beni listeye yazsın
diye dua edip bekliyordum. Gerçekten bir süre sonra fark edip beni
tahtaya çağırmış ve ayakkabını çıkar bakayım demişti. Tek ayak
üzerinde diğer ayağımı çıkarınca, vıcık vıcık su içindeki çorabımı
görmüştü de: “Evlâdım! Bak ayakkabıların delik deşik niye parmak
kaldırmıyorsun” diye sormuştu. Ben ise utancımdan yerin dibine
girercesine, sadece boynumu bükmüş ve sessiz kalakalmıştım.
Listeye, ayakkabı ve çoraba ihtiyacı var diye yazınca, derin bir
nefes almış ve bir süre sonra da yenilerini giyince, bilseniz ne
mutlu olmuştum. İşte bu yoksulluktur ki, beni daha çok okumaya
motive ediyordu. Bu birikimle olmalı ki, orta birinci sınıf
sonunda yapılan oldukça zor bir sınavı kazanıp, Bursa’ya geçen iki
öğrenciden birisi ben olmuştum. Artık ihtiyaçlarımı devlet
karşılayacaktı. Maddi açıdan epeyce rahatlamış ve aileme de yük
olmaktan büyük oranda kurtulmuştum. Bursa’daki orta ve lise
yıllarım dolu dolu geçmişti.
-
Şehirdeki konferansları, panelleri ve kültürel faaliyetleri hiç
kaçırmıyordum. Şehir kütüphaneleri ve kitapçılar en çok uğradığım
mekânlar olmuştu. Okul kütüphanesinin müdavimlerinden biriydim.
Artık kitaplara aşık olurcasına tutulmuştum. Sanki bir güç beni
büyüleyip kitaplara tutsak etmişti. Ben de kitap okuma zevkine
köle olmuştum. Kitap okurken Ramazan’ın letafetiyle iftar
sofralarındaki hazzı alıyordum. Çatlamış dudaklarıma bir zemzem
gibiydi o kitaplar adeta. Bu zevkle orta hacimli bir kitabı okuyup
bitiriyordum her gün. Okuduğum kitapların, beni kanatlandırıp
bambaşka alemlere uçurup götürdüğünü hissedebiliyordum. Nehirleri
kitapla geçtim. Denizlerden okyanuslara kitapların kanatlarında
ulaştım. Kitaplarla nice merhaleler aşıp, aradım ilim ummanındaki
en nadide incileri. Bu kutlu yolculukta alemleri seyran eyleyüp
nice bilgi hazineleriyle karşılaştım.
-
Yapılan bir şiir yarışmasına ben de katılmıştım. Çok
da iddialı değildim ama, yarışma neticesinde ikincilik ödülünü
kazanmıştım. Bu başarı, beni daha fazla motive edip yazmaya
yöneltiyordu. Şehre konferans için gelen konuşmacıları izlerken,
onlara hayran oluyordum. Onların toplulukların karşısına geçip
konuşmaları çok cazip gelmişti bana. Bir defasında Bursa Heykel’de
Ahmet Vefik Paşa Tiyatro salonunda bir konferansa dinleyici olarak
gidip,
geri sıralarda ancak yer
bulabilmiştim. Önümde yüzlerce insan vardı ve ben onların enselerini
seyrediyordum. Oysa konferans veren Yazar’ın karşısında, hep yüzler
vardı. O da yüzleri seyredip onlara hitap ediyordu. İşte o gün orada
kendi kendime demiştim ki: “Bir gün sen de o kürsüde olmalısın ve
yüzler seyretmelisin.” Çocukluğumdan beri hedeflerim
mütemadiyen büyüyordu. Artık iyi bir hatip olmak da girmişti
hedeflerimin arasına. Bu amaçla, şehre gelen kültürel hatiplerin
yanında, siyasi hatipleri de kaçırmıyordum . İyi bir hatip olmak
için de, daha çok kitap okumam gerektiğine inanmıştım.
-
Yılların
birbirini kovaladığı ve benim zafer bayrağımı her yıl bir üst sınıfa
diktiğim bu zaman tünelinde, bir yandan derslerime çalışıyor, bir
yandan da harçlığımı temin etmek maksadıyla hafta sonları
inşaatlarda tuğla taşıyordum.Yaz tatillerinde de deniz kenarlarında
garsonluk yapıp, kışın ki ihtiyaçlarım için harçlık biriktiriyordum.
Bazen de iki arkadaş İstanbul’a gidip, kolilerle indirimli kitaplar
alıyor ve öğrencilere satıyorduk. Böylelikle hem harçlığımıza katkı
sağlarken, hem de okuyacağımız kitapları temin ediyor ve zengin bir
kitap koleksiyonuna da sahip oluyorduk. Nedim’in bir taşına bütün
acem mülkünü feda ettiği, Yahya Kemal’in, sade bir semtini sevmek
dahi bir ömre değer dediği ve N. Fazıl’ın : “ Ana gibi yar olmaz,
İstanbul gibi diyâr. Güleni şöyle dursun ağlayanı bahtiyar…” diye
tasvir ettiği dünyanın incisi o güzel şehir İstanbul’u, engin tarihi
ve zengin coğrafyasıyla ilk gördüğümde büyülenmiştim adeta. Galiba
dünyadaki cennet budur diyordum kendi kendime.
-
Ne
imamlık, ne müftülük, ne de kaymakamlık yoktu gözümde artık. Çoktan
unutmuştum bu çocukluk tutkularımı. Kültür, sanat ve edebiyat gibi
yeni yeni sevdalara tutulmuştum. Artık çocukluk hayallerimin çok
ötesinde, yalnızca üç hedefim vardı: Biri İstanbul, diğeri
Üniversite, üçüncüsü de edebiyat. Zira okuduğum kitaplar beni
büyülemişti sanki ve edebiyatın cazibe yüklü dünyasına çekmişti.
1977
yılında üç bin mevcutlu okulun seçip Üniversiteye hazırlık için
İstanbul’a gönderdiği dört öğrenciden birisiydim. Hiç durmadan test
çözerek gece gündüz Üniversite sınavlarına hazırlanıyordum. Bu yoğun
sınav trafiğinde dahi, kitaplardan kopamıyordum. Çocukluğumdan beri
okuduğum kitapların, bende derin bir bilgi ve kültür birikimi
sağladığını hissedebiliyordum. Yaklaşık bir aylık hazırlıktan
sonra, en büyük hedefim olan, üç temel ögeyi birleştirip, İstanbul
Üniversitesi Edebiyat Fakültesi öğrencisi olmuştum. Bu keyfiyetin,
bana kazandırdığı mutluluğu ifade edecek kelimeyi bulmak çok güç.
-
Üniversite
tahsilim boyunca, beni arayanlar için Fakülteden sonraki ikinci
adresim, Üniversite ve Fakülte kütüphaneleri ile birlikte, Beyazıt,
Süleymaniye, Atıf Efendi, Ragıp Paşa ve Edirnekapı Millet
kütüphaneleriydi. Beyaz Saray, Sahaflar ve Cağaloğlu kitap
vitrinleri de üçüncü adresimdi. Kitaplardan başka hiç bir şeyi gözüm
görmüyordu.
- Hocam’ın: “Yazmak için önce okumalısın
“ Sözü çınlıyordu her dakika kulaklarımda. Okuduğum kitaplardan da
şu sözleri not etmiştim: “Düşlerini gerçekleştirmek isteyenler,
uyanık kalmak zorundadırlar.” “Nereye gideceğini bilen bir insana
yol vermek için, dünya bir tarafa çekilir.” Atatürk de: “Ben
çocukken fakirdim. İki kuruş elime geçse bunun bir kuruşunu kitaba
verirdim. Eğer böyle olmasaydı bu yaptıklarımın hiç birini
yapamazdım” demişti. Önüme aydınlık ufuklar açmıştı bu tür sözler
benim.Artık uykuda bile zihnim kitaplarla ve okumakla meşguldü. Vapurda,
otobüste, trende gece, gündüz her zaman her yerde okuyordum. Ders
aralarındaki boşluklarda arkadaşlarım Çemberlitaş ve Beyazıt’daki
sinemaları tercih ederken, ben rotamı kütüphanelere çeviriyordum.
-
Tarih
öğrencisi olmam dolayısıyla, Topkapı Sarayına kimliğimi gösterip
ücretsiz girebiliyordum. Sık sık saraya gidip ziyaretlerimi
yaptıktan sonra, boğazın büyüleyici manzarasını dakikalarca
seyrederek okuyordum kitaplarımı. Üniversiteden mezuniyet tezimi de
İstanbul kütüphanelerinde ve ağırlıklı olarak da Topkapı Sarayı
içindeki III. Ahmet kütüphanesinde hazırlamıştım. Topkapı Sarayı,
hayatımın ayrılmaz bir parçası olmuş ve adeta mesken edinmiştim bu
canlı tarih hazinesini. Saray, sonraları benim tahsil hayatımda
olduğu kadar , diğer alanlarda da o kadar derin izler bırakacaktı
ki, bir daha ömrüm boyunca unutamayacaktım o hatıraları. Çünkü
birkaç yıl sonra eşim olacak bayanı da, Güzel Sanatlar Fakültesi’nin
tezhip ve ebru öğrencisi olarak, yine o sarayda bulacaktım. Ve
bundan sonra artık gönlümde esen fırtına ile, içim içime sığmayacak
ve saraya daha canlı ve heyecanlı gidecektim. Zira sarayın çekici
cazibesi kat be kat artmıştı artık benim nezdimde. Ayaklarım beni
oraya, yürüyerek değil koşarak götürüyordu sanki. Dört yıl, göz
açıp kapayıncaya kadar geçmiş ve 1981’de mezun olmuştum bu tarihi
üniversiteden.
-
Tahsil
hayatımın üç tarihi şehir olan ve üçü de Osmanlıya başkentlik yapan,
Bilecik, Bursa ve İstanbul’da geçmesi benim için tarifi imkânsız bir
bahtiyarlıktı. Sonraları bu keyfiyeti bilenler tarafından : “Tahsil
hayatınız üç tarihi şehirde geçtiği için mi Tarihçi oldunuz?”
Sorusuna muhatap olacaktım sık sık. Bu arada bir kıtada okuyup,
diğer kıtada oturmak, Boğazın o muazzam güzelliğini doya doya temaşa
ederek bir kıtadan diğerine gidip gelmek, dünyada kaç kişiye nasip
olurdu acaba? İşte ben de o şanslı insanlardan biri addediyordum
kendimi. Ama kader bizi Üniversite tahsilinden sonra, önce vatani
görev için Lefkoşa’ya, ardından da öğretmenlik için Türkiye’nin öbür
ucu olan Artvin’e savurmuştu.
-
Türkiye’nin diğer ucunda genç ve
idealist bir öğretmendim artık. Derslere her akşam saatlerce
kaynaklardan enine boyuna hazırlanıyor, elde ettiğim birikimi
eskileriyle sentezleştirerek ertesi gün öğrencilerimle
paylaşıyordum. Sarfettiğim enerjiyle tatlı bir yorgunluğun
neticesinde, geceleri başıma yastığa koyduğumda, vazifesini bihakkın
yapabilme çabasının verdiği huzurla, mutlu dalıyordum uykularıma.
Çok seviyordum yarınlarımız demek olan bu yaramaz minyatürleri.
Derse girme vaktini iple çekiyordum adeta ve ders bitsin
istemiyordum. Genellikle öğretmenler, kendilerine takılan isimden
pek memnun olmazlar. Ancak oradan ayrılırken, çalıştığım lisede
öğrencilerimin bana taktıkları ismi öğrendiğimde, hepsinin
gözlerinden öpesim gelmişti. Aralarında bize “Ayaklı Kütüphane” diye
hitap ederlermiş. Bu durum, yukarıda anlatılan kısa öyküyü tamamlar
mahiyette olması açısından önemlidir sanırım.
-
Artık hızlı okuma tekniklerini de öğrenmem sebebiyle az zamanda çok
kitap okuyabiliyordum. Bu şekilde okuduğum kitaplar binlerle ifade
edilecek boyuttaydı. Kitap okuma gayretim, öğretmenliğimde de devam
ediyordu. Bir yandan da Milli Eğitim, Türk Edebiyatı, Seviye,
Kümbet, Diyanet, Ana Kültür Sanat, Erciyes, Ozan gibi dergiler ile
bazı
-
gazetelerde yazıyordum. O sıralarda, bir gazete ya da dergide
yazı ve şiirimizin çıkması, bizi ziyadesiyle mutlu etmeye
yeterdi. O gün nereden bilebilirdim ki, bir gün gelecek seçkin bir
grup arkadaşla “Irmak Kültür Sanat Dergisi”’ adında bir dergi
çıkarıp yazı işlerini deruhte edeceğimi. Ve yine nereden
bilebilirdim ki, kısa adı İLESAM olan Türkiye İlim ve Edebiyat
Eserleri Meslek Birliği ve Türkiye Yazarlar Birliği gibi seçkin
kuruluşların bir üyesi olacağımı, Türkiye genelinde yapılan
yarışmalarda dereceler elde edeceğimi ve “Yılın Edebiyat Sanatcısı”
ödülü gibi onurlu bir ödüle sahibi olacağımı.
-
Ve artık 1990’lı yıllarda ilk
kitabım “Temel Sorunların Analizi” adıyla çıkmış, böylece
çocukluğumdan beri kurduğum hayallerim gerçekleşmişti. Şairler ve
yazarlar derneği genel Başkanı merhum Göktürk Mehmet UYTUN örnek
kitabı Ankara’dan kalkıp görev yaptığım Bolu’ya getirmiş ve
mutluluğu bizimle paylaşmıştı.
-
Adeta ilk çocuğun doğuşu gibi,
tarifi imkânsız bir duyguydu bu. Çok arzu ettiği oyuncağına
kavuşan çocukların sevincindeki halet-i ruhiye içinde, bağrıma
basmıştım ilk kitabımı. Evirip çevirip ona Alaaddin’in sihirli
lambası gibi bakıyordum. İlk kitabımı cilveli bir edayla ve büyük
bir mutlulukla, bana verdiği katkı ve desteğe de teşekkür ederek
imzalamıştım eşime.
-
Sonra da çantama 20 kadar kitap
koyup İstanbul’un yolunu tutmuş ve Cağaloğlu’ ndaki kitapçılardan
başlamıştım dolaşmaya. “Ben de bir kitap yazdım vitrininize koyar
mısınız?” diyordum lakin, uğradığım hiçbir kitapçı benimle
ilgilenmiyordu. Beyazıt’a çıktığımda aynı manzara yine devam
ediyordu. Beyaz Saray’a geçtiğimde de durum değişmemişti. O gün
uğradığım bütün kitapçılardan eli boş dönmüş ve kitaplarım
çantamda kalmıştı. Dönüşte Eminönü’nde bindiğim Kadıköy vapurunun
bir köşesinde üzgün otururken, dokunsanız ağlayacak haldeydim.
İşte o dakikalarda kendi kendime :”Daha çok çalışmam gerek” demiş
ve devam etmiştim: “Öyle bir gün gelecek ki siz benim kitaplarımı
vitrinlerinize koyacaksınız. Ben de onları seyretmeye geleceğim.”
Artık o hedefe ulaşma azmiyle hiç durmadan çalışıyor,
çalışıyordum.
-
Sonraki yıllarda Şafak Sökerken,
Cihan Hakimiyetine Giden Yol, Serzeniş, Tarih Boyunca Babaların
Çocuklarına Öğütleri, Güldüren ve Düşündüren Tarih, Destanlaşan
Çanakkale, Tarih Anekdotları, Başarıya Uzanan Köprü, Evinizdeki
Okul, Sultan II. Abdül Hamit Han ve Yavuz Padişah Sultan Selim
Şah, Okuyan Türkiye İçin Kitap ve Atatürk, Bir Tarihçi Gözüyle
Haccı Yaşamak gibi kitaplarım bir birini kovaladı ve kitapçı
vitrinlerinde yer almaya başladı. Meşhur yayınevlerinden çıkan
kitaplarımdan, baskıları yüz binleri aşanlar oldu. Sadece yurt
içinde değil, kitaplarım yurt dışında da okunan kitaplar arasına
girdi.
- Artık yıllar önce küçük bir çocukken kurduğum düşler gerçek
olmuştu. O dağ başındaki ücra köyden de, çobanlıktan da kitaplar
sayesinde kurtulmuştum. Ama yıllar var ki, hiç unutamadım o
çocuksu düşlerimi. Şimdi ne zaman Bursa’nın Tophane’sinden,
İstanbul’un Çamlıca’sından, Sakarya’nın Beşköprü’sünden akşam
üstleri şehrin ışıklarına baksam, hep o çocukluk günlerimi ve
kurduğum düşleri hatırlıyorum.
-
Bu gün hâlâ aynı duyguları taptaze
yaşıyorum hafızamda. İşte hayalini kurduğum medeniyet… Artık çok
uzaklarda değil burada, yanı başımda… Şimdi ise hamd ve şükretme
makamındayım. Rahmetli babam:”Evlat! Azmin elinden hiçbir şey
kurtulmaz” demişti ve ben kulağıma küpe olan bu sözün doğruluğunu
yaşamıştım adım adım. Eve t, beni çobanlıktan yazarlığa getiren
faktör, çok kitap okuma fiilim olmuştu. Zaten Yazar Fahri Tuna da
öyle diyordu: “Okuyan kurtulur, okuyan kurtarır.”
-
Hedeflerimi gerçekleştirme
yolunda, mademki kitaplar bana bu derece hayati bir katkıda
bulunduysa, ben de başkalarına, kitap okumanın önemini ve gereğini
anlatmak zorunda hissediyordum kendimi. Evet bu bağlamda, her
şeyimi önce Yüce Kudret’e, sonra da kitaplara borçlu olduğumu
düşünüyorum.
-
Şimdi, kitap okuma alışkanlığını
tüm topluma yaymak amacıyla, gayret sarfetmek durumunda
olduğumuzun bilinciyle ve aldığım Kişisel Gelişim eğitimiyle,
“TÜRKİYE OKUYOR” proğramı çerçevesinde, Valiliklerin,
kaymakamlıkların, Milli Eğitim Müdürlüklerinin, okulların,
Müftülüklerin ve sivil toplum kuruluşlarının davetiyle, sürekli
yurt içinde ve yurt dışında, öğrencilerden öğretmenlere, güvenlik
mensuplarından din görevlilerine, geniş halk kitlelerinden
idarecilere kadar geniş kesimlere “Kültürümüzde Kitap” konulu
seminer ve konferanslar veriyoruz.
-
İnsan azmedince ve çalışınca
önünde hiçbir engelin duramayacağı gerçeğini işleyen konu
çerçevesinde de sınavlara hazırlanan öğrencilere “Başarıda
Motivasyon” ve “Hızlı Okuma Teknikleri” seminerleri ile, bu
başarıda en temel faktörün aile olduğu gerçeğinden hareketle
velilere de “ Çocuk Eğitiminde Anne-Babanın Rolü”
konferansları veriyoruz. Çeyrek asırdır verdiğim mücadele,
yukarıdaki yaşanmış öyküyü de içine alarak, “Başarıya Uzanan
Köprü-Kitapların Sırrı” adıyla bir kitap olarak çıktı ortaya.
-
Bu eserde dünyada başarılı olmuş insanların tamamının kitap
okuyarak başardıklarının öyküsünü anlattık. Kitabı niçin ve nasıl
okumalıyız? Sorusunun açılımını yaparak, kitapla ilgili özlü
sözlerden, şiirlere, kitapla ilgili anekdotlardan istatistiklere
kadar geniş bir armoni hazırladık.
- Bu konuda hazırladığımız ikinci kitap da “Okuyan
Türkiye İçin Kitap ve Atatürk” adını taşıyor. Bu eserde Atatürk’ün
kitap okuma tutkusu ve kitaba olan sevgisini araştırdık.
- Eğer kitaplar, bu kadar olumsuzluklar içinden beni
çekip çıkarmış, çobanlıktan yazarlığa ulaştırmış ve hitabet
sanatına da sahip kılmışsa, daha nice insanımıza, çocuğumuza ve
gencimize de aynı özellik ve güzellikleri kazandırması muhakkaktır
diyerek, her zaman kitapları vazgeçilmezlerimiz arasına koyalım
temennisiyle sevgi ve saygılar sunuyorum. Sözün özünü de şu
şiirimizle taçlandıralım istiyorum:
- BU KERVANA KATIL ARKADAŞ
- Kütüphaneler ilim alıp, ilim satarken
- Kalpler, din, vatan, bayrak sevgisiyle atarken
- Kitap okuma zevki, canlara can katarken,
- Diril ve kalk ayağa, bu meydana atıl arkadaş,
-
Durma hadi sen de, bu kervana katıl arkadaş.
|
|
|
|
|
05 |
Bu sayının
içindekiler bölümüne dönmek için tıklayınız |
Bir önceki Sayfaya Gitmek İçin Tıklayınız! |
Bir sonraki Sayfaya Gitmek için
Tıklayınız! |
 |
İsa KAYACAN |
İsa KAYACAN Hayat Hikayesi
|
- MUAMMER SUSUZLU’YU SONSUZLUĞA UĞURLADIK
-
Sevdiğim, saydığım, gönül ve fikir birliği
yaptığım, yaptığımız insanların vefatla aramızdan ayrılmaları, hele bu ayrılış
sonucu onlarla ilgili yazı yazmak beni çok üzüyor. Hele son yıllarda bu
üzüntüyü daha bir başka yaşamaya başladım.
-
Muammer Susuzlu hemşerim; Burdurlu olmaktan
gurur duyanların başında gelenlerden. Şiirleri, kitapları ve yayınladığı sanat
dergisi o’nu zirvelere taşıdı. Son yıllarda Burdur’da yapılan her etkinlikte
bulunmak isteyen duygularını hep paylaşırdık. Benim, “Burdurlu zeybeği tek
başına oynar. Hâlbuki zeybek oyunu toplulukla oynanırsa ses verir, ilgi görür”
sözümü alkışlar, ne demek istediğimi açıklamam için ısrarla sorar, “Burdurlu
paylaşmayı pek sevmez. Ferdi hareket etmekten hoşlanır” açıklamam karşısında,
“çok doğru söylüyorsun Kayacan. Bundan nasıl kurtulacağız, kurtulacaklar?”
diye tereddütlerini ortaya koyar, üzülür, üzüntüleri paylaşırdık.
-
20.07.2009 tarihinde, Muammer Susuzlu hocanın
oğlu tarafından gönderilen, “Babam Muammer Suzuzlu’yu kaybettik. Yarın öğle
namazı sonrası Ataköy 5. kısım camiinde kılınacak cenaze namazından sonra
Bakırköy mezarlığında toprağa verilecek” şeklindeki acı haber mesaj olarak
telefonlarımıza düşünce, “yav hoca ne yaptın? Hani Ankara’da buluşacaktık?”
demekten kendimi alamadım.
-
Burdur sevdalısı Susuzlu, 21.07.2009
tarihinde, öğle namazından sonra yakınlarının, hemşerilerinin omuzlarında
İstanbul-Bakırköy Mezarlığında toprağa verildi. Mekanı Cennet, ruhu aydın
olsun.
-
Ağustos 2005’de 168 sayfayla yayınladığım
“Burdur’un Saz ve Söz Ustaları” adlı kitabımın 87 ve 88 nci sayfalarında yer
alan, akciğer rahatsızlığı sonucu kaybettiğimiz Muammer Susuzlu biyografisini
aşağıya alıyorum efendim:
-
Muammer Susuzlu: Halil ve Nafiye’nin 3’ncü
çocuğu olarak 04.07.1935 tarihinde Burdur’da doğdu. İlkokulu, Turan,
Cumhuriyet Hüsnü Bayer ve Yeşilova ilçesi merkez ilkokulunda okudu. Orta ve
lise eğitimini Burdur Lisesinde tamamladı. Edebiyatçı Hikmet Dizdaroğlu ile
İbrahim Zeki Burdurlu (Öcal) gibi öğretmenlerinden feyz alarak yetişti.
- 1957 yılında İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesine girdi. 1959 yılında
başından geçen elim bir olay nedeniyle üniversite tahsilini yarıda bıraktı.
Lise öğrenimi sırasında şiir yazmaya başlayan Muammer Susuzlu,1960 yılında ilk
şiir kitabı “Şule”yi yayınladı.
-
1955–1957 yıllarında (yılları arasında) Şeker
Fabrikası Muhasebesinde, 1957-1963 yılları arasında Sümerbank Pamuklu Sanayi
Müessesesinin personel ve genel muhasebe bölümlerinde çalıştı. 1963 yılında
yedek subay olarak askerlik görevine başladı. Kastamonu-Taşköprü ilçesi 27
Mayıs ilkokulunda bir yıl, 1964 yılında İstanbul Milli Eğitim Müdürlüğü
kadrosunda Yeşilköy İlkokulunda görev yaptı. Ayrıca, Bakırköy Kız
Enstitüsünde, edebiyat grubu öğretmeni olarak çalıştı. Daha sonra
öğretmenlikten ayrıldı.
-
1965–1967 yılları arasında, Sümerbank İstanbul
Beykoz Deri ve Kundura Sanayinde mağaza şefliği yaptı. 1967 yılından itibaren
mizacını ters düşen ticaret hayatına başladı. 1963 yılında öğretmen Aysel
Gökalp ile evlendi. Türk sanat musikisi alanında çalışmalarda bulunan Muammer
Susuzlu, ticari hayatını 1966 yılında noktaladı. Şiirlerinin pek çoğu değişik
bestekârlarca bestelendi. Pek çok antolojide yer aldı. Yazı ve şiirleri pek
çok dergide yayınlanan Susuzlu, 1 Nisan 2000 tarihinde “Yaşam” isimli ikinci
şiir kitabını, Mayıs 2001’de “Gülşen” adlı edebiyat kültür ve sanat dergisinin
ilk sayısını yayınladı.
-
Muasır Soylu, Muhterem Sayan ve Mazlum Korkmaz imzalarını da kullanan güzel
sanatların en zorunun şiir sanatı olduğunu söyleyen, pek çok dernek meslek
birliğinin üyesi olan, değişik şiir sergileriyle de sanatseverlerin karşısına
çıkan Muammer Susuzlu, 20.07.2009 tarihinde vefat etti.
|
Telif Eseridir izinsiz
kullanmayınız |
|
|
|
|
|
06 |
Bu sayının
içindekiler bölümüne dönmek için tıklayınız |
Bir önceki Sayfaya Gitmek İçin Tıklayınız! |
Bir sonraki Sayfaya Gitmek için
Tıklayınız! |
 |
Mustafa Nevruz SINACI |
Mustafa Nevruz SINACI Hayat Hikayesi
|
- VESAYETİ İLGA VE DİP DALGA
-
Bu güne kadar hiçbir düzen partisi ve sulta
hükümeti “27 Mayıs’ın” üstüne gitmedi.
- Her gelen öncekini akladı. Lâğımlar beyaz sayfalarla örtüldü.
Hortumcular ihya edildi.
- Cinayetler ‘faili meçhul’, gasp-batak ve hotumlar “kamu
zararı” hanesine yazıldı.
-
Ta ki, Ergenekon’a kadar meclis ve yüce divan
müthiş bir aklayıcı-paklayıcı oldu.
- YASSIADA –ERGENEKON !...
- 27 Mayıs cuntası “Yassı-ada duruşmalarını devlet radyosundan
canlı olarak ve naklen yayınlandığı halde; mevcut ‘demokratik’ RTE sultası
“NEDEN” Ergenekon duruşmalarını canlı, naklen ve kesintisiz olarak
yayınlamıyor?
- O zamanlar hukuk yoktu. Şimdi hukukun tastamam, üstüne üstlük
tarafsız ve bağımsız olduğu yazılıp söyleniyor. Peki, bu adalet ve hukuk
nerede, naklen yayın niye yok ve Anayasa hükümlerine rağmen; Her veçhesi
suçtan müteşekkil bu “AÇILIM” da neyin nesi? SENARYO GEREĞİ !...
-
Kurgulanmış senaryo gereği milletin hali,
kimyası ve iradesi; esnek, muğlâk ve kurnaz tuzaklarla donatılmış yasalarla
itile-kakıla, ötelene-dışlana buralara geldi. Şimdi artık hiçbir şey halka
sorulmuyor. Millet seçmiyor, seçilmiyor. Düzen’lenmiş yasalara uygun olarak
sulta ve cuntanın önüne koyduğu listeleri oyluyor, oylamazsa cezalandırılmakla
korkutuluyor.
-
Zaten, sosyolojik olarak millet büyük bir
travma geçirmekte.
-
Her hususta insanları ürküten ağır bir korku,
baskı ve tedirginlik hâkim vaziyette. .
-
Kurumlar birbirinden, alt makam üst makamdan,
memur amirden, amir memurdan, vekil parti sahibinden, koca karı-karı
kocasından, çocuk babasından, hâsılı herkes bir korku, panik ve stres içinde.
İntiharlar korkutuyor, günde 15 kişi trafik kazalarına kurban gidiyor, suç
türü ve oranları süratle artıyor. Zaten gergin olan toplum, bir de yeni
açılımlarla geriliyor.
- VAHŞİ BATI SENDROMU
-
12 + 50 = 60 yılı mücavir erozyon, yozlaşma,
sindirme, çürütme ve Türk Milleti ile ulu önder Mustafa Kemal ATATÜRK’ün
şiddetle karşı çıktığı, illet ve nefret ettiği, menfur düşman, ezel-ebet hain,
tefessüh etmiş “batı”ya, bataklığa yönelme sürecinin Lozan’dan beri “Türk ve
İslâm düşmanlarınca” planlanan beklenir sonucu bu.
-
Şimdi, menfur AB ve ABD (Ermeni yalanlarından
ötürü) Atatürk’ü katil ilân etmeye hazırlanıyor. Zaten, Ümraniye
soruşturmasında kanıtlanan; Anarşi, terör-tedhiş, hırsızlık-yolsuzluk,
yalan-talan, uyuşturucu ve insan ticareti, vergi dâhil her türlü kaçakçılık,
alçaklık, ayırma-kayırma, sağ-sol, alevi-Sünni gibi bilumum kötülük-bölücülük
hep bu güruhun toplum mühendisleri, Mason ve Siyonist mahfillerce hazırlanıp
bilinçle uygulanan senaryolarıdır.
- Üstelik diz boyu yalan, iftira ve tefrikaya bulanmış kara,
kirli alçak bir süreçle!... .
- ATATÜRK VE BATI
- AB köpekleri her söze ‘Büyük Atatürk’ün hedef gösterdiği
muasır medeniyete ulaşma, aşma ve batılılaşma yolunda..” diye başlarlar. Bu
külli yalan, uydurma ve iftiradır. Çünkü M. Kemal ATATÜRK, “insanlık düşmanı,
kalleş, hırsız ve emperyalist” Batı’dan nefret eder. İşte O’nun s özde
‘Atatürkçü-Kemalist’ AB'cilere tekzip ve tokat gibi cevabı;
-
“Efendiler! Avrupa’nın bütün ilerlemesine,
yükselmesine ve medenileşmesine karşılık Osmanlı tam tersine gerilemiş, düşüş
vadisine yuvarlanadurmuştur. İşte o dönemde; vaziyeti düzeltmek için mutlaka
Avrupa’dan nasihat almak, bütün işleri Avrupa’nın emellerine göre yapmak,
bütün dersleri Avrupa’dan almak gibi bir takım zihniyetler belirdi. Halbuki,
hangi istiklâl vardır ki ecnebilerin nasihatleriyle, ecnebilerin planlarıyla
yükselebilsin? Tarih, böyle bir hadiseyi kaydetmemiştir! M. K. Atatürk (TBMM,
6 Mart 1922)
-
NETİCEDE: Ülkemiz 27 Mayıs’tan bu yana
vesayet, siyasi-fiili kuşatma ve abluka altındadır. Şimdilik bunu kırmanın tek
ve son hukuki ve demokratik yolu sandıktır!...
-
Son
çare: “ya AKP’ye karşı 'TEK PARTİ' olarak birleşmek” veya seçimde hiçbir
parti’ ye oy vermemek şartıyla” bütün partileri sandığa gömerek Cumhuriyet’i
kurtarmaktır.
|
Telif Eseridir izinsiz
kullanmayınız |
|
|
|
|
|
07 |
Bu sayının
içindekiler bölümüne dönmek için tıklayınız |
Bir önceki Sayfaya Gitmek İçin Tıklayınız! |
Bir sonraki Sayfaya Gitmek için
Tıklayınız! |
 |
Selma GÜRSEL |
Selma GÜRSEL Hayat Hikayesi |
TEL KADAYIF
1 Kilogram tel kadayıf
1 kilo şeker
250 ceviz için
Bir su bardağı sıvı yağ
1 litre su
Nohut büyüklüğünde 1 adet limon tuzu.
Alınan tel kadayıf açılarak yarım saat kadar normal
havalandırılır. Ayıklanmış ceviz izi doğranır bir kaba alınır.
Kadayıfın döşeneceği tepsinin az bir yağ ile yağlanır. Kadayıf masa
üzerine açılır ve içerisine ceviz konularak sigara böreği gibi
sarılır. Tepsiye sıra ile düzülerek tepsi tamamlanınca üzerine yağ
ekilir ve kızdırılan fırında pişirilir.
Bir tencerede 1 litre su ile bir kilo şeker konularak
ateşin üzerinde karıştırılarak şeker eritilir. Kaynayan şeker
şurubunun içine limon tuzu atılır bir taşım kaynatılır tencere bir
kenara alınır.
Kızartılan kadayıf sıcak ise soğutulmuş şeker şerbeti
ekilir. Kızartılan kadayıf soğuk ise kaynatılmış şeker şerbet olarak
ekilir.
Bir miktar tepsi soğuyunca servis yapılır.

















 |
Telif Eseridir izinsiz
kullanmayınız |
|
|
|
|
|
08 |
Bu sayının
içindekiler bölümüne dönmek için tıklayınız |
Bir önceki Sayfaya Gitmek İçin Tıklayınız! |
Bir sonraki Sayfaya Gitmek için
Tıklayınız! |
 |
Erhan TIĞLI |
Erhan TIĞLI Hayat Hikayesi |
- ÇIRAĞIN OLAYIM EY AŞK
- Çırağın olayım ey aşk
- Öğret bana yüreğe gül dikmeyi
- Sevmenin sevilmenin çiçekli bahçesine girmeyi
- Bencilliğin nasıl yenildiğini anlat
- Özveri ülkesinin yolunu yordamını...
- Silmeyi öğret bana
- Kötüyü çirkini eğriyi...
- Ustam ol ey aşk
- Duvar örmekte değil
- Köprü kurmakta göster hünerini
- Yürüyelim yan yana
- Bıkmadan usanmadan yılmadan
- İnsanlığın ışıklı yollarında
- Evrene egemen kılalım güzellikleri
|
Telif Eseridir izinsiz
kullanmayınız |
|
|
|
|
|
|
|
|
09 |
Bu sayının
içindekiler bölümüne dönmek için tıklayınız |
Bir önceki Sayfaya Gitmek İçin Tıklayınız! |
 |
Rıza KANDEMİR |
Rıza KANDEMİR Hayat Hikayesi
|
TURNALAR
Kanat çırpar avaz avaz bağırır
Semah için sefa girer turnalar
Avazında Hak Muhammed çağırır
Semadan semaha döner turnalar
Leyli leyli leyli döner turnalar
Yüksek uçar makamına ermeye
Medine’de Muhammed’i görmeye
Ali dergâhına yüzün sürmeye
İkrarı gönülden verir turnalar
Leyli leyli leyli döner turnalar
Yar yitirsin başkasını sevmezler
Göz yaşları sel olsa da silmezler
İkrarsız dergaha varıp girmezler
Kerbela üstünde yürür turnalar
Leyli leyli leyli döner turnalar
Kırklar ceme girip safa düzüldü
Hak emretti o Kur’an-a yazıldı
Deliller yakıldı engür ezildi
Bir içip biniyle coştu turnalar
Leyli leyli leyli döner turnalar
Beş esmada gök kubbeye çizildi
On İki İmam KUL RIZA’YA yazıldı
Hak Kelamı Hüseyin’den süzüldü
Pir aşkına yola düştü turnalar
Leyli leyli leyli döner turnalar |
Telif Eseridir izinsiz
kullanmayınız |
|
|
|
|
|
YAZARLARIMIZIN HAYAT HİKAYELERİNE GİTMEK
İÇİN TIKLAYARAK GİDİNİZ! |
Bu sayının
içindekiler bölümüne dönmek için tıklayınız |
|
|
DİKKAT ; BU BİLGİLER TELİF ESERİ OLUP YAZARI VE YAYINEVİMDEN
İZİN ALINMADAN KULLANMAYINIZ! |
YAPTIKLARIM YAPACAKLARIMIN GARANTİSİ ALTINDADIR! |
1 |
Hazırlayan
Mahmut Selim GÜRSEL
yazışma adresi corumlu2000@gmail.com |
|
Hukuka, Yasalara,
Telif ve Kişilik Haklarına saygılı olmayı amaç edinmiştir. |
1 |
Gizlilik şartları ve Telif Hakkı © 1998 Mahmut Selim GÜRSEL
adına tüm hakları saklıdır. M.S.G. ÇORUM |
BİLGİ PAYLAŞILDIKÇA KIYMETİ ARTAR! |
153 SAYI 25 Kasım 2011 SAYIYA GİTMEK İÇİN
TIKLAYINIZ! |